Herkes gibi ben de baaa-yııııı-lıyorum bu canlılığa, ışıltılı şehirlere, o karanlık kış depresyonundan uzaklaşma bahanesine. Yeni yıl coşkusu bir motivasyon,…
Tarih sırası karıştı, Mayıs’ta gerçekleştirdiğim 4 günlük Milano gezisi, biraz yoğunluk biraz da Berlin’in baskın çıkması ile bir türlü burada yerini alamadı.
Ne yalan söyleyeyim, gittiğim amaç dışında bir etkilenme, bir büyülenme yaşamadım Milano’da. Belki bunda şehri yaşamaktan çok, bizim kendi organizasyonumuzun doygunluğu ve yoğunluğu ağır bastı.
Efendim baştan anlatayım. Biz İstanbul’dan bir grup genç ve güzel insan olarak 16-18 Mayıs tarihleri arasında Milano’da gerçekleştirilecek olan Final Four organizasyonu izlemeye, tecrübe etmeye gittik. Biraz iş, biraz eğlence, biraz keyif, biraz alışveriş oldu. Kusursuz organizasyon sayesinde Milano’nun göbeğinde müthiş bir otelde konaklayıp, çok az kişinin deneyimleyebileceği efsane Monza pistinde araç sürüp, İtalyan lezzetlerini tadıp, üstüne bir de basketbol coşkusu yaşadık.
Milano’ya, şehre gelince, hep İtalyan sevmişimdir ancak Güneye indikçe anlaşılıyor ki İtalya’nın lezzeti, keyfi oralarda çıkıyor. Kuzey daha Avrupa, daha İsviçre gibi. Hem daha pahalı hem de o bildiğimiz, filmlerden aklımıza yerleşmiş olan İtalyan fikrinden biraz daha uzak Milano.
Olsun ben yine de bir akşam üstü proseccosu, en meşhurlarından diye öğrendiğimiz Fabbrica’da yine bir bol rokalı, parmesanlı İtalyan pizzası, Serravelle’de bir outlet alışverişi ile turu tamamlıyorum. Eksiğim yok yine fazlam var.
Milano’ya yine gider misin deseniz, önceliğim değil elbette. Ama her yol Roma!
Seravelle için özel not, eğer Milano’da vaktiniz kısıtlı ise, bu kadar yolu gitme konusunda bir daha düşünün derim. Oldukça uzak bir noktada, neredeyse Genova’ya yakın.
Milano’da güzel olan ne diye düşünürsem, yeşillik, apartmanlardan, balkonlardan sarkan yeşillikler, teras katlarını kaplamış olan orman görünümlü yeşillikler. İmrenilecek gibi…
Evet bu sene 13.sü! Zaman zaman türlü aksiliklere kurban gitmiş olsa da benin en sevdiğim, en heyecanla beklediğim festival!
Geçtiğimiz iki sene kaçırdığım, aklımda kalan, bu sene ne olursa olsun gideceğim dediğim enfes festival bu! Bu sene tüm geliri Soma’ya bağışlandığı için biletlerin bir anda tükendiği, hepimizin yana yakıla bilet aradığımız festival!
İlkbahara girerken yavaş yavaş sosyal medyada duymaya başladık kimler sahne alacak diye. Hatta öyle haberler oldu ki kimini Zaytung haberi sandık. Omer Souleyman da kim? Şaka mı dedik! Oldukça dikkat çekiciydi. Omar sahneye çıkmak üzereyken Berlin sahnesinden koşa koşa o yokuşu çıkınca anladık ki, nasıl zekice bir hareketmiş. Bütün o bohem, eğlence düşkünü ama cool takılan gençlik halay çekmek üzere hazırda bekliyor. Eminim o anları yaşayan pek çok kişi gerçekten eğlendi, neticede genetik kodumuzda var o tınılar. Vücudumuz, ritmimiz buna uygun. Hazır olarak Omar’a eşlik ettik hepimiz. Hem güldük, hem eğlendik. O da “Thank you- Şükran” diyerek sakin bir şekilde şarkılarına devam etti. Sevdik mi? Hem de çok. Belki de düğünlerde “ay ben kalkmam halaya, karizmam bozulur” diyen ruhumuz orada açığa çıktı, zevkimizin bir olduğu, frekansımızın tuttuğu insanlarla, Omar’la coştuk.
