En son ne yazdım?

Zorunda mıyım?

Zorunda mıyım?

Herhangi bir kitabın herhangi bir sayfasını açtım, bir satır seçtim. Yazıma o satırla başlıyorum.

“Bir müddet odanın ortasında ayakta durup bekledi. Bulutlar yükseldiği için ortalık biraz daha aydınlanmıştı.  Pencerenin yanındaki sedire gidip oturdu.  Dışarı bakmaya başladı. Seyrekleşen, kimisi gümüş gibi beyazlaşan ve kimisi hala simsiyah alçaklarda dolanan bulutlar birbirini kovalıyordu.” *

In_The_BeginningYıllar da aynen birbirini kovalıyor, matematiksel olarak değişiyor bir şeyler. Yaş alıyoruz, yaşlanıyoruz.  Geçtiğimiz Cuma günü yeni bir yaş aldım ben yine. Soruyorum kendi kendime. Ne değişti, ne hissediyorsun, korkuyor musun? diye. Sanki korkmam gereken bir şey varmış gibi, ya da kendimi ergen hissettiğim bu yılların artık bitmesi gerektiğini birileri fısıldıyormuş kulağıma gibi… Sonra aklım başıma geliyor bir an. Bir an yeniden “-malı” ile biten yüklemler sarıyor beynimi. O değilsin, ama öyle olmalısın artık. Her sene “…olmalısın”a daha yakınsın. Oysa benim kaderimde büyük harflerle spontane yazıyor. Yine değişiyor fikrim. Öyle yazsa da sen bir akıllı ol, kontrollü ol. Erken yat, erken kalk, her gün belirli saatlerde o belirli işleri yap.  Korkak ol! Kalıplara gir, içindeki özgür kızı, kışın karanlık ve soğuk bir sabahında karavanın içindeki tuvalet bozuldu diye benzinlikteki tuvalete saç baş dağınık, uykulu halde ve pijama ile gönder sen yine.

Doğum günüm kutlu olsun!

* Kuyukcaklı Yusuf, Roman, Sabahattin Ali

Münih’in meşhur bira evleri

3 günlük kısa bir Münih ziyareti,  keşke birkaç hafta önceye denk getirebilseydim de Oktoberfest’in coşkusuna ben de katılabilseydim pişmanlığı. Önümüzdeki sene muhakkak deyip, hatta Bavyeralı kadınların giydiği “Dirndl” isimli geleneksel kıyafetten edinme hayalleri. Ancak şu an yapacak bir şey yok. Kasım’ın ilk haftası, Orta Avrupa’da olmama rağmen benim şansıma şahane bir hava var. Bol güneşli, şehirde gezilmesi gereken yerlerden sonra akşam üstü ilk durağımıza uğruyoruz.

SAMSUNG CSC
Augustiner

Münih’te ve diğer pek çok Alman şehrinde şubesi olan bira evi. 1328’den beri kendi biralarını üretiyorlar ve hatta 2. Dünya savaşında yıkılmış olmalarına rağmen hemen yeniden inşa edilmiş ve faaliyetine devam etmiş. Oktorberfest’te de çok büyük bir çadırı bulunuyormuş. Garsonların yalancısıyım. Biz içeri girdiğimizde yoğun bira kokusu ile birlikte biraz gürültü dikkat çekiyordu. Beğendiğimiz bir masaya oturduk, etrafımızda, turistler, Münihli gençler, takım elbiseli iş çıkışı uğramış kişiler, gençler, sevgililer, yaşlılar, çeşit çeşit insan… Garsona sipariş vermek istediğimizde önce İngilizcesini anlamakta güçlük çekiyoruz. Çünkü Münihliler Almanya’nın güneyinde oldukları için ve Alplere yakınlıklarından ötürü “Almanların kabaları” olarak biliniyor. Aslına hiç kabalıklarına rastlamadık, tahminimizin çok üstünde bir sıcaklık ve samimiyetle karşılaştık ancak dillerinde biraz aksan olarak kabalık var denebilir.

Burada biralar büyük beden. Eğer pilsen diye belirtmezsem direkt 1 litrelik kocaman bir bira geliyor. Birası biraz bana sert gelmesi ile birlikte ortamdan o kadar memnunum ki kusur bulacak bir şey yok diye düşünüyorum.

