Tarihler belli, etkinlik detayı belli ancak benim gidip gitmeyeceğim, iş durumum hiçbiri belli değil.
Gitsem de hem iş arasında seyahatin tadını çıkarabilir miyim? Kafamda deli sorular. Durum netleşince hızlı bir bavul hazırlama, geçmişte kalmış seyahat öncesi heyecanın yeniden ortaya çıkması, şaşırtıcı birkaç emare daha… Sabahın 5’inde duşumu alıp, Sabiha Gökçen’e doğru yol alıyorum. Toplamda 40 kişiyiz ve Madrid’de bizim bulunduğumuz tarihte Final Four etkinliği gerçekleşecek. Bir Türk takımının orada yer alması uçaktaki yolcuları, bizi hatta uçuş ekibini de heyecanlandırıyor. 4,5 saati geçen bir yolculuk bana göre olmasa da bir şeylerle oyalanarak korkumu gidermeye çalışıyorum.
Madrid’e inip hızlıca otelimize, akabinde de Fenerbahçe ile Real Madrid maçını izlemek üzere Barclaycard Center’a ulaşıyoruz. Salon şehrin ortasında, atlı polisler etrafta gezse de içeri girmemiz, yerimizi bulmamız son derece kolay oluyor. Yunan, İspanyol, Rus taraftarlarla beraber salonun her yerine dağılmış bolca çubuklu forma giyen Türk taraftar bulunuyor. Arada Türkçe tezahürat duymak çok hoş. Benim gibi göz yaşları aportta bekleyen biri için hep duygusal, hep duygusal…
Maalesef ki Fenerbahçe yeniliyor. Sabah erken kalkılmış, uzun bir yolculuk yapılmış, maçta bolca ışık, bolca gürültü ile vücut artık yeter, git dinlen diyor. Gözler kapanır vaziyette oteldeyiz. Çıkıp gezenler, Madrid gecelerini keşfedenler, Sol Meydanında Fenerlilerle selamlaşanlar da oluyor ama zayıf bünye İrem kocaman yatakta çapraz yatışa geçiyor bile. Ertesi güne enerji gerek zira program yoğun.
Sabah hızlı bir şehir turu, Sol Meydanı, Debod tapınağı, Plaza Mayor, Retira Park‘ı yaşamadan sadece civarında dolaşabiliyoruz, maalesef ki vaktimiz yok. Hızlı bir tur ile San Miguel‘e de uğruyoruz. Başka zaman uzunca bir süre geçirmek isterim, bir mojito içmek, nefis kokan yemeklerden yemek isterim orada. Barselona‘daki Boqueria‘dan daha küçük ancak daha sevilesi. Kilise gezmiyordum uzun zamandır, hepsi birbirine benziyor nasıl olsa diye. San Francisco El Grande yine de büyülüyor, iyi ki girmişim diyorum. Bu gezide de hiç müze yok. İsyanım zamansızlığa. Demek oluyor ki Madrid yeniden gezilmeli.
Öğlen olduğunda acıkmışız ki girdiğimiz tüm Tapas barlarda tabakları silip süpürüyoruz. Yemek sonrası ise geleneksel İspanyol lezzeti Churro deneniyor. Tarzım mı? Değil, tatlı ile ne zaman aram olmuş ki? Ama gitmişken yenmeli tabi. Sıcak çikolatalı pudinge banarak yenen bir hamur kızartması düşünün. Zevk meselesi bu.
