Her seyahatim sırasında o memlekette iken düşünüyorum “Burada yaşanır mı?, Burada kendimi yerli gibi hissedebilir miyim diye?”. Evet canım Lizbon, seninle olurum! Sana kendimi teslim ederim, seni sever, sarmalarım.
Ne yalan söyleyeyim, uzun zamandır, hatta uzun yıllardır hayalini kurduğum seyahat rotası Portekiz.
Tamı tamına 1 hafta, yarısı Lizbon’da geçecek, yarısı ise Porto’da. Lizbon’a uçuyor bizim demir kanatlımız. Yol uzun, 5 saate yakın sürecek; 1 film, biraz oyun derken bitiveriyor bile.
Lizbon havalimanına inince taksi kuyruğuna giriyoruz. Şehir merkezine 9-10 Euro’ya gidiyor taksiler, bavullarla oradan oraya savrulmaktansa atlıyoruz tabi taksiye. Otelimiz merkezde sayılır, tam göbeğinde olmasa da yürüyerek yarım saatte sahilde olabiliyoruz. Hem oldukça nezih bir semtte, Nişantaşı gibi diyebilirim. Otel dediğime de bakmayın burası bir guesthouse. Racquel, sahibi bizi kapıda karşılıyor. Magnolia GuestHouse sadece 4 odadan oluşan, konforlu, sessiz ve modern döşenmiş, tam bir ev sıcaklığında.
Eşyaları atıp birer kahve içtikten sonra arka sokaktan hemen Bairro Alto bölgesine geçiyoruz. Portekizliler bunu Bayro Alto olarak okuyorlar. Daracık sokaklar, kafeler, barlar, restoranlar, hosteller, gençler, kapı önlerinde oturan yaşlılar… Ablam arada sıkılıyor ben bolca fotoğraf çektikçe. Yürüme hızımızı düşürüyorum sanırım. Akşam saatlerine kadar o sokak senin bu cadde benim yürüyoruz.
Sahile Time Out markete kadar iniyoruz, 7 tepeli olduğu söylenen şehrin bazı sokaklarında sürpriz şekilde sarı tramvay karşımıza çıkıyor. Bazı tramvaylar yokuş çıkıyor ring olarak. Bazısı ise neredeyse tüm şehri dolaşıyor. 3.90 Euro’ya iki yön bilet alıp istediğimiz tramvaya binebiliyoruz. Her turistin yaptığı aktivitelerden biri 28 numaralı tramvay ile şehri gezmek. Ancak biz onu yapmıyoruz, hem kuyruk var hem de tabana kuvvet, kaç adım atmışım, kaç kilometre yürümüşüz, günlük hedefimizi yakaladık mı akşam raporumuza ekleniyor. Bu daha keyifli bizim için. Hem bir de muhteşem Portekiz usülü deniz mahsüllerini yiyip, kalorileri alında, yürümek, hatta bolca koşmak gerekiyor.
İlk günümüz tamamen şehrin dokusuna, kokusuna alışmak ve hoşlanacağımız rotayı belirlemek ile geçiyor. Son yıllarda her seyahatim böyle yapmadan dönmeyin listelerinden çok ben nerede keyif alırımları, kendimce keşfetmekle geçiyor. Yanımda kim varsa ya da yalnız isem de bana ayak uyduruyor. Gezdiğimiz bölgeler ise sırasıyla, Rato, Bairro Alto, Riberia, Chiado, Baxia, Rossio, otele dönüşte de Restauradores meydanında Pombal’a kadar yürüyoruz. Tabi aralarda pek çok sokağa da giriş çıkış yapıyoruz. Bir arkadaşımın tavsiyesi kulağımda, tabelayı rastlantı sonucu görünce de ablama gel oturuyoruz buraya diyorum.