Sadece Omar mı? Genel olarak sahneler, tüm eğlenceli etkinlik oyuncakları, her köşede başka bir coşku, Beer Garden, Berlin sahnesi. Hepsi ama hepsi kendimi doğru yerde hissettirdi tüm gün boyunca.
Maalesef ilk gününü kaçırmış olsam da ikinci gün öğlen 3’ten gece 11’e kadar eğlenceyi, keyfi tüm bedenimde hissettim. Uzun zamandır görmediğim pek çok arkadaşımla da görüşme şansı yakaladığım yer One Love! Belki de en sevdiğim yanlarından biri bu. Benim gibi pek çok insan orada. Yalnız gittiğim yıllar oldu ama içeride muhakkak en az 15-20 arkadaşıma denk geldim.
Bir hafta önce Berlin gezimden dönüp, Berlin sahnesine inerken karşıma çıkan Ampelmann sembolünü görünce o trafik lambasına sarılmak istedim. Ardından hemen bir sosisli ve Şok Soğuk bir bira ile güne devam ettim. Kendimi özgür hissettiğim yerlerde çok mutlu oluyorum ve eminim herkes benim gibidir. One Love da benim için öyle bir yer. Var olan enerjim daha da artıyor sanki. İlaç gibi geliyor bana. Şimdi önümüzde 1 sene var, göz açıp kapayana kadar geçecek ve One Love 14’te buluşacağız.
Eskiden ilgimi çekmezdi, ancak gezdikçe, beğendiğim gezginleri takip ettikçe gördüm ki bir şehri eşsiz kılan şeylerden biri de sokak sanatının ne kadar özgün olduğu.
Hiç tahmin etmediğim şehirlerde ilginç duvar resimleri ile karşılaştım, mesela Plovdiv, mesela Belgrad. Sokaklara girdiğimde, tren istasyonlarında bu sefer aramaya başladım, güzel bir yazı ya da çizim yakalar mıyım diye.
Berlin‘e giderken beyin olarak hazırdım. Biliyordum ki Berlin bu konuda çok zengin. Sokak sanatı, graffiti konusunda adına kitaplar yazılmış şehir Berlin.
Ve Berlin’deyim. İlk gün bisiklet kiralayarak şehri gezerken şehrin detaylarını görme şansım olmadığından ikinci gün tabana kuvvet Berlin’in “street art, urban life” yönünü keşfe çıkıyorum. Önce Mitte civarındaki ara sokaklar, hatta pasaj halindeki sokaklar. Daha sonra da trenle 3 durak ötedeki Ostbahnof tren istasyonuna gidip oradan da yine yakın civar sokaklar, biraz da Kreuzberg‘e girip çıkınca, hem yarım günden fazlası geçiyor hem de benzersiz eserlerle karşılaşıyorum.
Hava öyle sıcak ki İstanbul’da yağışlı, fırtınalı bir havanın olduğunu duyunca şort, tişört geziyor olmak, kollarımda ve ensemde oluşan amele yanıklarına sevineyim mi üzüleyim mi bilemiyorum. Sıcaktan sürekli susuyor olmak canımı sıksa da, yorulsam da gördüklerim beni başka bir dünyaya götürüyor.
