Pamukkale bölgesinde ikinci gün, birinci günün tatlı yorgunluğuna ek olarak merak ile başlıyor. Çocukluğumuzdan beri gözümüzün ezberlediği, gitmesek bile gitmiş kadar olduğumuz Traverten’leri göreceğiz. Cümle içinde gitmiş kadar olma hissi var evet farkındayım. Ama öyle değil mi ki? Karardı, sarardı, pislettiler derken derken dünyaca ünlü bu özel yeri çıplak gözle görme, kat kat havuzların içinde dolaşma şansına erişeceğim.
Ben bazen gerçekten kendime şaşırıyorum. Öyle şuursuz oluyorum ki kendimi tamamen teslim edip, iki satır bir şey okumuyorum, 3 görsel tıklamıyorum. Bilmeden gidiyorum. Nasıl olsa grubuz, Selda var başımızda, Denizlili, yerli biri ile gezilince tembellik ediyorum. Genel yorgunluğuma veriyorum bunu da. Armut piş ağzıma düş. Sen görmeye, hissetmeye, yaşamaya anı biriktirmeye bak İrem diyorum sonra da kolaya kaçıp. Sık sık hatırla, hafızana antrenman yaptır, anlat, yaz bolca hissettiklerini…
Bir üst paragrafı yazma sebebi ise şu, aslında cehaletim. Hierapolis’, duyardım ama okumadığım için bilmiyordum. O meşhur antik havuzun orada olduğunu, travertenler ile antik kentin bir arada olduğunu hepsini girip gezdikçe öğreniyor, biraz utanıyor ama öğrendim işte diyerek kendimi avutuyorum.
“Hierapolis Pamukkale içinde bir Frigya antik kenti. Hem de öyle böyle değil büyüleyici güzellikte, 40 derece sıcakta bile insanı etkileyen Bergama’nın kurucusu Telephos’un Amazonlar kraliçesi karısı Hiera için yapılmış ve ismini oradan almış bir kent. İlk önce Helenistik düzende yapılmış ancak geçirdiği depremler sonucunda kaç kez yerle bir olmuş ve yeniden inşa edildiğinde tipik bir Roma kentine dönüşmüş. Unesco dünya mirası listesinde bulunan Hierapolis, şifalı suların aktığı travertenler sebebi ile de kurulduğu günden bu yana popülerliğini yitirmemiş”
Biz sabah kahvaltısı sonrasında aracımıza atlayıp Hierapolis girişinde müze kartlıların hemen geçtiği benim gibi ihmalkarların sırada beklediği bir süreci yaşıyoruz. Giriş ücreti 35 TL. (1 yıllık Müze Kart aidatı 40 TL) Daha sonra antik kent içinde bulunan araçlar ile önce şehrin ana girişi, tepede bulunan antik tiyatro ve Kleopatra havuzunu geziyoruz. Hafif esen rüzgar ile uzun zamandır böyle tarihi bir yerden etkilendiğimi hatırlamıyorum. Efes’i gezenler bilirler orası da başka bir havaya sahiptir ama burada başka bir şey var. Hele antik havuzda. Nasıl anlatsam bilemiyorum, coğrafi anlamda ve renkleri ile gerçekten etkileyici bir yer. İşte ezberde yer alan bir Pamukkale görüntüsü var ancak hissiyattaki çok farklı. Geç kalmışım gelmekte diye kendime kızarken, ne iyi ettim de geldim, bir daha gelirim ile duygularımı kendi içimde hizaya sokuyorum.
Kleopatra Antik Havuz
İşte aklımın çıktığı yer. Vakit olsa sene boyunca 36-37 derecelerde olan bu havuza atardım kendimi. Bir daha gelmek için al sana sebep! Havuza giriş ücreti 32 TL. Değer mi değer. Antik kenten kalan mermerler, sütunlar içinde şifalı suda yüzmek, 32 TL’nin çok çok üstünde bir haz bırakır insanda. Havuzda olanların yüzünden, keyfinden anladığım bu. Hem tüm Türkiye tanıtım filmlerinde yer alan o görüntü de işte bu havuzdan. Biliyor muydum? Hayır. Ayıp mı? Ayıp!