Paulaner

SAMSUNG CSC
Paulaner, English Garden

Gitmeden önce bira markalarını araştırınca, hepsi için en iyisi, en eskisi yazıyordu. Ancak elbette en iyisi kişinin kendi damak tadına en uygun olanı. Paulaner de yine şehir içinde birkaç şubesi olan güzel bira evlerinden biri. Özellikle İngiliz Bahçesi içinde şahane bir yere sahip olan Paulaner hafif aromalı bir lezzete sahip.

Löewenbraeu

Benim lezzet olarak en sevdiğim belki de Löwenbraeu’ydu. İçimi diğerlerine göre daha kolay geldi, ya da bilemiyorum o an öyle açtım, öyle susamıştım ki, ilaç gibi geldi bir bira.

Tüm markaların Oktoberfest’te kendilerine özel alanları oluyormuş. Büyük çadırlarda festival boyunca 1’er litrelik biralar içiliyor, herkes yerel kıyafetlerini giyiyor, şehir içinde markaların geçişleri oluyormuş ve şehir hem turiste doyuyor hem de eğlenceye. Oktoberfest adından da anlaşılacağı gibi her sene Ekim ayında 2 hafta süre ile gerçekleştiriliyor.

Hofbraeuhaus

İşte bu en meşhuru! Gerçekten de öyle çünkü kapısında her zaman insan kalabalığı var. Biz Münih’teki ikinci gecemizde Hofbraeuhaus’a gittiğimizde tahminimin çok üzerinde bir büyüklük, bir kalabalık ve eğlence ile karşılaşıyoruz. Sadece sorun şu, içerisi büyük bir han olduğundan ve havalandırma sorunundan herhalde, sıcak, yoğun kokulu ve havasız. O nedenle biz akşam havanın serin olmasına karşın avluda bulunan masalara geçiyoruz. Siparişi vermemiz yaklaşık 1 saati buluyor. Öyle kalabalık ki ve tahminlerinin üzerinde bir kalabalıkla karşılaştıkları için garson organizasyonunu iyi yapamadıklarını söylüyor bize denk gelen Türk garsonumuz Hasan.

SAMSUNG CSC
Hofbraeuhaus

İçeride canlı müzik var ve canlı müziğe zaman zaman eşlik eden gruplar var. Bu grupların hepsi müşteri, hepsi Bavyera geleneksel kıyafetleri ile kadınlar elbiseleri, erkekler de askılı kısa pantolonları, kareli gömlekleri ve muhakkak kafalarındaki tüylü şapkaları ile. Hatırlayın Heidi çizgi filmini.

SAMSUNG CSC
Hofbraeuhaus

Siparişimiz geliyor yine 1 litrelik biralarımız masamızda. Merak ediyorum garson kızlar bu 1 litrelik bira bardaklarından 10 taneyi nasıl taşıyorlar. Ben iki tanesine zor hakim olabiliyorum. Herhalde işe başvursam direkt kapı dışarı gösterileceğim Hofbraeuhaus’ta. Biranın lezzetine gelince, bizim Efes’e o kadar çok benziyor ki sanki Efes içiyorum gibi hissediyorum. Gayet rahat, hiç yabancılık çekmeden içiyorum ancak koca bir bardağı bitirmek benim harcım değil.  Bir de her markanın muhakkak dark çeşidi de var. Denemedim ancak sanırım biraz daha belirgin bir tadı var.

Birkaç marka daha var ancak en meşhurlarını ve orada bulunduğum sürece gittiklerimi yazmak istedim.

Ne diyoruz? #dostlarbirarada !

Salzburg, Mozart’ın şehri

Trendeyiz, hava hafif yağmurlu, hafif puslu. Fotoğraflamak istiyorum Almanya, Avusturya arasındaki masal köyleri. Trenin lambası cama yansıyor, istediğim gibi çıkmıyor hiçbiri. Yanımdaki yaşlı kadın ingilizcesi için özür diliyor, belki 30 yıldır konuşmuyorum kusura bakma diyor, oysa benden iyi konuşuyor. Sırasıyla geçtiğimiz yerleri,  dağların isimlerini, eğer hava iyi olsaydı görebileceğimiz gölleri anlatıyor. Nerelisin diyor, İstanbul, Turkeey diyorum. Nasıl yani diyor, inanmıyor, asimile olmuşsun, değişiksin, Türk gibi değilsin diyor. Benim gibi çok Türk var İstanbul’da diyorum. Onlar bizi yanlış biliyor. Neler yapmam gerektiğini kısaca anlatıyor. Söylemiyorum daha evvel gittim ve şimdi de gitmeden önce çalıştım diyemiyorum. Öyle tatlı anlatıyor ki… Münih köy gibi ama Viyana bambaşkadır diyor.

