Ay gidince muhakkak Williamsburg‘ta şuraya git, burada bira iç, burada kahvecilere gir bıdı bıbı bir sürü öneri sonrasında evden çıkıyorum. Trenle Penn Station’da olduktan sonra önce Brooklyn tarafına bu sefer hatasız olarak biniyorum. Haydi bir tur klasik köprü yürüyüşü, 3-5 selfie çektikten sonra bir an kararsızlık yaşıyorum. Acaba köprüyü tam tur bitirip, Manhattan adasında mı dolansam yine? Yoksa hedefime doğru geri mi dönsem? Hava kapalı ama ne sıcak ne serin, tatlı esintili. Yürümekten vücudum ısınıyor hatta. Kolumda meşhur Fitbit’im, ara ara bakıyorum kaç bin adımdayım, kaç kilometre yapmışım diye.
Brooklyn tarafına dönüp oralarda da biraz dolaştıktan sonra metroya atlayıp ve yine şaşırmadığım için kendimi tebrik ederek yeşil G hattı ile Metropolitan Avenue durağında iniyorum. Hedefim Williamsburg’daki bohem yaşamı görmek, kısa süreli olsa da orada vakit geçirmek. Bizim Karaköy gibi aslında. Eskiden bir şey yokmuş, sonra sonra popüler olmuş. Tarz giyimli pek çok insanı görmek mümkün bu semtte. Tabii önce bu semti bulabilirsem, doğru yöne gitmeyi becerebilirsem.
Hikayemiz burada başlıyor. Bazen tersim dönüyor ve harita okuma becerim bir anda kayboluyor. O kaybolduğunda otomatik olarak ben de kayboluyorum. Aslında nokta atışlarımla ünlüyüm ancak arada bu ün lekeleniyor. Sorun yok, panik yok.
Sola gideceğime sağa gidip nerede bu Williamsburg derken sanki bir perdeyi aralıyorum ve bambaşka bir dünyaya, başka bir zaman dilimine geçiyorum.
Uzun etekli, küt kesim saçlı ve yaz günü ince çorapları koyu renk ayakkabıları ile kadınlar, siyah bekishe’leri, kippah’ları ve şapkaları ile saçları püsküllü yahudi erkekleri.
Evet ben uçuk kaçık giyimli, moda bloggerı gibi günlük giyinen NY gençlerini göreceğim derken bir anda kendimi başka bir zaman diliminde ve başka bir yerde buldum sanki!
Dünya Yahudi nüfusunun %40’ının Amerika’da yaşadığı düşünürse, ben de NY’taki en katı Yahudilerin yaşadığı semte ayak basmışım! Şortlu, tişörtlü tek ben varım sokaklarda. İnsanlara şaşkınlıkla bakıyorum, bir kafe varsa oturayım diyorum. Etrafı incelerim. Starbucks da mı yok? Yok annem yok. Sadece kendilerine özgü Kosher marketler, geleneksel kıyafetleri satan mağazalar, fırınlar ve birkaç tane deterjan, ıvır zıvır satan market var. Market de öyle bildiğimiz, Amerika’daki zincir marketlerden değil, yine kendilerine özgü marketler, bakkallar. Tabelaların hepsi İbranice, İtfaiye tabelası bile! Zaman çok farklı burada. Bir gördüğüm bebek arabalı kadını sonra yeniden gördüğümü sanıyorum. Oysa hepsi aynı kıyafette. Sonradan okuyorum ki çoğunun saçı perukmuş. Saçları kazınıyormuş. Müslümanlıktaki türbanın da ilk çıkışı Yahudilikten olduğu söyleniyor. Yani referans noktası. Bu arada fotoğrafları çaktırmadan çekinerek çekiyorum, yamuk yumuk olmaları ondan.
Benim için oldukça enteresan bir tecrübe. Çıkayım bu mahalleden derken çıkmak da mümkün olmuyor, çünkü öyle büyük ki anlatmak pek mümkün değil.
Neyse 2 saat kadar yürüyüp, kilometreleri geçtikten sonra ilk indiğim durak ve civarına geri gelip bu sefer diğer yöne doğru giderek meşhuuur Williamsburg’u buluyorum. Şükür! Ama hiç pişman değilim bu deneyim için.
E güzel tabi, tatlı kafeler, hoş insanlar, hakikaten yakışıklı çocuklar, güzel kızlar, güzel, tarz giyimler. Ha bir şey öğrendim mi? Ben yine bu yaz şort tişört ile devam ettim. Rahatlığa devam.
Olsun gözüm gönlüm açıldı oralarda. Çok hoş bir kafeye gidip bir şeyler yiyip içtim. Sonra mı? Daha çok gezeyim derken yağmur başladı ve ben kendimi trende buldum.
Bu sefer Williamsburg üzerinden geçerek Times Meydanı durağında indim ve Gonca’nın tavsiyesi ile Hudson civarındaki Uniqlo mağazasına biraz öte beri almaya girdim.
Minimalist giyimi sevenler için ideal adres burası!
Bölgenin kalabalığı, e o kadar yürümüşüm, eve dönsem mi derken dur yaa bir de Empire State binasına çıkayım dedim!
Kısa ve öz yazısı gelecek. Beklemede kalın!
Müslümanlıktaki türban yahudilikten gelmiyor gerizekalı. Bizzat kuran-i kerimin içinden geliyor .
Kibar ve sevgi dolu yorumunuz için teşekkürler. Siz de tarih öğrenin Kuran’dan önce.