Genelde hep önce başlığımı koyuyorum o da anlık aklımdan geçen oluyor ve sonra başlıyorum yazımı yazmaya. İkinci cümleyi yazıyorum şu an ama hala bir şey geçmiyor aklımdan adam akıllı.
İşten şu günlerde erkenden çıkmak istiyorum 21 Haziran’a kadar. 21 Haziran’dan sonra günlerin kısalmaya başlaması ile yazın bitişi hızlanacak daha başlamadan. Bir arkadaşım bugün bu hesabı yaptığımı söylediğimde sanırım senin hiç derdin yok dedi. Düşünecek başka şey bulamamışım. Derdim olmaz mı hiç ayrıca! Bin tane! Ama o kadar önemli bir şey gün ışığı, gün ışığında boğazın keyfi, soğuk beyaz şarabın keyfi…
Tülin’imle yine spontane bir akşam yaşadık. Peşimize birkaç kişi daha takmak istedik ama düşmediler ağımıza. Nereye gitsek diye düşünürken Anjelique’e gitmeye karar verdik. Bundan evvel hep gece geç saatte gitmiştim, yemek sonrası eğlence olarak. İlk defa bir akşam üstü, kapalı, yağmurlu bir günün ardından hafif serin olabilecek bir sıcaklıkta oturdum boğaza karşı. Hava bulutlu, hafiften bulutların arasından sıyrılan güneş, batarken Anadolu yakasındaki bazı evlerin camlarına hoşça kal diyor. O yansıma muazzam. Parlak bir kiremit rengi.
Yine Cotes D’Avanos söyledik. İstinye Park’taki Masa’ya oranla çok daha ucuz bir fiyata hem de! Sağlam kazık yemişiz orada. İşin ilginci Anjelique 20 basar Masa restorana. Kıyaslamam bile. Bizim gittiğimiz saatte henüz kimse gelmemiş, birkaç yabancı dışında. Kimseyle paylaşmak istemediğim için bayıldım o haline. Karanlık çöktükten sonra birkaç hoş bayan geldi, 5 yıldızlı otele düğüne gider gibi giyinmiş, hepsi sabah 09:00’da mesaide olmanın eminim ne olduğunu bilmezler. Hatta gitsem sorsam bugün günlerden ne diye onu bile bilmezler veya lotus programı bilir misiniz desem, lotus oturuşunu bilirler onlar özel yoga hocalarının anlatmasıyla:) Neyse konumuz kıskandığım kadınlar değil, gidip keyif aldığım mekan. Bar masasına oturduk, ikimiz de karar veremedik önce hangi tarafa oturacağımıza, hangi manzaraya hakim olmak istediğimize. Ben her zamanki gibi İstanbul’da en sevdiğim yer olan Topkapı Sarayı’nı görmek istedim, komple o minik yarımadayı… Sıkılırsam Tülin’i kaldırırım yerinden diye planladım içimden de. Hava iyice karardıktan sonra arka tarafımda kalan görüntü karşımdaki cama aynen yansıdı. Tülin’i kaldırmaya da gerek kalmadı. Günlerden Perşembe, ama saat 9’dan sonra nasıl güzel bir kalabalık öyle? Tüm masalar doldu neredeyse. Şahane! O saatten sonra o kalabalıkta olmak istemedim, zaten uykum çoktan gelmiş, kimse yokken, paylaşım azken de tadını çıkarmıştım miss gibi her şeyin… Gece karanlığında evlerin ışıklarının yansıdığı boğaz onlara kalsın. Ben evime gidip uyuma hayalleri kurmaya başladım bile…
Benim duygusal halimden uzaklaşıp, Anjelique için mini bir değerlendirme yaparsak; manzara tartışılmaz. Servis başarılı, bol garsonlu bir yer ilk başta göze batıyor ama sonrasında gelen kalabalığı görünce doğru bir matematik olduğu anlaşılıyor. Dekorasyon sade, şık ve elegant. Alt katı yeniden dekore etmişler. Gayet hoş olmuş. Hep bir sade şıklık ön planda. Hiçbir şey göze batmıyor.
Yemek yemeyip sadece aperatif aldığımız için yemekler konusunda bir değerlendirme yapamıyorum. Ama yan masalara gelen tabakların kokuları tok halimle bile beni çekti.
Çok yabancı var yemeğe gelen. Demek ki ya otellere verilen dergilerde yer alıyorlar bolca ya da her yabancıya şehri bilen biri iyi akıl veriyor ve onlar da geliyorlar.
Hesap ee ucuz değil. Değer mi? Gecenin toplamına bakınca değer tabii ki. Arkadaşımla hoş sohbet etmişim, boğaza bakıp kaç ev hesabımı yine düşünmüşüm, arada birilerine sinirlenip 2 küfür etmişim, yarın ne giyeceğimi planlamışım, hafta sonunu hayal etmişim…
Dönüş yolumda da Frank Sinatra My Way’i söylemiş bana… Çok şanslıyım diye düşünüyorum bu hayatta…