Soruyorum hala Almanya’da mıyız yoksa Avusturya’ya geldik mi diye. Birazdan gelmiş olacağız diyor, çizgi yok ama geçmişten biliyor sınırın neresi olduğunu. Ojelerini sürmüş, açık gri mus çorabını giymiş, bembeyaz saçlarını taramış, Salzburg‘a arkadaşına yemeğe gidiyor. Fotoğrafını çekmek istiyorum, izin vermiyor, güzel değilim bugün diyor. Oysa benim gözümde peri kızı kadar güzel bu Avusturyalı…Salzburg tren istasyonunda ayrılıyoruz. Yağmur var havada.

SAMSUNG CSC
Sazlburg şehri, müzik dolu

Kocaman bavullarımızı istasyonda bulunan ve kullanmayı ancak 10 dakikada becerebildiğimiz kilitli dolaplara yerleştirdikten sonra otobüse atlayıp şehir merkezine geçiyoruz. Hava güzel olsa, bir de vaktimiz daha uzun olsa yürünebilecek bir yol aslında. Ancak şartlar elverişli değil. Babama Salzburg’da çektiğim fotoğrafları gösterince aa bizim Amasya gibi diyor, haksız da değil. Ortasından nehrin geçtiği bir vadide. Vadinin iki cephesinde de yerleşim. Kalesi, şehir merkezi, Mirabell sarayı, 803’ten beri açık olan Avrupa’nın en eski restoranı St. Peter, dükkanlar, kiliseler ve muhakkak görün denilen ünlü isimlerin yattığı St. Sebastian mezarlığı bir tarafta. Diğer tarafta ise biraz daha yakın tarihe ait binaların olduğu ve daha geniş bir alanda bulunan yerleşim, ofisler vs…

SAMSUNG CSC
St. Sebastian Mezarlığı

II. Dünya savaşı sırasında Hitler Salzburg’u öyle seviyormuş ki oraya asla bir bomba atmayacaksınız talimatı vermiş. Ne kadar doğrudur bilinmez. Salzburg’a tepeden bakan bir yerde Hitler’in dağ evi ise şu an ziyaretçilere açık bir müze… Söylenti doğruluğa yaklaşıyor gibi.

Bizim zamanımız gerçekten çok kısıtlı, Mirabell sarayını göremeyeceğiz, kısa bir şehir turu, açık pazarda bir gezinti, kaleye uzaktan bir bakış ve bir yemek molası. Yanlış bir planlama yapmışım. Keşke akşam Münih’ten çıkıp gelseydik ve gece Salzburg’da kalıp sabah erkenden şehri geze bilirdik tüm gün boyunca. Hem belki Mozart‘ın evini de detaylı dolaşabilirdik, ya da konserli bir akşam yemeğine katılırdık. Kültür seviyemiz Viyana öncesi kıvama gelirdi. Hatalıyım. Saatlere sıkışmış bir Salzburg bana yetmedi. Hem yakınlardaki Redbull‘un tesislerini de görme şansım olurdu. Ama nafile, boşuna konuşuyorum şu an. Başka bir sefere. Bilemiyorum ama içimden bir ses Münih’i tekrar göreceksin diyor. Eğer öyle bir şansım yeniden olursa neden olmasın?

SAMSUNG CSC
Yine de mutluyum
Edirne Otelcilik ve Turizm Lisesi öğrencileri ile buluştuk

Edirne Otelcilik ve Turizm Lisesi öğrencileri ile buluştuk

Ey internet sen nelere kadirsin!

