Küçücük bir koy. Bizim kocaman Louis Cristal’imiz nasıl yanaştı, nasıl manevra yaptı bu koya diye düşünüyorum sabahın erken saatlerinde. Akabinde rüzgar ile gemi zaman zaman yer değiştiriyor gibi geliyor. Kos’tan hareket ettikten sonra tüm gece yol almışız ve İos’a gelmişiz. Ana kara üzerinde beyaz kiliseler, şapeller önce dikkat çekiyor, ancak tam kavrayabilmiş değilim nereye geldiğimizi ve önemini. Neticede ağaçsız, yine kel bir ada var karşımızda.
Bizi karşılayan botlarla 30 saniye bile sürmeyen yolculuktan sonra karaya ayak basıyoruz. Gemide kahvaltımızı etmiştik ancak ada halkı küçük bir stand hazırlamış ve biz ada ürünlerinden yaptıkları, kekleri, poğaçaları, minik kanepeleri ve uzun yıllar hatırlayacağımız limonatayı ikram ediyorlar. Sanırım bu adaya cruise gemileri yeni yeni gelmeye başlıyor ve ada bunun için ayrı bir heyecan duyuyor. Hepsi öyle tatlılar ki, oturup uzun uzun sohbet etmek istiyor insan.
Biz ikramlar için teşekkürümüzü ettikten sonra otobüsümüze binip adanın merkez Chora köyüne doğru hareket ediyoruz. İos Arkeoloji müzesindeki hızlı gezimizle birlikte Chora köyünün dar, yokuşlu ancak oldukça sürprizli sokaklar bizi şaşırtıyor. Grup birbirini kaybediyor, taşlara kireçle yazılmış kilise şekilleri ile yolumuzu bulmaya çalışıyoruz. Rehberimiz diyor ki sabah olduğu için farkında değilsiniz ancak inanılmaz bir gece yaşamı var İos’un diyor. Kesinlikle çok doğru o daracık sokaklarda bolca bar tabelası görmek mümkün. Ancak köy halkı uyuyor. Ancak birkaç köy kahvesinde oturan yaşlı Yunanlar bize Kalimera diyor.
Chora‘da en tepeye, en yükseye çıkıyoruz. Kan ter içinde kalsak da kimimiz su için cüzdanındaki tüm parayı verecek olsa da en yüksekteki şapellere çıkıp, denize, doğaya ve tanrıya bu kadar yakın olmak, hakim olmak insanın içini inanılmaz bir güçle dolduruyor. Belki de bu gücün sebebi seratonin, mutluluk…
Gezilebilecek yerlerden biri Skarkos antik şehri ancak bizim zamanımız kısıtlı olduğu için otobüs camından bakmayı ve hızlıca plajlara ulaşmayı hedefliyoruz.
Adada 365 adet kilise ve şapel var. Bir yıl içinde her güne bir kilise gibi düşünülebilir. Ara ara yüksekliği olan, aşağı baktığımızda muazzam koyları olan, uzaktan siluet olarak gördüğümüz Santorini adası…
Yarım saatlik bir yolculuğun ardından sıcaktan, nemden kurtulmak için coğrafyanın en güzel nimeti deniz. Hiç tereddütsüz, beklemesiz, kaprissiz ve şüphesiz giriyorum. Tüm gün keyif yapmak var aklımda, önce bir kahve ardından buz gibi bir beyaz şarap, inşallah deniz mahsulleri dondurulmuş değildir diye dua ediyorum. Nerede mi? Plajın derme, çatma restoranında, Manganari’deyiz. Aklımda diğer Yunan adalarından özellikle Midilli’de yediğim kolum kadar kalamaz ızgara var. Burada da bulurum inşallah diyorum. Kum incecik, ayaklarım, hatta yürüdükçe bacaklarıma kadar sıçrıyor, yapışıyor. Duş görünürde yok, restoranın sahibinin oğlu hemen beni hortuma kavuşturuyor. Sanki 1 şişe şarap içmişim gibi, denizin, güneşin keyfi ile sarhoş gibiyim. Soğuk su kendime getiriyor beni. Kurulanıp restorana geçip önce kahve diyorum, yok yok hemen öğlen olmadan bu Yunan’ın da tadı çıkmalı. Tatilde değil miyiz? Özgür değil miyiz? Araba da kullanmayacağız. İçimde tatlı da bir heyecan var saklayamadığım.*-*
Gelen ev yapımı beyaz şarap, kalamaz ızgara, ahtapot yiyenleri özendirecek lezzette. Mezeleri saymıyorum.
Daha fazla anlatmaya lüzum yok sanırım. Birleşen masalar, şen kahkahalar, mutlu insanlar…
Dönüş vakti yaklaşınca yine notlarımı toparlıyorum.
Kiklad ada grubununda olan İos Homeros‘un adası. Zamanın en büyük savaş muhabiri olan Homeros burada yatıyor. 1.500 nüfuslu bu küçük ada, Yunanların henüz turizmden coşmamış, keşfedilmiş adalarından biri. 26 ayrı plajı, gece hayatı, zeytin, şarap ve gravyer peyniri ile ünlü adası. Bizim için çok yeni. Biz biliriz, Rodos, Kos, Mikonos…