Berlin’de sokak sanatı deyince bolca graffiti bulurum sanıyordum. Yanılmışım. Gerçek sanat sokakta, duvarlarda. Farklı pek çok tarz söz konusu. Kimisi duvarları boyamış, kimi ise evde posteri, tasarımı hazırlayıp, gelip duvara yapıştırmış. Kimi de demirden bir insan heykeli yapıp, duvar yanına kilitleyip koymuş. Graffiti aslında yasal değil. Ancak çok büyük bir sanat ve pek çok yerde bunu nasıl yapmışlar ki diye düşündürüyorlar. Diğer yandan da pek çoğu silinmiş. Mesela Banksy aradım ama denk gelemedim. Sorduğum birkaç kişi de silindiğini söyledi, ne kadar doğru bilemiyorum.
Önce sanatçı El Bocho’nun Little Lucy isimli serisini görüyorum. El Bocho’nun birkaç karakteri var ve bunlardan belki de en ünlüsü Little Lucy bir kedi katili, ya kediyi pişirirken bir tasarım duvarda, ya da kediyi keserken. Çizimler son derece sempatik, içerik itici sadece.
Ve J.R, insanlar genelde diğer Avrupa şehirlerinde olan sürrealist tasarımlarını görmek için seyahat ediyorlar. Ben Ostbahnof istasyonu karşısındaki koca binayı gördüm. Binanın köşesindeki iki insan portresine hayran olmamak elde değil.
Osthbahnof’tan karşıya geçince duvara paralel kanal kenarındaki, şu an Almanlar için çok popüler olan Yaam isimli beach bara gidiyorum. Zemin tamamen kum ve şezlonglu olduğu için ismi bu şekilde. Girişte Bob Marley hayranı zenci grubu, kenarda Asya yemekleri yapan bir kadın, içerisi kalabalık, hafif bir müzik, birasını bardan alan boş iskemleye geçmiş, çıplak ayak oturuyor. Diğer tarafta bir plaj voleybolu sahası. Bir grup voleybol oynuyor. Kimi çocuğu ile kimi de yalnız ya da arkadaş grubu ile. Benim için de bir dinlenme molası oluyor Yaam.
Kreuzberg tarafına giderken kapatılmış bir sokakta Punk festival olduğunu görüyorum ancak girmek için biletim yok ve planımı da değiştirmek istemiyorum. Yürümeye devam! Yaklaşık 750 metre yürüdükten sonra Türkçe tabelaları görünce anlıyorum ki buldum! Tren istasyonuna yakın tam kocaman Audi binasının karşısında kalan duvarda Victor Ash’ın Astronot çalışması koca duvarda! Nasıl yapmış onu, her yer kameralarla dolu bir sokak. Yaklaşık 4 saattir yürüyorum akşam oldu neredeyse, karnım da acıktı Mitte’ye dönüp yemek yesem ve geçirdiğim günü geçirsem oldukça keyifli olacak…
Yazılarım hep aynı cümle ile başlıyor “Aylar öncesinden aldığım ucuz uçak bileti ile…”. Yine kısa, öz, dolu dolu bir şehir turu beni bekliyor. 4 gün konaklamalı, yalnız gidilen, yıllardır heves edilen, hayali kurulan, olacaksa Haziran ya da Temmuz diye düşünülen gezinin ilk aşamasındayım. Hava alanı! Skyscanner’in hediyesi Fast Track ile saniyede biten pasaport işlemim ile kendimi freeshopta buluyorum. Alacağım bir şey yok, zira 2 hafta önce Milano seyahatimde, parfüm, rimel gibi onlarsız yaşayamam alışverişimi tamamlamıştım. Uçağıma bineceğim kapıya doğru yol aldığımda, orada bir hareket olduğunu, pasta, börek ikramını, açılmış birkaç roll-up ile de THY‘nin Sabiha Gökçen’den Berlin Tegel’e ilk uçuşu olduğunu öğreniyorum. İkram, süs, püs bunun içinmiş. Çok ilgimi çekmiyor ben bir an önce gitmek istiyorum.