Fotoğraflar anlatıyordur umarım. Gelenler demedim mi sana, ben biliyorum hakikaten öyle diyor. Gelmeyenler ise planlara başlıyor.
Havuz çıkışı biraz yürüyerek, günün belirli saatlerinde, belirli alanlara su verilerek kararması engellenmeye çalışılan Pamukkale Travertenlerine ulaşıyoruz. Görüntüsü ile pamuk gibi gerçekten, Terlik ve ayakkabılarımızı çantamıza alarak çıplak ayak havuzların içinde yürümeye başlıyoruz. Kimi içinde oturmuş, kimi ayaklarını sokmuş kimi de bizim gibi aşağı doğru yürüyor fotoğraf çekerek. Hava çok sıcak! Aşağı doğru indikçe kalabalık biraz azalıyor, boş bulduğumuz havuzlarda bol bol fotoğraf çekiyoruz, hangisi güzel ise instagram’a yüklenecek neticede:)
Öğleni ettik bile! Hierapolis ve traverten gezisi sonrasında Denizli şehri içindeki Pamukkale Şaraplarının mağazasına gidiyoruz ki biraz bir şeyler atıştıralım, öğleden sonra için hem kendimiz hem de şarjları biten telefonlarımız enerji toplayabilsin. Meşhur Kale Tavas pidesini de yedikten sonra öğleden sonra bölümüne hazırız!
Laodikya
Cahil yazarımız Denizli’ye gelene kadar Ladodikya’yı da duymamıştı. Hangi köprüden atsın kendini?
Denizli ili içerisinde bir tarafta Hierapolis diğer cenapta ise Laodikya var. Ortada bir düzlük. İki ayrı tepeye kurulmuş iki ayrı efsane kent. Laodikya’dan bakınca tepeye ilişmiş pamuk görünümündeki travertenleri görmek mümkün. Antik tiyatrosu, caddeleri, gymnasiumu, stadyumu, çeşmeleri, tapınak ve kiliseleri ile coğrafyamızda bulunan en önemli antik kentlerden biri Laodikya. Kazılar 1960’larda başlamış, son 10 yılda ise hızlanmış. Rehberimizin anlatımına göre daha da çok alan var kazılacak, ortaya çıkarılacak.
Ben pideleri gömmüş, 2 kadeh de buz gibi Pamukkale beyaz şarabını içtikten sonra ay bana bir şeyler oluyor tadındayım Laodikya gezisi süresince. Halbuki sadece bana değil herkese sıcaktan ötürü bir şeyler olmuş. Güneş tepede, gruptan izin isteyerek antik kent girişinde bulunan kafeye atıyorum kendimi, buz gibi su, sade bir Türk kahvesi, kafayı musluğa dayama gibi işlemlerden ve desteklerden sonra az biraz kendime geliyorum ama yine tam enerjik ve randıman sahibi değilim. Benimle birlikte izin isteyen diğer arkadaşlarımla oturup akşam üzeri gün batımında nasıl muhteşemdir burası diye iç geçiriyoruz.
Akşam üzerine kalmadan Denizli havaalanına doğru yola çıkmamız gerekiyor. Zira 2 gün 1 gecelik Pamukkale Bağ Bozumu gezisi, kültür turu kısmı ile son buluyor.
Nefisti, tadı damağımda kaldı, ne çok şey öğrendim, ne çok insanla tanıştım. Gezmeyi özlemişim!
Bende bolca fotoğraf mevcut, ayrıca #pamukkaleharvest2016 etiketi ile nefis fotoğraflar instagramda!
çok şahane bir yere benziyor 🙂
Kesinlikle öyle bir yer. Büyülü gibi.
Görünümü bile adeta huzur veriyor. Herkesin mutlaka görmesi gereken biyer.