Trendeyiz, hava hafif yağmurlu, hafif puslu. Fotoğraflamak istiyorum Almanya, Avusturya arasındaki masal köyleri. Trenin lambası cama yansıyor, istediğim gibi çıkmıyor hiçbiri. Yanımdaki yaşlı kadın ingilizcesi için özür diliyor, belki 30 yıldır konuşmuyorum kusura bakma diyor, oysa benden iyi konuşuyor. Sırasıyla geçtiğimiz yerleri, dağların isimlerini, eğer hava iyi olsaydı görebileceğimiz gölleri anlatıyor. Nerelisin diyor, İstanbul, Turkeey diyorum. Nasıl yani diyor, inanmıyor, asimile olmuşsun, değişiksin, Türk gibi değilsin diyor. Benim gibi çok Türk var İstanbul’da diyorum. Onlar bizi yanlış biliyor. Neler yapmam gerektiğini kısaca anlatıyor. Söylemiyorum daha evvel gittim ve şimdi de gitmeden önce çalıştım diyemiyorum. Öyle tatlı anlatıyor ki… Münih köy gibi ama Viyana bambaşkadır diyor.
Soruyorum hala Almanya’da mıyız yoksa Avusturya’ya geldik mi diye. Birazdan gelmiş olacağız diyor, çizgi yok ama geçmişten biliyor sınırın neresi olduğunu. Ojelerini sürmüş, açık gri mus çorabını giymiş, bembeyaz saçlarını taramış, Salzburg‘a arkadaşına yemeğe gidiyor. Fotoğrafını çekmek istiyorum, izin vermiyor, güzel değilim bugün diyor. Oysa benim gözümde peri kızı kadar güzel bu Avusturyalı…Salzburg tren istasyonunda ayrılıyoruz. Yağmur var havada.
Kocaman bavullarımızı istasyonda bulunan ve kullanmayı ancak 10 dakikada becerebildiğimiz kilitli dolaplara yerleştirdikten sonra otobüse atlayıp şehir merkezine geçiyoruz. Hava güzel olsa, bir de vaktimiz daha uzun olsa yürünebilecek bir yol aslında. Ancak şartlar elverişli değil. Babama Salzburg’da çektiğim fotoğrafları gösterince aa bizim Amasya gibi diyor, haksız da değil. Ortasından nehrin geçtiği bir vadide. Vadinin iki cephesinde de yerleşim. Kalesi, şehir merkezi, Mirabell sarayı, 803’ten beri açık olan Avrupa’nın en eski restoranı St. Peter, dükkanlar, kiliseler ve muhakkak görün denilen ünlü isimlerin yattığı St. Sebastian mezarlığı bir tarafta. Diğer tarafta ise biraz daha yakın tarihe ait binaların olduğu ve daha geniş bir alanda bulunan yerleşim, ofisler vs…
II. Dünya savaşı sırasında Hitler Salzburg’u öyle seviyormuş ki oraya asla bir bomba atmayacaksınız talimatı vermiş. Ne kadar doğrudur bilinmez. Salzburg’a tepeden bakan bir yerde Hitler’in dağ evi ise şu an ziyaretçilere açık bir müze… Söylenti doğruluğa yaklaşıyor gibi.
Bizim zamanımız gerçekten çok kısıtlı, Mirabell sarayını göremeyeceğiz, kısa bir şehir turu, açık pazarda bir gezinti, kaleye uzaktan bir bakış ve bir yemek molası. Yanlış bir planlama yapmışım. Keşke akşam Münih’ten çıkıp gelseydik ve gece Salzburg’da kalıp sabah erkenden şehri geze bilirdik tüm gün boyunca. Hem belki Mozart‘ın evini de detaylı dolaşabilirdik, ya da konserli bir akşam yemeğine katılırdık. Kültür seviyemiz Viyana öncesi kıvama gelirdi. Hatalıyım. Saatlere sıkışmış bir Salzburg bana yetmedi. Hem yakınlardaki Redbull‘un tesislerini de görme şansım olurdu. Ama nafile, boşuna konuşuyorum şu an. Başka bir sefere. Bilemiyorum ama içimden bir ses Münih’i tekrar göreceksin diyor. Eğer öyle bir şansım yeniden olursa neden olmasın?