Çok bekledim bu anı. Hayatımda hedeflerim var hep, önümde duran. Yakaladıkça, gerçekleştirdikçe kendimi bulduğum, yenilerini eklediklerim. Berlin de uzun zamandır bu hedefler içinde duruyordu. Aldım onu!
Berlin yeniden gidilecekler listesine hızlı bir giriş yapıyor ve çok düşündürmeden tahta oturuyor. Nasıl mı? Hemen maddelerle anlatayım.
1. Berlin dümdüz bir şehir, büyük ancak oldukça da basit. Yön kavramı en geç yarım saatte oturmuş oluyor kafada.
2. Berlin gördüğüm, deneyimlediğim en özgür şehir. Ruhuna hayran olduğum, kendimi turist yerli melezi hissettiğim bir şehir.
3. Günlüğü 12 Euro‘ya kiraladığım bisikletle, rüzgarda bir türlü savrulamayan saçlarımın bile kendini Rapunzel sandığı şehir.
4. One 80 isimli, şehrin göbeğinde, Mitte‘de, 4 kişilik paylaşımlı odada şahane bir Hostel deneyimimi yaşamama sebep olan şehir.
5. Bergama “Pergamon” müzesinde gözlerimin dolduğu, yine de Almana hayran olmaya devam ettiğim şehir.
6. Gecenin 11 buçuğunda, metroda, o kalabalıkta, kendimi güvende hissettiğim, şehrin merkezindeki hostelime 22 durak sonra ulaşacak olsam da, yolun bana 5 dakika gibi geldiği, yorulmadığım, gece 10’nda havanın karardığı kuzey şehri.
7. Osman Kalın‘ın Doğu ile Batı Berlin arasında kalan bostanının hala, duvar yıkıldıktan sonra bile tam olarak kime, nereye ait olduğunun bilinmediği, Osman dedenin o bahçede misafirlerine ayran ikram ettiği, yüzümde muzip bir gülümsemeye neden olup “Ah biz Türkler” dedirten şehir.
8. Sanatı duvarlarda, duvarların ayırdığı yerde bulduğum şehir.
9. İki küs kardeşin barışıp birbirine sımsıkı sarıldığı şehir.
10. Komünizm esintisindeki büyük bulvarların kaldırımlarında kay kayla gezen çocukların şehri.
11. Bekarlığa veda etmeye gelen pek çok turisti misafir eden şehir.
12. 3. dünya savaşına ramak kala Charlie Check Point’in efsane olduğu şehir.
13. Hava sıcak olunca piknik sepetini alanın, bikinisini giyenin kanal boyuna güneşlenmeye gittiği şehir.
14. Kreuzberg‘de Melek Pastanesi’nin, “halka hizmet Hakk’a hizmet” sloganı ile Nasip Gıda’nın şehri.
15. Türkiye’deki şehirlerden sonra dünyada en fazla Türk’ün yaşadığı şehir.
16. Eskiden batısının şimdi ise doğusunun zengin olduğu şehir.
17. İnternetten satın aldığım konser biletini teslim almaya gittiğim gişedeki gencin bana, “abla neredesin yaa? Ben de seni bekliyordum” dediği şehir.
18. Yalnız gezerken, kendi kendime çok güldüğüm, çok eğlendiğim, zaman zaman da kendi kendime konuştuğum şehir.
19. Curry wurst‘u ile meşhur şehir.
20. Branderburger Tor’un gündüzden ziyade gece görülmesi gereken şehir.
21. Trafik ışıklarındaki ikon olmuş olan “Ampelmann“i sevdiğim şehir.
22. Her hücreme oksijen gittiğini hissettiğim, canlandığım, kendimi bulduğum şehir.
Arkadaşlarımın bana dalga geçmek için Helga dedikleri ama benim Anita’yı tercih ettiğim, gönlümün birincisi, özgür şehir Berlin.