Şeref Bey internette Midilli adası ile ilgili bilgi ararken Kuyruksuz Uçurtma’ya rastlayacak. Kuyruksuz’da dolaşırken bolca Edirne ile ilgili bilgi olduğunu görecek. Daha sonra da Edirne Otelcilik ve Turizm Meslek Lisesi Müdürü olarak acaba öğrencilerle deneyimlerimi paylaşmayı düşünür müyüm diye email attığında “ben bu hafta Edirne’deyim ne zaman isterseniz gelebilirim” yanıtı hızlıca kendimi okulda buluyorum. Okulun coğrafya öğretmeni sevgili Ali bey konferans salonunu hazırlatmış, katılımcı sınıfları organize etmiş bir şekilde beni karşıladı ve kısa bir okul gezisi, öğretmenlerle tanışma ve akabinde de sunumun başlaması.

irem özer 010Doğruyu söylemek gerekirse çok heyecanlandım. Çünkü ilk defa gençler önündeydim ve beni oldukça merak ettikleri gözlerinden okunuyordu.

Önce gezilerimden bazı fotoğrafları ve yaşadığım değişik anıları paylaştıktan sonra soru cevap kısmı ile söyleşimizi bitirdik.

Eve geldiğimde elimde koca bir demet çiçek ve teşekkür yazısı ile ailemi bir kez daha gururlandırmış olmanın sevinci başkaydı.

Söyleşiden sonra hem zamanın azlığı hem de heyecan sebebi ile ay keşke şunu da anlatsaydım, ya da şunu da ekleseydim dediklerim çok oldu.

İnşallah bir başka seferde eksiklerimi telafi edeceğim.

Böyle bir deneyim yaşamama fırsat verdikleri için okulun müdürü Şeref Beye ve Ali Beye teşekkürlerimi sunarım.

Beni pür dikkat dinledikleri için de okulun tüm öğrencilerine sevgilerimi iletiyorum.

Hayallerim, aşkım ve Münih

Bundan tam 18 yıl önce hayalimdi. Florian Keisinger sebebi ile. Kendisi Münih’in bir kasabasından olup, benim de en büyük aşkımdı. Büyük hikaye var bu ismin içinde. Belki bir gün üşenmem ve yazarım. Güzel ama acıklı bir aşk hikayesi. Şimdi o bir yerde ben bir yerde farklı yaşamlarda…

Bu yazı onun için olsun o zaman…

SAMSUNG CSC
Rathaus

Aylar öncesinden alınan bir uçak bileti yine, yine Allah’ım inşallah bir aksilik çıkmaz da gidebilirim duası, hızlıca bulunan bir otel, her türlü detay yine hızlıca çalışılıp hazırlandı ve uçuş günü geldi çattı. Bende aksilik yok ancak ablamın işlerindeki yoğunluk sebebi ile seyahatimizin Münih kısmına yetişemeyecek, son 2 gün Viyana’da bizimle olabilecek. Yapacak bir şey yok.

Münih’e iner inmez hafif yağışa aldırmadan hemen tren biletimizi alıp şehir merkezine, otelimize ulaşıyoruz. Almanya’da şöyle bir güzellik var, eğer grup ya da aile ile birlikte geziyorsanız 5 kişiye kadar 24 saatlik metro bileti 10.60 Euro. Devlet ben sana bu hizmeti zaten vermek zorundayım senden sadece destek bekliyorum diyor, metro hem çok kullanışlı hem de çok ekonomik. Zaten Münih de Bakırköy kadar bir şehir, dümdüz, metro ağı son derece mantıklı ve dakika sekmeden çalışıyor. Arabaya ihtiyaç yok, şehrin yerlileri bisiklet sahibi herkes bisikletleri ile ulaşımı sağlıyor, hatta metrolara da gerekirse bisikletleri ile biniyorlar. Trafik yoğunluğu gibi bir şeyi Münih’ta asla duyamaz, asla göremezsiniz. Güzel Avrupa şehirlerinin kıskandıran özelliklerinden biri daha. Tabi biz hep İstanbul ile kıyaslıyoruz. İstanbul kocaman bir ülke, keşmekeş, plansızlık ve kural ihlalleri ile iyice içinden çıkılmaz bir halde.

20131107_112905
BMW Welt

Hemen Münih gezi notlarıma geri dönmek istiyorum. Otelimiz Sendling bölgesinde ve Rathaus’a yani Marienplatz’a 5 durak uzaklıkta. 5 durak da 8 dakika kadar bir zaman sürüyor ya da sürmüyor. Metroların hepsinde iyileştirme çalışmaları var, sanırım yaza kadar iyice pırıl pırıl olacak. Almanya’nın en sevdiğim özelliği çok temiz olması. Gitmeden önce Münih için de Almanya’nın en temiz şehirlerinden biri yorumunu okumuştum, elbette çok temizdi ancak yazıldığı kadar da değildi. Olsun ben her halini seviyorum bu Almanya’nın.

