Tembelliğin de bu hayatta aslında hiçbir bahanesi yok.
Endülüs gezisine gideli, oradan döneli 1 yıldan fazla oldu. Facebook, instagram eski postları hatırlatıp duruyor. Shame on you, İrem!
Kendimi önce kendime affettirmek üzere oturdum şimdi bilgisayarımın başına.
Malaga, Granada, Sevilla ve Cordoba ile başlayan bu muazzam seyahatte, arabamızı kiralamış olmanın verdiği özgürlük hissi ile sabah erkenden otelden ayrılıp Cadiz’e doğru yol alıyoruz.
Cadiz ülkenin en batısında, okyanusa bakan noktada bir liman kenti. Liman ve deniz kenti denince benim aklıma gelen şey deniz mahsülleri oluyor. Beni bilmeyen de sanacak 80 kilo, aşırı iştahlı bir tip. Ama şöyle beyaz şarap, yanına da sossuz bile olsa bayıldığım taze karides olsa kim yemez ki?
Sabahın erken saatinde sonbaharın serinliği ile hafta içi okula gidiyor olmanın verdiği strese benzer duygularla yol alıyoruz. Minik ve ekonomik arabamızdan çok memnunuz. Müziğimiz güzel, ara ara sıralı ağaçların arasından akıp giden yola bırakıyoruz kendimizi. Tülin sürekli yakınlarda bağ evi var mı, hangi şaraphane var, ziyaret edebilir miyiz diye araştırıyor. Bense habire bir şeyler anlatıyorum, arada susuyorum.
Cadiz’e varmadan önce Jerez de la Frontera isimli küçük şehre girip çıkıyoruz. Hiçbir fikrimiz yok şehirle ilgili, meydanlarda gördüğümüz büyük ve etkileyici heykeller bizi şaşırtıyor. Aslında vakit kaybetmeden Cadiz’e varsak fena olmayacak, bir de akşam Malaga’da olmalıyız. Günü dolu dolu geçirme hedefindeyiz.
Oldukça eski bu liman kentine girerken okyanusun girinti yaptığı yerlere kurulan büyük köprülerden geçiyoruz. Arabamızı otoparka bıraktıktan sonra sonbaharın üşütmeyen güneşi, arada ısıran rüzgarı eşliğinde eski şehir bölgesindeki sokakları keşfetmeye başlıyoruz.
Diğer Avrupa şehirlerinde olduğu gibi eski şehir denilen bölümler dar sokaklar, sokakların içinde apartmanlar, küçük avlular, restoranlar, sanat galerileri, kafeler, bankalar, dükkanlarla dolu. Birbirine bağlanan bu küçük sokakların her biri başka bir meydana açılıyor. Ortada ise en büyük meydan ve orayı simgeleyen dini yapı muhakkak hepsinde aynı. Cadiz de öyle. Bizim amacımız ise okyanusa, deniz kenarına ulaşmak, orada bir restoran bulmak. Tülin hatta eğer üşümeyecek gibi hissedersem ben denize girerim çılgınlığında. Benim öyle bir hevesim yok açıkçası. Beyaz bir şarap ve karidesler nerede onları bulmaya çalışıyorum. Okyanus biraz çekilmiş, plaj genişlemiş, bizim gibi tek tük turist ve ve yılın son ısıtan güneşini fırsat bilen birkaç yaşlı amca ve teyze. Bir de Fellini filmlerindeki gibi plajda kol kola girmiş, yürüyüş yapan bir çift…
Hiç sevmem sonbaharı. Apar topar kışa kavuştuğu için. İnsanlar ortalıktan çekilir, hava erken kararır, yeşiller kahverengiye döner, doğa cılızlaşır. Ölüm gibi sonbahar. Kaybediş, ayrılık duyguları, yaşlılık hislerini anımsatıyor bana hep. Sevmem.
Sahilde dolaşıp, anıları hem zihinlerimize, hem de telefonlarımıza kaydettikten sonra saati de öğleye yakın ediyoruz. E artık bulunmalı bir beyaz şarap, bira ve karides! Önümüze çıkan ilk tapas barın sokaktaki masalarına oturuyoruz. Siparişimiz geldiğinde ay bunlar yoksa pişmemiş mi diyorum ben bi an o canlı rengi görünce. Tülin saçmalama kızım, haşlama işte diyor. İremcim sus, ve gömül. Ellerin akşama kadar kokacak ve sen deli olacaksın ama lezzet nasıl sen ona bak!