Al sana akşam yemeği için yer ve şıp diye önüme çıkması da ayrı sevindiriyor beni. İsmi Pinoquio. Yeşil büyük şemsiyeleri ile dikkat çekiyor, Restauradores meydanında hemen köşede. Masalara bakıyoruz insanlar neler yiyor özellikle diye. Deli gibi aç değiliz ama yeriz bence yine güzel bir deniz mahsülü. Karides istiyoruz, masaya hemen bir zeytin tabağı geliyor ki enfes. 1 şişe beyaz şarabımız. Oh oh keyiften o an ölsem pişman olmam. Yetti bana bu yaşam diyebilirim. Gerçekten deniz ürünleri nefis. Diğer günlerde de oradan geçerken acaba otursak mı diye düşündük çok kez tok olduğumuz halde.
İlk günü 20 bin adıma yakın bir rekorla tamamlayıp, tatlo otelimize dönüyoruz. Akşam saatlerinde Ekim ayının serinliği biraz ısırıyor. Olsun, gün içinde ışıldayan ve önümüzdeki günlerde de hava raporuna göre ışıldayacak olan güneşe minnettarız.
İkinci gün Europcar’dan minik bir araba kiralayıp Lisbon şehrine yakın ve en popüler kasabalardan biri olan Sintra’ya doğru yola çıkıyoruz. Öncesinde Tajo nehri üzerindeki 25 Nisan köprüsü, bu köprü sebebi ile herkes Lisbon’u İstanbul’a benzetiyor ama nedense ben pek o havayı alamadım. Biraz ileride de Portekizli kaşif Vasco de Gama için yapılmış olan Belem kalesini görüyoruz. Kahve molası eşliğinde. Belem kasabası da tatlısı ile ünlü, ancak biz yeterli vakit geçirdikten sonra Sintra’ya doğru devam ediyoruz. Zaten Lisbon’da her yerde satılıyor Pastel de Nata. Tatlıya düşkün olmayan ben yine de tadacağım elbette. Milföyün ortasına iyice kremalaştırılmış sütlaç konmuş ve üzerinde şeker eritilmiş gibi. E güzel, 1 tane bana yetti. Tatlı severler 3-5 götürebilir.
Sintra’ya otoban üzerinden gidiyoruz, Here maps’in navigasyonu hayat kurtarıyor her zamanki gibi. Sintra merkeze vardığımızda ise evet anlıyoruz ki gerçekten aşırı turistik bir kasabadayız. Restoranlar, hediyelik eşya satan mağazalar, tur otobüsleri, dar sokaklarda trafik, arabayı nereye koyacağız derdi derken minik bir park alanı buluyorum. Yürüyerek biraz gezebilir, bir yerlerde bir şeyler yiyebiliriz. Fakat herhalde havanın güzelliği sebebi ile öyle kalabalık ki! Dolaşıyoruz, biraz alışveriş sonra masallardaki kaleleri andıran Pena’ya çıkacak halimiz kalmıyor. Bir saatten fazla geçirdikten sonra Avrupa’nın en batı ucu olan Cabo de Roca’ya doğru ayarlıyorum navigasyonu. Fakat o da ne? Pek çok yerde yol çalışması var ve benim kafam karışıyor. Biraz önce öpüp kokladığım aplikasyon ile kavga etmek üzereyiz. Ablama diyorum ki boşver, görmesek ne olur? Cascais‘e gidelim, sahilde bir güzel yemek yiyelim. O her şeye tamam diyor, sen ne dersen ben uyarım. Mis gibi.
15- 20 dakika sonra Cascais’deyiz. Okyanusa kenarında küçük bir yerleşim. Bol restoran, palmiyeli yollar, güzel evleri ile hoş bir sayfiye.
Ne iyi etmişiz de gelmişiz! Biraz yürüyüp oturuyoruz restoranın birine. Neresi olsun diye çok düşünmüyoruz, nasıl olsa yine deniz mahsülüne gömüleceğiz 1 şişe Portekiz şarabı eşliğinde.
Son zamanlarda belki de hayatımın en güzel gününü yaşıyorum. Güzel yemek, güzel şarap, meydanda canlı müzik, dans eden turistler. Güneş tatlı tatlı. Yemek sonrası da plaja gidip yatıyoruz boylu boyunca. Öyle mutluyum ki anlatamam. Plajda bir de bedava internet var. At instagrama fotoğrafları bakayım!
