Ayn diyor ki yeni kitabım için konsantre olmam gerekiyor. Biraz Kamboçya’dan işlerden uzaklaşıp kitapta hızlanmalıyım. “Eee ne yapacaksın, ne düşünüyorsun?” diyorum. 1 ay Bali’de kalacağım, sakin kafelerde oturup yazılarımı yazacağım. Ne güzel fikir diye imreniyorum içimden. İrem kız sen de baksana bilet dediğinde içimde yapsam mı bu deliliği diye bir geçiyor. Ay yok, hesaplı gitmem lazım falan filan derken bir 10 gün falan geçiyor e-mailimde tek yön gidiş biletimle bakışıyoruz birbirimize.
O andan itibaren nasıl bir yaşam sevinci doluyor içime anlatamam. Uzun zamandır bu kadar heyecanlı ve keyifli hissetmemiştim. Sanırım depresyondaydım da pek söylemiyordum kendime. İstanbul tatsızdı, hayatımdaki pek çok şey tatsızdı. İşlerim az, yoğunluğa alışan bünyem şaşkın, mutsuz. İyi bir tedavi yöntemi seçtiğimden eminim her zamanki gibi.
İstanbul’dan Jakarta‘ya oradan da Bali, Denpasar‘a uçacağım. Endonezya bizden vize istemiyor. 26 kg’lık peynir ve kavurma dolu bavulumla gecenin 12’sinde uzuuun bir yolculuk yaptıktan sonra Bali’ye inmiş oluyorum. Üzerimdeki kıyafetler fazla geliyor. Ayn tanıdık taksici gönderdi alana, onunla buluşup Ubud‘a geçeceğiz. Jero biraz gecikerek beni almaya geliyor. Öyle yorgunum ki neredeyim, nasıl bir yere geldim, saatlerdir yoldayım, arabaya biner binmez uyuyorum. Geldik diye uyandırıyor, gece neredeyse saat 2, eve kendimi atıp, uykuya dalıyorum. Pardon önce peynirler, kavurmalar, sucuklar dolaba giriyor…
Sabah yere kadar tek parça kocaman cama doğru baktığımda başka mavi olan bir gökyüzü, kocaman yem yeşil ve turuncu çiçekli bir ağaç, hafif esen rüzgarla kıpraşan bir perde… Cennetin kapısında uyandım sanki.
Binlerce kilometre öteden gelen ganimetler sabah kahvaltısını süsledikten sonra motora atlayıp sahile gidelim diyoruz. Toplamda 35-40 km olmasına rağmen, yol, soldan akan yoğun motor trafiği gibi etkenlerle 1 saati buluyor. Bali kocaman bir ada. Endonezya’nın nüfusu yoğun Müslüman olmakla beraber bu ada Hindu Budistlerden oluşuyor. Her yerde minik tapınaklar, sunaklar. Girişinden ne olduğu anlaşılamayan yapılar. Ev mi, tapınak mı, otel mi yoksa mezarlık mı hakikaten belli değil. Hepsi büyülü gibi.
Doğa ise bilemiyorum nasıl anlatsam. Yüzümdeki salak gülümseme sanırım doğanın güzelliği sebebi ile orada kaldığım 10 gün boyunca değişmiyor. Sabitleniyor. Sadece ben mi? Karşılaştığım pek çok kişi de böyle, sırt çantalı gezginden Amerikalı, Avrupalı kokoş kadınlara kadar.
Eat, Pray Love filminden sonra Ubud uçmuş gitmiş. Hatta filmdeki Ketut birkaç yıl önce ölmüş, oğluna el vermiş, şimdi o bakıyormuş geleceğe…
Sahil tarafı ile Ubud arasında biraz fark var. Ubud’un ruhu, enerjisi, harmoni içinde kendine çekiyor. Sahil biraz daha turistik ve Bali gibi Bali. Balayı adası, çiflerin muhteşem otellerde kalıp vakit geçirdikleri yer ya da motorunda sörfünü tutan gençlerle dolu.
Biz de 1 gece sahil tarafında kalıyoruz ilk etapta. Buraya gelene kadar uçak bileti oldukça pahalı ancak sonrası kolay. Yeme içme, masaj, konaklama çok uygun. Deniz kenarında kaldığımız otel için yanılmıyorsam 26 dolar gibi bir şey ödedik, 2 kişi kahvaltı dahil. Plajı, denize bakan havuzu, bahçeli odası, açık alandaki banyosu ile birlikte. Sıcak memleket olunca banyoya çatı yapmamışlar. İlk önce huzursuz oldum ancak sonra insan alışıyor her şeye.
Hem de her şeye.