Ne kadar çok sevdiğimi pek çok kişi bilir. Yazı, kışı başka güzeldir, şehir ayrı güzeldir, her sokağının sanat kokması ayrı güzeldir. Doyulmaz Viyana’ya.
Ve şimdi Viyana İstanbul’da! Nasıl mı? 21 Haziran’da Bebek Parkı’nda müzik, dans ve ressamlık performansları sunuluyor olacak. Üsküdar Karadeniz Dans Topluluğu ve Viyana Devlet Opera Balesi üzerinde büyüleyici diyagramlardan oluşan bir resmin meydana geleceği, dans adımlarının kaydedildiği kâğıt üzerinde dans gösterisi ile harika bir gün geçirilecek.
Bu performans fikri, Viyana’da yaşayan Perulu sanatçı Luis Casanova Sorolla ’ya ait. Renk pigmentleri ile bezenmiş bir zemin üzerinde dans etme fikri ile ortaya harika bir görsel şölen çıkıyor.
Sanat şehri Viyana’dan Boğaziçi’ne bir yaz selamı olarak, İstanbul Bebek Parkı’nda büyük bir ana sahnede gerçekleştirilecek. Kaçırmayın diye saat saat yazıyorum: 21 Haziran Cumartesi günü 17.30’da Viyana Devlet Opera Balesi’nin dansçıları tarafından tasarlanmış bir klasik koreografi sayesinde bir Viyana Resmi ortaya çıkaracaklar. 19.00’da Viyana’nın dünyaca ünlü vals topluluğu Wiener Walzer sahneye çıkacak. 20.30’da Üsküdar Karadeniz Dans Topluluğu ise bizden renkler olarak sahnede olacak.
Performansın ve bunun sonucunda ortaya çıkan resimlerin daha iyi izlenebilmesi için 2 büyük duvara yansıtılacak.
Viyana’da dolaşırken sokaklar kahve kokar. İşte bu noktada da Julius Meinl’ın enfes kahveleri devreye girecek. Şimdiden afiyet olsun ve keyifli seyirler.
Berlin gezimi planlarken, uçak bileti, kalacak yer, her şey organize edildikten sonra Berlin’de yapacaklarım başlığının ilk maddesi, şehir merkezine nasıl ulaşırım oldu.
Berlin’de iki havalimanı var biri Tegel Otto Lilienthal diğeri ise Schönefeld. Üçüncü bir havalimanı daha var, o da geçen yıl açılması planlanan, ancak hala açılamamış olan Branderburg. 2012’de açılacaktı ancak 2014’e geldik ve hala ilerleme yok. Bir Alman işinden beklenmeyen, yüksek bir hayal kırıklığı performansı. Duyduğum kadarı ile taşeronlara verile verile, kontrol sisteminde sorunlar çıkmış ve 3’e mal olacak olan bu yeni havalimanı gecikmeler ve hesapların düzeltilmeye çalışılması ile 8’e çıkıyormuş. Rakamları tamamen oranı belirtme amacı ile kullandım. Yeni havalimanı açıldığında ise Almanya’nın bu en işlek alanlarından biri olan Tegel kapatılacak.
Yeni havalimanı ne zaman açılır bilinmez ama Berlin’e yakışmayan bu küçük Havalimanı Tegel’den şehre gitmek için iki yol var, biri taksi ki bence lüzumsuz. Diğeri ise Alexanderplatz’a giden otobüsler. Hem şehrin içinden pek çok semtten geçiyor, gideceğiniz yere yakın bir durakta inebilirsiniz. Hem de topu topu 2,60 Euro ödüyorsunuz! Alexanderplatz’a ulaşmak, trafik, ışıklar vs derken maksimum 40 dakika sürüyor. Onda da zaman nasıl geçiyor anlamıyorsunuz zaten etrafa bakmaktan, Türk tabelalarını incelemekten.
Keyifli Berlin yazısı çok yakında buralarda olacak.