Otelimize yerleştikten sonra merkeze varmadan acaba yakınlarda yemek yiyebileceğimiz güzel bir yer var mıdır diye sorduğumuzda, bizi geleneksel Alman yemekleri yapan Wirsthaus in Sendling’e yönlendirdiler ki kesinlikle harika bir tercih oldu. Hem çok açtık hem de Alman biralarına başlama vaktimiz çoktan gelmişti.

SAMSUNG CSC
Olimpiyat Parkı

Yemek sonrası hemen merkeze geçip zaman kaybetmeden Münih’i yaşamalıyız. Rathaus, Marienplatz, yeşil kubbeli FraunnKirche, St. Micheal Kirche, St. Peter’s Kirche (bu arada Kirche kilise demek) derken küçük bir alanda pek çok yeri gezmiş bulunuyoruz. Çok meşhur olan Asam Kirche’ye gittiğimizde ise kapının kapalı olduğunu görüp başka sefer diyoruz. Ertesi gün gittiğimizde de açık saati bir türlü denk getiremiyoruz.

Yürümeyi seviyorsanız Sendlinger Tor, İsar Tor arası sokaklara girip çıkabilir, Münihliler nasıl yaşıyo, nasıl sosyalleşiyor görebilirsiniz. Gerçi 20:00’da tüm kafeler, dükkanlar kapanıyor, şehir birden bire sessizliğe bürünüyor. O zaman İstanbul akla geliyor, 7/24 yaşayan bir şehir, enerjisi hiç bitmeyen bir şehir. Ama o zaman da ne kadar fazla çalışıyoruz biz ve kendimize, ailemize, çevremize hiç vakit ayıramadığımızı düşünüyoruz. Sanırım onların yaptığı çok daha doğru. Hafta sonları biraz daha farklı her yer bir nebze daha hareketli. Seyahati hafta sonuna denk getirmek daha mantıklı olabilir. Pazar günleri tüm dükkanlar kapalı bunu unutmadan tabi.

SAMSUNG CSC
Augustiner Bira Evi

Bolca yürüdükten sonra e artık bir bira evine girmeli ve bir Alman gibi günü bitirmeliyiz. Marienplatz’da bulunan ve şehirde pek çok yerde şubesi olan en meşhurlarından biri Augustiner’e giriyoruz.  Herkese benden bira! Kendi imalatları olan Augustiner sipariş ediyoruz. Garsonu anlamak çok güç. Öyle kaba bir İngilizcesi var ki insan şaşırıyor. Sonra aklıma geliyor, burası Almanya’nın güneyi, her ne kadar en zengin bölgelerinden biri olsa da diğer Almanlar Bavyeralılara “kıro”, “dağlı”, “kaba” diyor. Dilleri de o nedenle biraz kaba olabilir.  Hoş bu tatil süresince tanıştığım her Bavyeralı son derece sıcak, samimi ve eğlenceliydi, kabalıklarına rastlamadım.

Garsonumuz biralarımızı getiriyor ancak sanki tok satıcılar, insan daha fazla bir ihtimam bekliyor, nafile. Olsun, biz birlikte olmanın ve günün keyfini yaşıyoruz.

Münih’teki ikinci günümüzde şansımıza hava pırıl pırıl, Olimpiyat parkı, Allianz Arena ve English Garden’ı gezmek için ideal.

20131107_151322
Allianz Arena

Olimpiyat parkı kesinlikle görülmesi gereken yerlerden biri. 1972 Münih olimpiyatlarında Mark Spitz yüzme dalında 7 altın madalya ile rekor sahibi olduğu yüzme havuzunu görebilirsiniz. Oldukça büyük bir alan ama içinde bulunan ve kişi başı 3 Euro olan shuttle ile 25 dakikalık, rehberli bir tur gerçekleştirmek en mantıklısı. Sonra da Olimpiyat kulesine çıkıp hava temiz ise Alpleri boydan boya görebilirsiniz. Kuleye çıkış 5,5 Euro ve asansörle 30 saniye kadar sürüyor. Biraz baş dönmesi yapabilir ama buna kesinlikle değer. Kulede bulunan restoranın açık olduğu güne denk gelirseniz bir şeyler de yiyebilirsiniz ancak ucuz olmadığını söylemem gerekir.

