Batı Trakya’da görmediğim bir Dedeağaç kalmıştı. Ne yalan söyleyeyim özellikle göreyim diye bir hevesim de yoktu. Hep babamın yüzünden! Yollardayız yine. Kendisi evde ancak biz annem, ablam ve ben nasıl olsa arabanın triptik işlemlerini de yaptırdık diyoruz ve yolumuz uzun olmasa da sabah erkenden hareket ediyoruz. Kapıkule’ye nazaran Pazarkule’den geçiş çok daha kolay, 5 dakika sürmüyor ve yıllardır merak ettiğim diğer taraftayız. Evin camından her gün baktığım Yunan tarafındayız. Biz Edirneliler için farklı bir duygu bu. Eminim diğer tüm sınır şehirlerinde yaşayanlarda da vardır aynı duygu.
Yolumuz aslında pek uzun değil. Bulgaristan’a göre yollar da çok daha rahat. Dedeağaç’a kadar küçük bir mesafe hariç geri kalan tüm yol otoban. Aslında öncelikli hedefimiz Soufli, yolumuzun üstünde. Önce Orestiada, Dimetoka, Soufli ve Dedeağaç. Bizim için Soufli çok özel bir kasaba. Çünkü doğup büyüdüğüm sınır köyündeki evimizin balkonu tam bu kasabaya karşıydı, ara ara Pazar günleri kilisenin çan sesini duyardık. Meriç nehri Yunanistan ve Türkiye arasındaki sınırı çiziyor, biz de nehir kıyısına, set boyuna gittiğimizde karşı taraftaki Yunan askerleri ile Türk askerleri sohbet eder, birbirlerine sigara atarlardı. Aynı şekilde bizlerle de bildikleri kadar Türkçe ve bildiğimiz kadar Yunanca ile selamlaşırdık. Merakımız hep bu yüzden.
Soufli tabelasını görünce hepimiz duygulanıyoruz. Hele hele bir de kasabanın içine girince, bir de tepeye çıkıp o çan sesini duyduğumuz kilisenin içine girince, içerideki yaşlı teyzenin bize merhaba demesiyle, hüzünlü, mutlu duyguların karmaşası içine giriyoruz. Keşke babam da gelseydi diyoruz ancak bu keşif gezisi oldu bir daha ki sefere sadece Soufli’ye babamla geleceğiz. Minicik bir kasaba ancak pastahanesi, tavernası, ipek böceği ile uğraşan bir yer olduğu için İpek müzesi, pırıl pırıl evleri, bahçeleri, nar ağaçları ile neden daha önce gelmedik pişmanlığını hissettiriyor. Evet ilk defa bu kadar yoğun bir geç kalmışlık duygusu hakim bende. Bu kadar yakınken, bizim hayatımızda manevi olarak bilmediğimiz bir yer bu kadar yer etmişken, 35 yaşında görmek biraz geç. Neyse hiç görmemekten daha iyi diyerek, Meriç nehri arkasında kalan ve hava sebebi ile siluet olarak gözüken Edeköy’ün fotoğrafını çekip Dedeağaç’a doğru yolumuza devam ediyoruz.
Öğle saatlerinde küçük sahil kenti Dedeağaç’tayız. Açıkçası hiçbir beklentim yok ancak bulduklarım çok. Bağdat Caddesinden biraz küçük bir cadde, sağlı sollu kafeler, restoranlar. Hepsi dolu, hepsinde bakımlı, tarz sahibi kadınlar erkekler. Hayretler içinde bu keyifli Yunanlıları izliyoruz. Şaşkınlık içindeyiz. Bu kadar minik bir yerde bu kadar yoğun bir sosyal yaşam! Aramızda ne kadar az kilometre var ancak ne kadar büyük bir fark var?!
Sakin bir balıkçı bulup öğle yemeğimizi aradan çıkartıp bir an önce caddede dolaşmak istiyoruz. Üç kadın ne yapar? Zara’ya girip alışveriş! Türkiye’ye göre daha ucuz ayrıca farklı modeller bulmak da mümkün. Biraz para harcadıktan sonra kahvelerini içmeden dönmemeliyiz, tabi boş bir yer bulabilirsek! Hava bozmak üzere, dönüş yolunda yağmur var, CD’de Orhan Gencebay’ın şarkılarından oluşan derleme albüm. Keyifli bir gün. Babama anlatacak çok şey, gösterecek çok fotoğraf var. En önemlisi bir sonraki gezimizin planı yapılacak!