Belgrad’dan itibaren 5 saat süren bir araba yolculuğunun ardından akşam üstü Saraybosna’ya varıyoruz. Daha evvelden okumuştum küçük bir şehir diye. 550 bin nüfusu varmış ancak dağınık bir yerleşim olduğu için daha da küçükmüş gibi hissettiriyor. Çok seviyorum ilk defa bir şehre girdiğim andaki şaşkınlığımı. Hiçbir ayrıntıyı kaçırmadan ilk fikirleri edindiğim anı. Burada bir sürprizle karşılaşıyoruz. Yol kenarındaki billboardlardan birinde Kuzey-Güney afişi var. Daha sonra öğreniyoruz ki Türk dizileri burada çok popüler.
Hemen otelimizde eşyalarımızı atıp, akşam yemeği için bizden evvel Saraybosna’ya varmış olan Kerimcan ile buluşmaya, Başçarşı içindeki meşhur Sebil’e gidiyoruz. Bu akşam kendimizi bırakacağız, Kerimcan ikinci kez gelmesi sebebi ile bizi gezdirecek. Önce daracık bir kapıdan girdiğimiz yemekleri ile parmaklarımızı yediğimiz Dveri restorana gidiyoruz. Yemekler enfes. Zaten şu ana kadar Balkanlarda kötü bir şey yemedik hiç. Yemek sırasında Kerimcan bize Saraybosna’nın tarihinden, savaş sırasında olup bitenlerden bahsediyor. Belgrad’dan da daha ucuz bir şehirde olduğumuzu hesap gelince anlıyoruz.
Şimdi artık meşhur Saraybosna gecelerine akmalıyız. Önce Cheers, daha sonra Old City, en son durak da şaşırtıcı büyüklükteki ve kalabalıktaki Sloga. Her yer kalabalık, her yerde uzun boylu kızlar, erkekler. Herkes mi uzun olur, herkes mi güzel. Çok güzel olmayan bile ortalamanın üstünden muhakkak. Annemin memleketi olduğunu bir kez daha hatırlayıp ben de güzelim ama diye teselli ediyorum kendimi, her ne kadar onlar gibi uzun olmasam da.
Gece hayatının tek kelime ile artı ve eksisini söyleyeceğim. Artısı içki çok ucuz, burada cimriliği bırakın tüm arkadaşlarınıza içki ısmarlayın. Bonkörlüğü bir yaşayın. Eksisi ise her yerde sigara içiliyor olması. Kapalı mekanlarda her ne kadar havalandırma sonda çalışsa da benim gibi takıntılı ve sigaradan nefret eden biri için ciddi bir motivasyon düşüklüğü demek. Geceyi ilerlettikten sonra Hazal ile artık önümüzde yarın da var ve yapmamız gerekenleri düşünüp artık otele dönme vakti geldi diyoruz. Otel ile şehir merkezi arası taksi ile 3 dakika. Her yer birbirine çok yakın burada. Otelimiz Holiday Inn. Savaşta gazetecilerin kaldığı ancak buna rağmen yine de bombalardan nasibini almış, daha sonra yenilenmiş bir otel. Belgrad’daki minimal yataklarımızdan sonra buradaki geniş yatakların içinde kayboluyoruz. Yorgunuz herhalde yastığa kafamız değdiği an uyumuşuz.
Sabah erkenden uyanıp şehri keşfe çıkıyoruz. Hazal benimle gezmek ister misin diyor, neden olmasın diyorum. Ayrı ayrı gezsek de her köşe başında karşılaşacağımız aşikar.
Miljacka nehri kıyısından önce Avusturya Macaristan İmparatorluğu döneminden kalma binalar, ara sokaklarda delik deşik edilmiş apartmanlar, Başçarşı’ya yaklaştıkça Osmanlı kokusu. Avrupa’da başka bir kent var mı bu kadar farklı kültürü bir arada barındıran. Dikkatimi çeken apartmanlar onarılmamış ama tüm kiliseler, camiler, sinagoglar, savaştan aldıkları yaralar sarılmış, hepsi pırıl pırıl dimdik ayakta.
