Milano sokaklarında kaybolma stresini daha otobandayken hissetmeye başlayınca Parma fikri kurtarıcımız, kaçamağımız oluyor.
Neyle karşılaşacağımızı hiç bilmiyoruz. Tek bildiğimiz ünlü bir futbol takımı olan İtalyan şehrine girmek üzereyiz. Her şehirde bir Fiera yani fuar alanı var, şehir ne büyüklükte olursa olsun. Fiera’yı geçince Centro tabelasını takip ederken aslında küçücük bir şehre girdiğimizi, şehir merkezine 3 dakika gibi bir zamanda ulaştığımızda anlıyoruz. Bir meydan, ince uzun bir cadde, yan yana mağazalar, kafeler, şarküteriler… Hemen arabadan kurtulup sokağa atmalıyız kendimizi. Yağmur hala kesilmedi ama Rimini’deki gibi değil en azından, buradaki ahmak ıslatan…
Mavi çizgili alanı bulup arabamızdan anında kurtuluyoruz. Bir an önce meydana ulaşmak, ritüelimiz olan şampanyamızı açtırmak ve akşam üzerinin keyfini bu küçük İtalyan şehrinde çıkarmak. Nerede kalacağımız belli değil, niyet Milano’ydu, hoş orada da nerede kalacağımızı bilmiyorduk ama buluruz elbet diyorduk. Parma’da gördüğümüz ilk Otel tabelasını takip edip kalacağımız yeri de organize ettikten sonra rahatlıkla şampanya ve Smoke Cafe’nin ikramı olan bir tepsi kanepeyi mideye indirme zamanı. Yağmur da azalıyor gibi. Şehirde turist görünmüyor hiç. Sanki bir tek biz varız. Geri kalan üniversitede okuyan gençler ve Parma’lılar. Herkes çok sıcak kanlı, güler yüzlü, yardımsever. Ana cadde üzerinde dolaşan bisikletlileri, Vespa üzerinde elbiseli, topuklu ayakkabılı, arkadaşları ile buluşmak üzere Cumartesi gecesi için hazırlanmış genç kızları şaşkınlıkla izliyoruz. “Ah benim ülkem ah” geçiyor akıllardan…
Aç mıyız, yoksa kanepeler yetti mi acaba diye düşünürken kafedeki bayana nerede yemek yiyelim diye soruyoruz ve bizi öyle bir yere gönderiyor ki tüm akşam boyunca onu anmadan edemiyoruz. Spontane diyorum ya işte tadı burada. İki minik salondan oluşan bir aile restoranı Trattoria Del Ducato. Dört yol ağzındaki eczanenin sokağında. Kime sorsanız gösterir. Tipik bir Parma restoranıymış, sahibinin söylemi ile. Restoranın kırmızı şarabı en sevdiğim kadehlerde geliyor. Aromalı bir kırmızı bu sefer. Yediklerimizi anlatmayacağım yoksa yarınki uçaklara bakılır, hemen orada olmak ister insan. Şarap, yemekler, tatlımız, orman meyvelerinden oluşan tabağımız, limoncello, grappa ve fiyat. Muazzamdı demem yeterli olur sanırım. Gecenin 11’inde bile gruplar yemeğe geliyorlarsa burası gerçekten belki de Parma’nın en güzel restoranı.
Yemeğimizi yedikten sonra yine sokağa atıyoruz kendimizi. Yağmur gitmiş artık başka bir yere. Meydana geri geldiğimizde müziğin geldiği sokağa doğru doğaçlama giriyoruz. O da ne? Sokak gençlerle dolu, hem müzik hem de yoğun bir gürültü. Herkes sokakta, ellerinde kadehleri ile. İlk defa görmüş gibi şaşkınlıkla aralarından geçerek ne yapacağımızı da bilemeden dolanıyoruz. Dört şaşkın sonra kendilerini gecenin 1’inde kilise içinde ayinde buluyor. Ne gün ama! Her anı dolu dolu, her anı ayrı bir sürpriz. Kilisede bir grup müzik yapıyor, sokakta gördüğümüz bazı gençler dua etmek için içerdeler. Dilek kutusundan bir kağıt seçiyorum. İncil’den bir cümle çıkıyor karşıma:
“Non angustiatevi per nulla, ma in ogni necessita esponete a Dio le vostre richieste, con preghiere, suppliche e ringraziamenti.”
Ancak İstanbul’a geldiğimde tercümesini bulabiliyorum:
“Hiçbir şey için üzülmeyin (sıkılmayın) fakat her bir ihtiyaçta dua, yakarış ve şükranlarınızla Tanrı’ya istediklerinizi iletiniz.”
Gecenin ayrı bir hoşluğuydu bu. Saat gece 2’ye yaklaşıyor ve pek çok yer artık kapalı. Hala bir şeyler yapma derdindeyiz. Neresi açıktır bu saatlerde, kime sorsak bir şekilde yardımcı olmaya çalışıyor. Hatta İtalyanca! Yapacak başka bir şey kalmadığı için sabah 5’e kadar açık olan yere yürümeye üşendiğimiz için enerjimizi ertesi güne bırakmak üzere yine otele şuursuzca uyumaya… İtalya’da kaldığımız 3 gece boyunca uykularımız deliksiz geçiyor yorgunluktan.
Sabah erkenden kalkıp kahvaltı faslından sonra 2 gün sonra yüzünü göstermiş olan güneşin de sevinci ile yine Parma meydanındayız. O da ne? Bir sokakta Pazar kurulmak üzere. Sanırım bu şanstan başka bir şey değil. Aramızda espri yapıyoruz “Bakla çıktı mı acaba?”. Sebze, meyve değil bu Parma’lıların kendi ürettikleri el işi, dekorasyon ürünleri, çiçekleri, resimleri sergileyip sattıkları Pazar. Nereye bakacağını şaşırıyor insan. Bir tarafta kent pazarı, diğer tarafta Pazar ayininden çıkan şık giyimli aile İtalyanlar, diğer yanda bisikletleri ile yine aile olarak caddede dolaşan insanlar, kafelerde sabah kahvelerini içen ehli keyifler
Yaşamak için can atılacak bir şehir burası. İnsanlar hayatı yaşamaya gelmişler sanki. Pazar günü İstanbul’da topukluları ile gezenlere sinir olurken buradaki şıkır şıkır hanımlara hayranlıkla baktık.
Parma çok şaşırttın bizi ve bir o kadar da aşık ettin kendine. Tekrar gitmek için can atıyorum, hatta ne yapsam da orada yaşasam?
Ve Parma’dan hüzünle ayrılış, geri dönüş yolu… Zar zor, telaşla, ucu ucuna Malpensa Havaalanını ulaşıyoruz. Kısa, hızlı, yorucu, ıslak, sürprizlerle dolu İtalya seyahati son buluyor. Bundan sonraki en güzel şey ne? İstanbul’a ulaşmak, gece ışıl ışıl büyüleyici boğazın üzerinden geçmek…