Olimpiyat parkından hemen yürüme mesafesinde olan ve girişin ücretsiz olduğu BMW Welt binası da değişik bir tecrübe sunuyor. Yeni model ve eski model BMW’ler, memleketinde, fabrikasının yanında sergileniyor. Biz daha fazla vakit kaybetmemek için BMW binasında hemen bir yorgunluk kahvesi içip metroya atlayıp Allianz Arena’nın yolunu tutuyoruz. Bayern Münih’in stadı da gece ve gündüz ayrı güzel. Uzaktan şişme, elips şeklinde bir balona benzeyen Arena, gece farklı ışıklandırma ile oldukça çekici bir görünüme sahip oluyor. Gündüz de aynı şekilde, içindeki müzesi, hediyelik eşya dükkanı, restoranı ile pek çok sporseverin ilgisini çekiyor. Kısa tur 50 dakika sürüyor ve kişi başı 10 Euro. Gitmişken girilmeli, soyunma odaları, masaj odaları, müze ve çimlerin mekanik güneş ısıtma sistemi ile yetiştirilmesini görmek farklı olabilir. Bundan sonra her Bayern maçında bu stat gezim aklıma gelecek. Dönüşte metro güzergahında olan English Garden’a giriyoruz ancak biraz zamanı geçirdiğimiz için hava hem serinlemeye hem de Orta Avrupa maalesef erken kararıyor burada hava. Avrupa’nın en büyük parkı burası. İçinde göller, dereler, at binme alanları, bisiklet yolları. Kimi koşuyor, kimi bisiklete biniyor, kimi çocuğu ile kimi köpeği ile. Kimi de göl kenarında bir bira evinde demleniyor. Daha uzun vakit geçirmek isterdik ancak şartlar istediğimiz kadar uygun değildi. Yine Marienplatz’a dönme ve yemek yeme vakti.

SAMSUNG CSC
Deutches Museum

Üçüncü günde yine şanslıyız. Hava daha da sıcak, daha da aydınlık. İlk durak merkezdeki Schwabing semti, güzel dükkanlar, güzel vitrinler. Almanya’nın güneyinde Alplerin eteğinde olunca bir şehir, dükkanların geneli outdoor malzemeleri, kayak giysileri, kar botları satıyor. Sokak aralarında gezindikten sonra geçmişi birkaç yüzyıla dayanan Viktualienmarkt’a uğruyoruz. Açık pazarda yiyecek içecek konusunda her şey var neredeyse. Çiçekçiler  ve yılbaşı süsü satan standları da unutmamak gerek. Meydandaki bira evinde, açık alanda oturmaya yer bulmak imkansız gibi. Minik bir masaya yerleşip kahve ile idare ediyoruz. İstikamet Deutches Museum. Yine yürüme mesafesinde kolayca bulduğumuz bir yer Deutches Museum. Alman bilim, teknik, mekanik, denizcilik, aklınıza gelebilecek pek çok konuda benzersiz müzelerden biri burası. Oldukça büyük olduğunu söylemeliyim, öyle yarım saatte çıkarım diye düşünmeyin. Çocuğum olsa kesinlikle getirip gezdirmek isteyeceğim yerlerden biri ayrıca. Çok ilham verici şeyler var ve hepsinin sunumu da birbirinden güzel. Giriş 8,5 Euro. En üst katındaki terasta ayrıca Münih’e tepeden bakıyor, İsar ırmağının kıyısında olduğu için de güzel kareler için ideal yerlerden biri burası.

SAMSUNG CSCVe biraz da yeme içme diyelim. Deutches Museum’a giderken bir hamburgerci dikkatimizi çekmişti, dönüşte uğrar akşam yemeğimizi burada hallederiz demiştik. Aynen planladığımız gibi yaptık ve şaşırtıcı derecede şu ana kadar yediğim en güzel hamburgerlerden biri ile Münih’te tanışmış oldum.