Öğleden sonra için çok farklı bir deneyim bizi bekliyor. Boğa güreşi izlenecek. Aslında kesinlikle gitmeme taraftarıyım. Akşam yemeği için hazırlanıyorum. Tüm ekibin biletleri alınmış ve ben giderim ama girmem içeri diyorum. Rehberimiz otobüste gerekli açıklamaları yaptıkça yok yok asla girmem ağır basıyor. Ne zaman ki arenaya ulaşıyoruz, o insan kalabalığı, o nezih giyimli hanımlar, ellerinde yelpazeleri, şık şıkıdım kıyafetleri, şapkaları. Yapının haşmeti, etkileyici pek çok şey var. Neyse diyorum girer çıkarım. Ama mümkün mü? Güreş sona ermeden çıkmam mümkün değil. Ayrıca çok şanslıymışız çünkü senede 2 kez yapılan atlı boğa güreşine denk gelmişiz. Ritüel boğa meydana çıkana kadar ne yalan söyleyeyim ki büyüleyici. Boğa çıktığı an o büyü bitiyor bende. Kendimi suçluyorum ne işim var burada, bu nasıl bir vahşettir, boğa yenilmesin istiyorum. Adam ölse sanki üzülmeyeceğim. Ama işte insan zekası ile üretilen bir gelenek, show etkilemiyor bu noktada beni. Ellerimi yüzüme kapayıp yere bakıyorum. Arada hınca hınç dolmuş arenadan oleey ya da aaahh gibi sesler yükseliyor. Bir şeyler oluyor o arada demek ki. Bakamayacağım. Görmemeliyim ve nasıl çıkabilirim. Pek çok insanın keyfinin yerinde olması da ayrı bir tez konusu. Orada başka bir canlı sadece show için öldürülüyor. O da bir canlı, acaba neleri algılıyor, neler düşünüyor? Binlerce soru kafamda. Bir an gözümü kaldırıp baktığımda göz yaşlarım akıyor, dizlerim titriyor. Ne diye girdim ki ben oraya, şık kadınlara mı kandım? Çıkıyoruz hızlıca. Sinir sistemimin normale dönmesi birkaç saati alıyor. Allahtan ekibimiz negatif düşünceleri etrafımızdan uzaklaştırıyor.
Akşam ise Madrid’in en çok nam salmış mekanı Ramses’te rezervasyonumuz var, yemeğimizin akabinde kulübe geçeceğiz. Masamız şenlikli, birbirinden farklı işler yapan, benzer frekansa sahip insanlar denk gelmişiz ki kahkahalar gırla, tadımız kıvamında. Gecenin geç saatlerinde ekip küçülse de gezme isteğimiz kısılmıyor. Foursquare yardımcı oluyor ve birkaç kulüp daha gezerek sabahın 5inde odalarımıza ayrılıyoruz. Çoook uzun zamandır geceyi bu kadar uzatmamıştım herhalde. Genelde ben uykuyu, uyku da beni sevdiği için geceler bende kısa, gündüzler daha uzun geçer. Madrid istisna olarak tarihime geçiyor.
Ertesi gün ise programımızda şehir merkezine 35 km uzaklıkta bir outlet olmasına rağmen ben program dışı davranıp hızlı trenle Toledo‘ya gidiyorum.
Dürüst olmak gerekirse eğer tek başıma, böyle bir grup haricinde gelmiş olsaydım, Madrid hafızamda başka yer edecekti. Grupla ve her şeyi başkaları tarafından organize edilmiş gezilerde, program dahilinde hareket etmek, keşiflere kapalı olmak çok bana göre olmasa da Madrid’i seviyorum. Barselona’nın kozmopolitliğinden uzak, daha düzenli, daha nezih ve daha yaşanılır bir şehir olarak büyülüyor beni. O ağaçlar, parklar hepsi bir şehri en güzel yapanların başında geliyor. Bizim imrendiğimiz ve bizim kendimizi gün be gün yok ettiğimiz…
Son gün mü? Uçak öncesi yerel bir markete gidip tek haneli rakamlara şarap, zeytin, havyar gibi Türkiye’de pahalı ama oralarda çok daha uygun olan keyfi alışverişi bavula dolduruyoruz.
Dönüş mü? Havaalanında bolca içerek o 5 saatin nasıl geçtiğini hatırlamadan, uçaktaki eminim diğer yolcuları da rahatsız ederek geçiyor. Çok ayıp İrem!