Yemek sonrası kahvelerimizi elimize alıp şehirden ayrılıyoruz. Bu kadardı işte Cadiz’cik. 2-2,5 saat geçirip bitirdik. Önümüzde 3 saatlik bir yol var ve akşam üzeri gibi Malaga’da olursa biraz da orayı gezeriz düşüncesindeyiz. Ama bize belli olmaz, hoşumuza giden bir tabela tüm programı değiştirebilir.
İspanya’nın güneyinde Afrika kıtasına paralel yol alırken, rüzgar değirmenleri, küçük kasabalar, tarlalar, bağlar, fidanlıklar. Az insan, çok doğa.
Denize iyice yaklaştığımızı hissettiğimiz anda kite yapanların renkli paraşütlerini görüyoruz gökyüzünde, ilk sağa dönüp arabayı park ettiğimizde ise, karavanlar, sörf tahtaları, plajdan gelen tene çarpan rüzgar.
Plajda ise onlarca insan, kimi paraşütünü topluyor, kimi açıyor, kimi dalgalar ve rüzgarla dans ediyor. Akyaka’dan bu tür görüntülere aşina olan Tülin çok mutlu. Meğer Tarifa sahilindeymişiz, haritayı kontrol ettiğimizde anladık, Avrupa kıtasının en güneyine bir dokunuyoruz. Biraz aşağısı Fas…
Bize göre büyülü anlar, gördüklerimiz doyuruyor bizi bu sahilde.
Malaga’ya kadar belirli bir noktadan sonra otoban başlıyor, otobanın aşağısında ise sahil kasabalarının birbirine bağlayan yol var. Tabii ki otobandan gitmiyoruz. Artık kabullendik, akşama kadar yollardayız, Malaga geceleri mi bizi bekler, yoksa doğruca beyaz çarşaflı otel yatakları mı, göreceğiz.
Yol üzerinde Algericas Emirliği içinden geçip, Cebelitarık kenti Birleşik Krallığın kontrolünde olduğu için o yarım adaya uzaktan bakarak yolumuza devam ediyoruz.
Akşam yemeğinde Marbella’da olur muyuz? Oluruz, günü orada batırıp kalan az yol ile akşam Malaga’dayız.
Böylelikle Seat marka arabaların isim kaynağı olan bütün şehirleri de gezmiş oluyoruz. Tadımlık şeklinde.
Marbella sahili büyük balkonlu güzel apartmanları, caddeleri, sahil yolu ile kapanmak üzere olan sezonda bile oldukça turistik duruyor. Bol Alman turist görüyoruz. Antalya gibi, hele merkez çarşısı bana Kaş’ı anımsatıyor. Sahilde şezlonglar toplanmış, belli ki gündüz denize girilmiş, güneşlenilmiş.
Sahilde bir restoran bulup, hadi İspanya’dayız paella yemeden dönmeyelim diyoruz, 1 şişe de köpüklü şarap eşliğinde. Madrid ve Barcelona’ya göre kötü bir paella deneyimi oluyor, ancak yapacak bir şey yok. Yemek sonrası Malaga’ya ulaşıp direkt otelimizi buluyoruz. Demek ki neymiş, beyaz çarşaflı yatak bizi beklemiş.
Yarın öğlen Türkiye’ye dönüş uçuşumuz var, müthiş bir Endülüs gezisi, iyi ki gelmişiz dedirtiyor bize…
Ya boyle çok kıskandım sizi anlatamam. 🙂 maşallah nazar değmesin Yanlış anlamayın çok özendim size. Daha 18im ama üni hayatım boyunca bu ispanya ve italya en çok gitmek istediğim avrupa ülkeleri çok güzel ve kültürü bol geliyor. Fotograflardan da ne kadar güzel oldugunu bize gösterdiniz yazıylada artık mükemmel olmuş Ellerinize sağlık