Gaziantep’te geçen hızlı bir günün ardından 2 saatlik bir araba yolculuğu ile akşam saatlerinde Adana’dayız.
Adana normal şartlarda planda olmadığı için Booking.com üzerinden yeni açıldığını öğrendiğimiz Şenbayrak Oteli’nde rezervasyonumuzu yaptırıyoruz. Gaziantep yordu bizi e bir de sabah erken kalktık, e evvelinde de Güney Ege’deydik. Aslında yorgunuz ancak gece uyuruz sabah kebap yemeğe devam ederiz fikrindeyiz. Buralara kadar gelmişken yemeden dönmek olmaz elbette. Benim asıl amacım o zaten. Ablam adliyede işlerini halledecek İrem gözünü, gönlünü, karnını doyuracak.
Otele vardığımızda anlıyoruz ki doğru bir tercih yapmışız. Odalar tertemiz, pırıl pırıl, her türlü konfor düşünülmüş, büyükten de büyük tek kişilik yataklar. Neredeyse çift kişilik boyutunda, inanılmaz konforlu. Ekip yeni ve belli ki otelin yeniliği ile onlar da heyecanlı. Bir dediğimizi iki etmiyorlar. Hemen bir kısa duş sonrasında yatağa gömülüyoruz. Ancak o da ne? İnanılmaz bir gürültü var otelde, konuşmalar, gülüşmeler, TV sesi. Sağ ve sol odada Arap gruplar kalıyormuş. Onların gürültüsü ve sanırım bir de duvarların inceliği sebebi ile biraz keyfimiz kaçıyor. Şikayet ediyoruz ancak yapabilecek bir şey yok şu an. Gaziantep’te de çok Arap görmüştük, dediler ki Suriye savaşından kaçan zengin Suriyeliler Gaziantep ve Adana’dalar, fakirler ise Antakya civarındaki kamplardalar…
Sabah müthiş bir kahvaltı sonrasında ben kendimi şehre atıyorum. Önce Ziya Paşa Bulvarı. Zengin teyzeler sabah kahvesinde neremi yaptırsam sohbetindeler. Ben de bir kafeye oturup onlara kulak misafiri oluyorum. Hava ılık, hafif güneşli. Akdeniz’de olduğumu fısıldıyor rüzgar. Gelen geçene bakıyorum kahvemi içerken. Kimi köpeğini gezdiriyor, kimi koşudan geliyor, kimi öğrenci okulu kırmış. Pek çok marka Ziya Paşa bulvarında. Bağdat Caddesinin minimal hali gibi düşünün. Gaziantep’e göre Adana çok farklı. Çok daha modern, zengin. Sadece duyuyorum ki Sabancı ailesi biraz belediyeye küsmüş o nedenle şehre yaptıkları eski yatırım bolluğunu kesmiş.
Şehirde sanki hep deniz varmış gibi hissediyorum. Oysa sadece Seyhan nehri var. İzmir Antalya karışımı bir kent bana göre Adana.
Ben biraz o taraf biraz bu taraf, parklar bahçeler diye yürürken öğle vakti geliyor ve artık yemek yemek gerek! Ablam ve onun avukat arkadaşları ile birlikte sanayinin içinde salaş mı salaş bir kebapçıya gidiyoruz. Kaburgacı Yaşar Usta. Adanalılar pek seviyormuş burayı. Hakikaten de yine yemek enfesti. Salatası, kırmızı biber közlemesi, şiş kebap, açık ayran… Of of of olsa da yesek yine. Etler lokum kıvamında olduğu için yedikçe yiyesi geliyor insanın. İstanbul ya da farklı bir yerde yediğimiz Adana kebapla burada yediğim arasında dağlar kadar fark var. Havasından, suyundan, ustalığından bambaşka…
Tıka basa doyduktan sonra aslında belki de yapılacak en güzel şey uyumak ancak ben sokakları arşınlamaya devam ediyorum. Ta ki işle ilgili bir telefon gelene kadar. Hemen bir yere oturup hızlıca birkaç metin hazırlamam gerekiyor. Aklım yine Ziya Paşa Bulvarı’nda. North Shield’e oturup, bilgisayarımı açıp başlıyorum çalışmaya. Yanında bir Bomonti de iyi gider diyerek keyifle işlerimi hallediyorum. Zaman öyle hızlı akıp gidiyor ki İrem bunu muhakkak yap, Kazım Büfede muzlu süt iç dediler, şunu ye bunu ye ancak vakit yetmedi. Bir daha gider miyim bilinmez. Ama Adana güzel şehir.