Soruyorum kendime, sık sık aşık oluyor muyum diye. Duygularım hep yüksek tonajda. İnişler çıkışlar da hep çok sert. Konsantre aşklarım da tarihimde yazılı. Çok sevmelerim, çabuk soğumalarım da.
Syros, Türkçe yazımı ile Siros adasına hissettiğim de aşk mıydı diye bir kez daha soruyor, sorguluyorum duygularımı. Geçmedi, yetmedi. Yaşanan zamana doyulamıyorsa, yeniden gitmek için hayaller, planlar birbiri ardına zihinde yaratılıyorsa, belki de aşktı benim de adaya duyduğum.
Daire anlamına gelen Kiklad ada grubundan olan Siros, diğer Yunan adalarından biraz daha farklı bir mimari ve havaya sahip. II. Dünya savaşında İtalyanların işgali ile mimari olarak değişime uğramış, neo klasik tarzda bolca yapı görmek mümkün. Kiklad adaları mimarisi mavi beyaz ile biraz daha belirginleştirilmiş. İlla mavi beyaz değilse de renklerde muhakkak bir uyum var.
Siros’a nasıl mı geldik? Louis Cristal gemimizle Atina Lavrion limanından yola çıkıp, kaç saat olduğunu tam hatırlayamadığım bir zamanda Siros adasına varıyoruz. Öğleden sonra yol yaptığımız için geminin güvertesindeki şezlonglarda meltem rüzgarı eşliğinde güneşi sömürüyorum. Adaya yaklaşırken geminin 5. katında bulunan Thallasa barda gemimizin yanaşmasını, akşam üstü güneşinin adanın merkezi, Unesco tarafından koruma altına alınmış olan Ermopolis’i fotoğraflıyorum. Aşağı inip, ara sokaklar arasında kaybolmak için de can atıyorum.
Nitekim limana ayak basıp hızlı adımlarla şehre girişimizi yapıyoruz. Rehberimiz eşliğinde tertemiz sokaklar arasında, muhteşem butik oteller, evler, kafeler görüyoruz. Bir başka bu adanın havası, ruhu. Canlılık var, hareket var. Akşam üzeri olmasının da etkisinde her yer insan kaynıyor ama öyle Mikonos, Santorini gibi itiş kakış değil, herkes keyfince geziyor.
Adanın yükseklerinde bulunan ihtişamlı St. Nikolas kilisesine çıktıktan sonra belediye binası ve önündeki meydanda biraz vakti geçiriyoruz. Akşam olmak üzere, her yer pırıl pırıl. İnsanlar güzel ve keyifli. Adanın bir başka enerjisi var. Daha sonra ben gruptan ayrılıp sahile atıyorum kendimi. Bir sahilde, bir arka sokakta zigzaglar çize çize geziyorum. Pek çok tasarım dükkanı var Siros’ta, kiminin vitrinine bakıyorum kiminin de içine giriyorum. Yemek randevumuza kadar bu şekilde kuyruksuz bir uçurtma misali canımın istediği gibi geziyorum.
Sahile 2. paralel olan bir sokakta pek çok restoran var sıralı. O restoranlardan birinde bizim de rezervasyonumuz mevcut ve oturur oturmaz uzomuz geliyor hemen akabinde de daha evvel yemediğim farklı mezeler. Kurutulmuş domates ile çeşitli oyunlar yaparak harika lezzetler elde ediyorlar. Salata, zeytinyağı, canlı Yunan müziği, hepsi keyfimizi perçinliyor.
Ne var ki bana yetmiyor Siros, Mikonos’a yakınlığını düşünerek eğer bir daha cruise olmaz ise 2 ada için kendime özel bir tur yaratabilirim gibi geliyor. Ne dersiniz?
Nerdeyse tüm Yunan adalari gibi kayaliklar üstüne kurulmuş.
Saksilarda bile yeşil görmek mümkün degil.
yurdumun maki bitki örtüsüne bile gurban olayim
Aynen, birkaç ada hariç diğerleri kıraç, kayalık. Ancak yine de sevmeme sebebi değil öyle değil mi? 🙂
Güzel bi yazı teşekkürler . Keşke bu adaların bir kaçı bizde olsaydı süper olurdu . Yunan adalarına bayılıyorum hayalim yaşlanınca bu yunan adalarından birinde yaşamak 😀 ama hayal tabi .bu adalar bana çok tuhaf geliyo tılsımlı eski yunan mitolojisine bayılıyorum .
Çok teşekkürler, ben de Yunanistan’ı çok seviyorum. Hem bizim gibi, hem bizden özgür…
Sevgiler,