Bugün Pazar, kiliseden dönen güzel giyimli hanımlar, beylerle karşılaşıyoruz. O anda bir ezan sesi duyuluyor. Çok kültürlülüğün verdiği bir duygu olsa gerek pek çok Avrupa ülkesinden daha bir medeni, huzur dolu sanki şehir. Anlam veremiyorum. Çok yakın bir tarihte çok acımasız bir savaş yaşadılar. Dün komşuyken, birlikte içki içerken, ertesi gün düşman oldular, birbirlerini öldürdüler. Şimdi ise sokağa baktığımızda kim Boşnak, kim Sırp, kim Hırvat ayırt edemezsiniz.
Saraybosna beni çok etkiliyor. Aslında hep Sarajevo demek istiyorum. İzlediğim filmlerden belki de özellikle Sarajevo ki ismin asıl manası da Saray-Ova’dan geliyor, bana daha mistik, daha anlamını tamamlıyormuş gibi. Kelimelerim yetmiyor ifade etmeye.
Öğle yemeğinde GS’lı eski futbolcu Tarık Hodzic’in restoranında cevapcici, yani köfte yiyoruz. Bizim köftelerden çok bir farkı yok. Bu da lezzetli.
Yemekten hemen sonra hızlıca kendimi Gallery 11/07/95‘e atıyorum. Nedense çok görmek istediğim bir galeri burası. Srebranista katliamını fotoğraf ve videolarla anlatana savaşın soğuk yüzünü suratıma vuran, sert ancak görülmesi şart bir sergi.
Gözlerim yaşlı olarak sergiden çıkıp Zlatna Ribica‘da Çok Gezenler Kulübü üyeleri ile buluşuyorum. Enfes bir kafe, herhalde dünyada başka bir örneği yoktur. Hepimiz aşık oluyoruz ve akşam da gelmek üzere rezervasyonumuzu yaptırıp şehri arşınlamaya devam ediyoruz. Hava güneşte sıcak gölgede serin. Eski, yıpranmış binalar arasında dolaşıp şehrin ruhunu hissetmeye çalışıyoruz. Belgrad’daki coşku yok belki içimizde ancak duygu yoğunluğu da başka güzel.
Akşam yemeği için çok önerilen sadece 4 masası olan To Be Or Not To Be’de ev yapımı makarna, gorgonzola peynirli bonfile, soslu tavuk, şarap… Lezzet tarif edilemez hesap kolay ödenir cinsten. Yine mutluyuz, yine keyifle kalkıyoruz masamızdan. Yemek sonrası yeniden Zlatna Ribica’dayız. Jager’leri 3’er 3’er içiyoruz. Keyfimize diyecek yok. Eğlencemiz yerinde.
Yarın Türkiye’ye dönüş günü. Hava bizi hiç üzmedi, son sabah yağsa da olur. Umut Tünelini gezip oradan hemen hava alanına geçeceğiz.
Umut Tüneli ise bambaşka bir savaş hikayesi. Boşnaklara yardım amacıyla hava alanının altından geçecek şekilde 800 metre boyunca kazılmış olan, genişliği 1 metre, yükseliği ise 1.60 metre olan daracık, yiyecek, erzak ve yaralıların taşındığı bir hayatta kalma aracı olmuş. Şu an 25 metresi görülebiliyor, geri kalanı maalesef çökmüş. Abluka altındaki şehre nefes aldırmış, hayat vermiş. Evin sahibi yaşlı teyze hem evini vermiş, bahçesinin tünel için kazılmasına müsaade etmiş ve o süre zarfında da dikkat çekmemek için evinde oturmaya devam etmiş biri. 2012’den beri evi müze olarak geziliyor.
Sarajevo’dan hüzünlü ancak gelmiş olmanın huzuru ve sanki tamamlanmış bir hac görevi edasıyla ayrılıyorum.
Daha farklı bilgi ve fotoğraf için Çok Gezenler Kulübü‘ne de uğrayın.