Granada’da geçen ikinci günün ardından hala tur otobüsümüz ile Sevilla’ya doğru İspanya’nın hafif kurak, maki bitki örtüsü ile bezenmiş arada tepeliklerle dolu otobanında ilerliyoruz. 2,5 saat süren yolculuğun ardından şehre indiğimizde Kasım ayında olmamıza rağmen ılık, güneşli bir hava ve hafta sonunun verdiği coşku sokak aralarından caddelere kadar yüzümüze çarpıyor.
Biz yine gruptan ayrı kendi özgür ruhumuzun sesini dinleyerek hareket ediyoruz. Önce trafiğe kapalı ana caddesinde biraz tur attıktan sonra arada dar sokaklara girip çıkıp şehri keşfe dalıyoruz.
Her küçük meydanda pazar tezgahları var, minyatür hediyelik eşyaların satıldığı. Dondurmacılar, güzel binalar, güzel insanlar derken Sevilla bir başka geliyor bize.
Birkaç km şehri yaşadıktan sonra sıra e hadi acıktık, güzel bir yemek yiyelim kısmına geliyor. Burada da Foursquare devreye giriyor. En yüksek puanlı restoranı bulmak benim, yemek ve şarap seçimi Tülin’in. Bir sürü meşhur pastane, restoran var ancak ben hem Foursquare’e hem de hislerime güveniyorum.
Lobo Lopez bu noktada enfes bir tercih oluyor. Hem dekorasyonu hem de yemekler müthiş lezzetli. Yemekçi değilim çok tekniğinden falan anlamam ancak yerken duyduğumuz haz yine bulduk alasını dedirtiyor. Mekanda hiç turist yok, sadece biziz, geri kalan herkes Sevilla’lı gibi. Yemek, şarap tatlı derken keyif sarhoşu olup günün geri kalanı için hareket ediyoruz.
Girdiğimiz bir caddenin kalabalığı ilgimizi çekiyor. İsmi Calle Arfe, pek çok bar karşı karşıya ya da yan yana, insanlar sokağa taşmış, gündüz vakti. Ellerinde içkiler. Birinden İspanyol ezgileri “ole!, ole!” naraları duyuluyor. Bir gitar 2 vurmalı çalgı ile insanlar daracık alanda Flamenko yapıyorlar.
Sokakta daha da fazla vakit geçirmek istiyoruz. Sadece otelimize bizi götürecek olan otobüsümüzün saati de yaklaşıyor. Biraz daha farklı sokak gezdikten sonra son içkimizi de Sevilla Katedraline bakan Dona Maria hotelin roofunda alır mıyız tatlı kız diye birbirimize bakıyoruz. Gün batıyor, katedral turuncu, güneşin ışığı daha da rengini belli ediyor. Gök maviden yavaşça koyuya dönüyor.
Bizim gibi terası aşağıdan görüp gelen pek çok turist var, evet manzara muhteşem. Hafif akşam serinliği de çıkıyor. Az zamanımız kaldı, 1’er içki, biraz muhabbet ve merkezde olmayan uzak otelimize gidiyoruz. Gece ne yaparız belli değil. İstanbullu Gelin de yayınlanmış, belki odada açar onu izleriz internetten, kim bilir. Bu noktada komik bir anım var aslında, tişört, pijama ve terlikle resepsiyona inip kendimi 200 metre ötedeki süpermarkette peynir, ekmek ve şarap alıyorken buluşum. Anlattığım diğer arkadaşlarım ve Tülin komikli anları daha iyi biliyor ama yazamayacağım buraya şimdi. Ayıp çünkü:)
Gece odamızda şarap, ekmek ve peynirle geçiyor. Dışarı çıkma hevesimiz yok. Dizimizi izleyerek ben de o arada internetten arabamızı kiralıyorum. Yarın sabah turdan tamamen ayrılıp kendi rotamızı çizeceğiz.
Sabah havaalanına gidip aracımızı teslim alıyoruz. Tülin ehliyetini unutmuş, tüm şoförlük hizmetleri benden sorulacak. Yolumuz Cordoba’ya doğru. Biliyoruz ki tabelası cazip gelen, köy kasaba hepsi bizden nasibini alacak. Önce sabah kahvesi ve geleneksel İspanyol tatlısı churro için Écija‘ya uğruyoruz. Günlerden pazar, kimi kiliseden çıkıyor, kimi futbol antremanına gidiyor.
Otobana geri girip Cordoba’ya doğru devam ediyoruz…