Akşam üzerine kadar keyfimize devam ediyoruz. Yeter artık dönelim dedikten sonra ise Lisbon’un cuma trafiğinin içinde buluyoruz kendimizi. Arabayı teslim edene kadar da canımız çıkıyor. Bir de yakında benzinlik yok, full aldık, full teslim edeceğiz, neyse diyoruz farkı öderiz ama öyle olmuyor. Ödüyoruz da biraz pahalıya patlıyor, benzin parası dışında ekstra 25 euro da hizmet bedeli alıyorlar. Akıl parası işte o.
Güzel bir duş ve temiz bir uyku ile Lizbon’daki 3. güne hazırlanma vakti.
Son günümüzde yine tüm gün şehirdeyiz. Rua Augusta civarından geçip Praça do Commercio’ya ulaşıyoruz. Bu büyük meydan da bol fotoğraf çekilecek yerlerden biri. Sahil boyu yürüyüp, ilk günden aklımızda kalan Time Out Market’e gidiyoruz. Öğle yemeğimiz orada olacak. Ben ısrarlar istridye yemek istiyorum. Geçtiğimiz yıllarda ilk denemelerimde başarısız olduğum için bu sınavı geçmeliyim diyorum. Limonlamayı unutmadan.
Tam öğle saati olduğu için biraz kalabalık, birkaç tur attıktan sonra ancak kendimize yer bulabiliyoruz. Köpüklü şarap ile siparişimizi veriyoruz. Keyifler gıcır. Limonlu sirkeli sosu ile istridye konusunda bu sefer başarılıyım. Bayıldım mı? Muhteşem diyemem, kötü de diyemem. Ortalama güzellikte. İkinci kadehlerimizi alıp dışarı çıkıyoruz. Time Out Market’te çatal, bıçak, tepsi ve kadehler ortak. İstediğin yere bırakabiliyorsun. Biz biraz parktaki bankta oturup içkimizi bitirdikten sonra ablam kadehlerimizi içeri götürüyor ve yürümeye devam ediyoruz. Bairro Alto’ya bu sefer tramvay ile çıkıyoruz. Manzara noktası Miradouro de Santa Catarina hedefimiz. Çok bayılmıyorum ben bu alana, ara sokaklarda duvarları çinili evleri incelemek daha keyifli. Biraz daha dolaştıktan sonra otele bir gidelim, akşam üzeri için 2 hedefimiz var. Biri Bairro Alto Hotel’in terası, diğeri de Park Bar.
Akşam üzeri şehir cıvıl cıvıl, her sokaktan insan taşıyor, her yer keyifli. O an ben burada yaşarım duygum pekişiyor. Diğer Avrupa ülkelerinde bunu hissetmemiştim ancak Portekiz gerçekten açık ara önde şu an benim kalbimde. Bairro Alto Hotel Chiado‘da hemen cadde üzerinde. Terasa çıkıyoruz ancak tabi tam akşam üzeri saati, oturmaya yer yok. Sonra gelsek eminim yine bulamayız. O zaman ikinci hedefimize doğru devam ediyoruz yola.
Park Bar, katlı bir otoparkın en üst katına yerleştirilmiş, oldukça popüler bir bar. Zaten otopark girişindeki asansörün kuyruğundan anlaşılıyor. Zor zar çıktıktan sonra terastaki kalabalık da yine bize, çok güzel ancak burada da duramayacağız dedirtiyor. Müzik güzel, ambiyans güzel, insanlar güzel. Bak bak dur. Manzara mı e o da güzel.
Lizbon ile güzel bir vedalaşma oluyor Park Bar havası. Yarın yolculuk var, 3 saat sürecek tren biletimizi alıyoruz Santa Apolonia istasyonundan 24 Euro’ya.
Lizbon gerçekten çok çok güzel, bakalım Porto ne düşündürecek bana…