Yaz geldi, aylar öncesinden süper fiyata aldığın uçak bileti ile Avrupa’da bir şehre ya da erken rezervasyon ile güneye, denize uçacaksın! Ağır bir bavulun sana ayak bağı olmasını istemiyorsun, bir de gittiğin yerde giydiklerinle kendini iyi hissetmek ah keşke ya şunu da alsaydım yanıma dememek için türlü türlü düşünüyorsun. Birkaç öneri ile bavul hazırlarken beni anmayı unutmaman için buradayım!
1. Hava Durumu Kontrolü
Yapılacak ilk iş seyahat tarihlerindeki hava durumunu kontrol etmek. Benim gibi Temmuz’da ne olacak ki, Viyana’da mis gibi hava vardır deyip, yağmur ve soğuk havaya denk gelip, kendini alışveriş merkezinde mont satın alırken bulmamalısın. O nedenle hava durumu bilgisi şart! Bunun için accuweather.com ideal çözüm olabilir. Eğer rotan Ege denizi ise Poseidon yardımcı olacak.
2. Ve Bavul Ortaya Çıkar
Seyahatten 3 ya da 4 gün önce bavul ortaya çıkmalı, akla gelen şeyler gelişi güzel bavula konmalı. Son akşam düzenleme ve ayıklama ile ideal bavula kavuşulacak, merak etmeyin.
3. İlk Akla Gelenler
Önce pijamalar ve iç çamaşırları. İç çamaşır ve çoraplar için bez torbalar ideal. Hem kırışma derdi de yok, isterseniz top haline bile getirebilirsiniz, bavulda en uygun yere yerleşirler.
4. Ayakkabılar
Sırada ayakkabılar, her bavulda muhakkak bir flip flop olmalı, hem yer tutmuyorlar hem de gittiğiniz her yerde muhakkak lazım oluyor. İster şehir turu, ister plaj, havuz, ister otelin SPA’sında. Diğer ayakkabılara gelince, en rahat ettiklerinizden en sevdiklerinizi yanınıza alın. Unutmayın ayakkabıları bavula en son koyacağız.
5. Kozmetikler!
Kadınların en büyük derdi belki de kozmetik ürünler, saç ürünleri. Gidilen her yerde kalınan bir hostel bile olsa saç kurutma makinesi bulmak mümkün o nedenle direkt eleyelim. Saç ürünleri için de bazı kozmetik mağazalarında boş küçük şişeler satılıyor, şampuan, duş jeli ve saç kreminizi bu şişelere doldurabilir orjinal boyu götüreceğinize yerden tasarruf edebilirsiniz. Diş macunu ve fırçanız da seyahat tipi olsun. Makyaj ürünleriniz de allık, rimel, ruj ve nemlendirici yerine de şu an popular olan BB kremlerden alabilirsiniz. Hem renk verir, hem nemlendirir, hem de güneşten korur. Çantada tırnak makası, törpü ve birkaç adet pamuk da muhakkak olmalı. Başka bir şeye ihtiyacınız olmayacak emin olun.
Belki geldin daha evvel, ama çok küçüktün, pek net hatırlamıyorsun. Büyük, heybetli, etkileyici bir camii vardı, minareleri her yerden görünen. Kapalıçarşı’sı vardı, mis gibi sabun kokan. Meyveli sabunlardan aldınız belki de.
Bir de ciğer yediniz, başka yerde bulamadığın bir tatta. Hatta bir de lokumcu vardı, neydi adı neydi? zade’li bir şey ama neydi? Oradan çifte kavrulmuş lokum aldınız, hatta eşe dosta hediye bile götürdünüz. O tat hala damak hafızasında kayıtlı değil mi? İsmi yazının sonunda.
Hiç gelmedim diyen varsa da neden gelmediğini açıklamayı bırakıp plan yapsın. Samimi söylüyorum Edirne İstanbul’a bu kadar yakınken, bu kadar yapılacak şey varken, bu kadar tarihi eser, böyle batılı bir toplum, eğlenceli bir halk varken, hem fotoğraf çekmek için de ideal iken bahanenin yeri yok, organize olmak gerek.
