Beklentisiz, hayalsiz, plansız, düşüncesiz, fikirsiz geldiğim bir memleket Ürdün.
Bugün 3. gün. Önce Kızıldeniz‘de deniz kaplumbağası ile göz göze geldim, ikinci gün ay ışığında mumların aydınlattığı The Siq’de büyülendim. Bu sabah ise erkenden kalkıp Petra‘dan Ürdün’ün güneyine doğru yol alırken, bavullarımızı arka koltuğa tıktığımız minibüsümüzde herkes bir ağızdan konuşuyor. Ekipte herkesin enerjisi bol. Bense sükunet peşindeyim. Herkes sussa, radyo çalmasa, sadece rüzgarın sesi serinlemek için açtığımız camlardan içeri girse. Petra’dan Wadi Rum‘a yaklaşık 2 saat süren yolculuk ile ulaşıyoruz. Eğer Akabe‘den gelmek isteseydik 60 km’lik bir yol olacaktı. O da sanırım maksimum 1 saat sürerdi, serbest bölgede manasız bir sınır geçişini de eklediğimizde…
Önce Wadi Rum turizm merkezine uğruyoruz. 15 dakikalık bir video izledikten sonra yine sevemediğim ama şansını dene be İrem dediğim Ürdün kahvesi elimde. Saniyesinde çöpe gidiyor, yine aşırı tatlı, yine baharatlı. Akıllanacağım inşallah.
Biraz daha yolumuz var. Yol üzerinde Disi Kadınlarının el ürünü seramiklerini inceliyoruz. Küçük bavulla geldiğimi hatırlayıp sadece minik birkaç seramik ürün alıyorum. Ablam aklıma geliyor, eğer yanımda olsaydı kim bilir nasıl bir alışveriş yapardık…
Alışverişimiz bittikten 5 dakika sonra iki ayrı pick up’ta yerlerimizi alıyoruz. İki araçta 6’şar kişiyiz. Turizm merkezinde izlediğimiz video farklı bir şeyler göreceğimizin ipucunu verdi ancak araçlarımız hareket edince gördüm ki burası müthiş bir yer. Bu müthiş bir tecrübe, bu garip bir özgürlük. Hızla giden araçlardan sağa ve sola bakarken dopdolu bir hiçlik hissi. Bu hiçliğin gücü, koş deseler araçları geçecek hıza erişebileceğine inanma…Uzun zaman olmuştu böyle ruhumu uçurmadığım.
Rüzgarın, suyun aşındırması ile binlerce yılın sonunda oluşmuş bir çöl ve o çölde yükselmiş olan yumuşak renklerde kocaman kayalar, tepeler. Çöl kumunun rengi de biz son sürat ilerlerken değişiyor. İnsan nereye bakacağını şaşırıyor. Dünyada değiliz sanki Mars’a inmişiz ve keşfetmeye çalışıyoruz gibi. Arada deve kervanlarına denk geliyoruz. Hayal ediyorum yüzlerce yıl evvelinde olduğumuzu. O kervanda günlerce develerle gittiğimizi. Gözüme giren kum taneleri uyanmama sebep, elimdeki GoPro ise beni dünyaya döndürüyor. Harika bir video çıkar inşallah bu çekimlerden diyorum.
Yemek molası var programda, sürprizleri seviyorum. Çöle bizden önce gidip, hazırlık yapılmış, ateş yakılmış, yemek hazırlanıyor. Ürdünlü bir kadın çalılıkların arkasında bize sacda hamur pişiriyor. Herkes bir yerlere dağılıyor, çölü keşfetmek için. Ya ben? Yere serilmiş olan kilimlerin üzerine yatıp, gökyüzüne, yattığım yerden maviliği çerçeveleyen tepeleri hafizama işliyorum.
Yemek hazır neredeyse, arada bir de çölde kahve yapımını izliyoruz. Yine benim damak tadıma uzak şeyler bunlar. Ama zaman keyifli, huzur maksimumda.
Yemekten sonra araçla gezimiz devam ediyor. Geçmişten bugüne kayaların üzerinde kalmış yazıtlar, köprüler, tepeler, kanyonlar, pembe kumlar… Saatler ilerliyor ve hızlıca geçtiğimiz yerlerde biraz yüksek bir kayaya çıkıp gün batımını izliyoruz. Ömrü hayatımda şu ana kadar izlediğim en güzel gün batımı. Aylardan Kasım, 16.30 gibi kararıyor hava. Gökyüzü renk renk, pembeler, somon, sarılar, maviler, griler, pek çok renk peş peşe kendini gösteriyor.
Günü batırdıktan sonra fantastik olduğu kadar eğlenceli bir aktivite daha başlıyor. Hepsi art arda nefes almadan devam ediyor. Deve tepesinde, devenin ahenkli yürüyüşüne ayak uydurmak üzere vücudumuzu serbest bırakmaya çalışıyoruz. Ancak alışkın olmayınca yarım saatlik Bedevi yaşamına adapte olma sürecimiz bacak ağrıları ile son buluyor. Beni en çok etkileyen sahneye yaklaşmak üzereyiz. Bedevi çadırının önünde develerimizden iniyoruz. İlk hedef tuvalet. Gün çölde geçmiş, ilkel yaşamı devam ettirirken yüzümüze su vurmak, ellerimizi yıkamak büyük konfor. Akşam yemeğine kadar ayakları uzatıp dinlenme vakti. Ancak çadırların arasında ateş yakılmış, etrafında oturan Ürdünlü yerel kıyafetli bir adam nargilesini tüttürüyor. Kalabalıkla oturmak yerine, üşümem herhalde diyerek bu adamın karşısına yerleşiyorum. Nargilesinin marpucunu uzatıyor içer misin diye? İstemem diyorum. Ara ara göz göze gelip gülümsüyoruz birbirimize.
Kaç saat geçirdim orada bilmiyorum, bir tur çay bir tur da Türk kahvesi olduğunu iddia ettikleri bir kahve geliyor. Türk kahvesinin yanından geçmez, ama oyalanmak için ya da sıcak bir şeyler boğazımdan girsin diye içiyorum. Uzun bir zaman ateş önümde, düşündüğüm pek çok şey var. Arada gökyüzüne bakıyorum. Çöldeyiz, hiç ışık olmasa samanyoluna elimi uzatabilirim gibi. Yemek kısmı benim yine ilgimi çekmiyor. Sadece ateşe bakmak, meditasyonu, ibadeti sürdürmek istiyorum. Dualar ediyorum. Babamı düşünüyorum. Geride kalanları, bizleri. O arada namaz kılanlar dikkatimi çekiyor. Hiçbir zaman inancı yoğun biri olmadım. Orada, öyle bir ortamda tanrıya yakınlık, var olmanın gerçekliği. Hepsi beni sabaha karşı Türkiye’ye geri uçuşumuza kadar beni dolduruyor, ömrümün bu yaşında biraz daha tamamlanıyorum. Bitmedim, daha çok yolum var ancak bu ezoterik yolculuk beni çok etkiliyor.
Akabe Özel Serbest Bölgesi , dünyanın en iyi hava yollarından biri THY. Bana bu benzersiz deneyimi yaşattıkları için ve Kuyruksuz’a ayrı teşekkür etmem gerek, beni taa Ürdün’e kadar savurduğu için…
Biraz uzun ancak benim sevdiğim bir müzik ile Wadi Rum video’m aşağıda.
[youtube]http://www.youtube.com/watch?v=rCf7Ccn6ScQ[/youtube]