10 gün boyunca motor tepesinde (arkada) rüzgarı hissetmeye, aniden başlayan yağmurda ıslanmaya, ıslak motor koltuğuna oturmaya, zaman zaman nem kokmaya, düz durmayan kıvırcıklaşan saçlara, terlik, şort, tişört kombinlerine, bol yeşillik sağlıklı içeceklere, mutfakta cirit atan karıncalara, kertenkelelere, Asya’nın rahat, tembel, düz mantıkla çalışan zihinli insanlarına, o masadan bir türlü alınmayan boşlara, günde 3 kez tanrılarına şükretmelerine, yağmurda sonsuzluk havuzlarında su balesi yapmaya, volkanlara, keyfe, mutluluğa…
İyiye güzele alışmak çok kolay. Ben de ikinci gün alışmış oluyorum bu cennet adaya. Zaman zaman evdeyiz, bir anda çıkmaya karar verip bambaşka yere de gidiyoruz
3 aktif volkana karşı bir otel odasında uyanıp, yere kadar cam olan banyosunda müthiş manzaraya, yere kadar inmiş bulutlara bakarak duş alıyoruz.
Pirinç tarlalarına karşı kahvemizle bilgisayarlarımız açık işimizi gücümüzü de yapıyoruz. Bundan sonrasına da böyle devam etmek istiyorum hayatımda. Uzak Doğu büyüsü içinde yaşamak, çalışmak oldukça verimli, tatmin edici. Bu yazıyı şu an New York’tan yazıyorum, bahar gelmemiş hala, yarın kar yağabilir diyor TV’de hava durumunu sunan adam. Benim aklım güneşte, alerjimi coştursa da o sıcak, nemli havada. Özellikle de insanın içine işleyen o pozitif duygularda. Depolayıp uzunca süre lazım oldukça kullanmak istedim. İçime sindirmek için çabaladım. An’ları unutmamak için telefonun kamerası dışında gözümü açtım, tıkanan burnuma rağmen koklamaya gayret ettim.
Duyguların dışında Ubud’da olunca dünyanın bitki çeşitliliği anlamında en zengin coğrafyalarından biri olan bu adada, 9 dolara cilt bakımı, sağlık sunan çay karışımlarından almak, masaj olmak hepsi mutlu zorunluluk oluyor.
Bu kadar çok tapınağın olduğu adada keyfimizi sürmekten yana olsak da birini görmeden de dönmeyelim diyoruz. Tirta Empul Holly Water Temple en ünlülerinden biri ve biz de orada, suyun içindeyiz hatta, kısa bir arınma ile yeşillikler içinde ve en çok turist çeken bu noktadan ayrılıyoruz.
Yol üzerinde her yerde dünyanın en pahalı kahvesi olarak bilinen Kopi Luwak’ın fotoğrafları olan kafeler, bahçeler görüyoruz. Hiçbirine girme hevesimiz yok, birine ancak çılgınca yağan yağmur sonrası sığınıyoruz. Orada parmaklıklar arkasında yaşayan bu hayvanı görünce içim acıyor. Doğada olup özgürce yaşaması gerekirken dışkısından elde edilen bu kahve çekirdekleri için hepsi hapsedilmiş durumda. Bazı yerde vahşi kedi bazı yerlerde ise sürüngen olarak geçen bu hayvan ve kahve bahçeleri turist otobüslerinin önemli duraklarından biri. Üzücü.
Canngu tarafına gitmiyoruz nedense buraya yine geleceğim hissi var içimde, başka sefere diyorum. Daha popüler, daha turistik olduğunu söylüyor daha evvel gitmiş olan arkadaşlarım. Denizle bütünleşik havuzlar, akşam üzeri partileri, sörfçü yakışıklılar varmış. Canım birimiz kitap yazıyor, öbürümüz de işte öyle ayak uyduruyor ne yakışıklısı?
Doğası öyle müthiş bir ada ki her yerde akarsular, şelaleler var. Biz de birkaç kez şelalelerden birine gitmeye hevesleniyoruz ancak yağmur sezonu aniden bastıran
Son iki günümüzü havaalanına daha yakın bir bölge olan Kuta’da geçiriyoruz. Yine Jero bizi Ubud’dan Kuta’ya götürüyor. O arada anlatıyor biz Budistler her şeye şükreder, her şeyi kutsar ve kutlarız diyor gülümseyerek. Ona da eğlenceli geliyor aslında; doğduğun gün, doğumunun 3.günü, 7.günü, 6. ayı, yarım ay dolunay sayıp duruyor. Bu arada kısaca belirtiyor da Bali’deki bazı gelenekler kasabadan kasabaya da değişebilir diyor. Bu kadar kutlama ve şükretme olduğu yerde evet mutluluk da baki gibi.
Kuta mı? Bir Ubud değil. Bol dalgalı okyanus, güzel kafeler, restoranlar evet burada da var, enfes denebilecek oteller de. Ama bir Ubud değil. Ubud ruhu sarmış sarmalamış bizi. Daha adadan ayrılmadan özlüyoruz.