Peki geldim ben şimdi ne yapacağım diyorsan, geliş saatine bağlı olarak önce Koca Sinan’ın muhteşem eseri Selimiye Camii’ni görmelisin.
Öğle yemeğinde Ciğerci Kazım, Ciğerci Aydın ya da Kazım ustada ciğerini yemelisin. Eğer yok ben ciğer yemem köfte süper olur dersen de adres Köfteci Osman. Eve, buzluğa koymak için de alabilirsin köftelerden.
Tarihi yer olarak, II: Bayazıd Külliyesi, ödüllü sağlık müzesi, Adalet Kasrı, Sarayiçi, Arkeoloji müzesi, Kapalıçarşı, Bedesten, Arasta, Karaağaç bölgesindeki Lozan Anıtı ve eski garın olduğu şimdiki Trakya Üniversite’si Güzel Sanatlar Fakültesi binası.
Ve benim favorim ise Muradiye Camii. Çocukluğumda gitmiştim en son, sonra tadilata girdi uzun yıllar kapalıydı. Geçen gün rüzgar esti ve Kuyruksuz’un direksiyonu kırıldı Kıyık tarafına doğru. Kimsecikler yok, içerisi vücudu saran bir serinlikte. Duvardaki parçalı çiniler görülmeye değer. Huzur dolu, gürültü yok, sadece ben ve dualarım var. Güvenilir bir sığınak.
Aklımdan uçmadan yazayım, dönüşte bir de Hardaliye almayı unutmayın. üzüm suyundan yapılıyor ve inanılmaz faydalı. Çarşının içinde Arda Hardaliyesi ve yine aynı firmaya ait “Dokuz Sekizlik” isimli şarap butiğinden Trakya şarapları alabilirsiniz.
Gelelim sonu -zade ile biten enfes markaya. Bir defa gönül bağım var, damaklarımızı kendimi bildim bileli şenlendiriyor. Edirne’den nereye gitsek götürdüğümüz vazgeçilmez hediye. Arada eve de alıp kendimizi şımartıyoruz Keçecizade ile.
Badem ezmesi, Kavala kurabiyesi, çifte kavrulmuş lokum ve bunların hepsinin bir de çikolata ile kaplı olanlarını düşününün.
Bahar geldi geçiyor bile. Ve sen hala yıllardır bu bahar kesin gideceğim, biramı, patatesimi söyleyeceğim, hatta midye bile yerim dediğin ada gezisini kaçırmak üzeresin.
Ben uyanık çıktım, bu bahar kaçırmadım. Her ne kadar biraz serin bir güne denk gelsem de, adanın tadını çıkardım. Faytona da bindim, Aya Yorgi’ye de çıktım, çıkmasam mı diye düşündüm ama yukarıdaki manzara, efil efil esen rüzgarın sesi güzel gelecek diye düşünerek üşenmedim, 900 metrelik yokuşu tırmandım. Bu sefer bisikletimi götürmedim.
Tepede güzel bir yemek sonrasında Maden tarafından adanın merkezine doğru saldım kendimi. Bol bol fotoğraf çektim, o muhteşem evlerin içindeki yaşamı merak ettim. Kimi boş, kimi ise yaza hazırlanıyor.
Merkeze varınca tarihi Splendid otelin lobisinde Türk kahvemi içtim. Biraz dinlendikten sonra da başta dediğim gibi biramı, patatesimi, midyemi yedim. Akşamı ettim. Dondurma? Elbette o da girdi mideye.
Bütün bunlar olurken tek başıma mıydım? Elbette hayır dostlarbirarada ekibimle harika bir günü daha beraber yaşadık…
Hadi durma bari bu hafta sonu git, hatta eğer özgürsen hafta içi atla motora, geç adaya!