Hans im Glück
Hans im Glück

Hans im Glück” şanslı Hans, Münih’te ve birkaç Alman şehrinde zincir olan bir hamburgerci, servis, dekorasyon, ekip, lezzet hepsi şahaneydi ve gayet de uygun rakamlara karnımızı tıka basa doyurup çıktık. Patates kızartmasını da muhakkak söyleyin, böyle güzel patates kızartması başka nerede denk gelir bilemiyorum artık.

Günde ortalama 13-14 kilometre yürüyünce ayaklarımız biraz hasar görmedi değil, biraz kendimizi şımartıp Thai Masajı yapan bir minik SPA merkezinde buluyoruz kendimizi. Ayak masajı şart olmuş! Bir Münih klasiğinde sıra Hofbräuhaus! Yani Hitler’in örgütlenme konuşmalarını yaptığı, han gibi kocaman içeride geleneksel Bayvera kıyafetleri ile kızlı erkekli, oturup içen grupların olduğu bira evi. Aslında içeri girince bir an sıcaklık, havasızlık, gürültü ve yoğun koku rahatsız etmedi değil. Nereden baksanız 1000 kişi aynı anda ellerinde 1’er litrelik biralarla günün en keyifli anını yaşamakta. Biz kendimize bahçede bir yer bulup siparişimizi vermeyi bekliyoruz. Ancak öyle kalabalık ki sıranın bize gelmesi oldukça zaman alıyor. Daha sonra öğrendiğimiz kadarıyla hava güzel olunca bahçeyi de açmışlar, ancak bahçe için ekstra servis elemanlarını organize edememişler. O nedenle servis aksamış ve bizlerin bekleme süresi uzamış. Hofbräuhaus’un kendi birasını içiyorsunuz. Diğer bira evlerinde olduğu gibi. Diğerleri de güzeldi ancak ben Hofbräuhaus birasını daha çok sevdim çünkü damak tadıma, hatta bizim Efes Pilsen’e de çok benzettim. Alışkanlığıma yakın olduğu için sevdim.

SAMSUNG CSC
Hofbräuhaus

Şimdi planımda Oktoberfest zamanında seneye Ekim ayında Münih’te olmak ve bir Dirndl satın alıp, festival süresince onu giymek. Bavyera eğlencesinde usulünce yer almak istiyorum. Bu sefer göremediğim Pinakothek‘lerin hepsine gitmek istiyorum.

Münih’le vedalaşmak hüzünlü oldu. Yolumuzda Salzburg ve Viyana var. Salzburg da Bavyera bölgesinde sayıldığı için “Bayern Ticket” ı alıp kişi başı 8,5 Euroya 1,5 saatte varıyoruz. 1 kişi 22 Euro, yanındaki diğer kişiler de 4’er Euro vererek bu bilete sahip olabiliyor. Almanların bir sevdiğim yanı daha çıktı, toplu seyahati, aile birliğini her koşulda destekliyorlar.

Masal evlerin yer aldığı köylerden geçerek Salzburg’a ulaşıyoruz.

Devamı gelecek…

[youtube]https://www.youtube.com/watch?v=B5FjOC5kOPg[/youtube]

Burgas, Nessebar, Bulgaristan

Sınırlarda dolaştım bu sene. Bir Yunan, bir Bulgar, bir Yunan, bir Bulgar.

_DSC775429 Ekim bayramında yine Edirne yollarına düşmek üzereyken ani bir plan değişikliği ile kendimizi Kırklareli Dereköy sınır kapısında buluyoruz. Yol biraz Babil filmindeki Fas gibi, ancak yükseğe çıktıkça da Alpler gibi. İnanılmaz keyifli bir yol, sınır kapısı ise dağın tepesinde, ilginç ve Kapıkule gibi de yoğun değil, geçişimiz çok çabuk gerçekleşiyor. Fakir Bulgaristan köylerinden sırayla geçerek sonbahar renklerine doyuyoruz. Burgas’a geldiğimizde karnımız aç, otel bakmadan önce zincir marka olan Happy‘e giriyor, hızlıca yemeğimizi yeyip kısalan günü kaçırmamak için internetten bulduğumuz ve Happy’ye çok yakın gözüken bir oteli görmeye gidiyoruz. Çift kişilik oda 60 Leva yani 85 TL ve son derece merkezi ve ideal bir otel olan Gran Via. Arabayı da hemen önündeki boşalan park alanına koyduktan sonra trafiğe kapalı olan, mağaza ve kafelerin bulunduğu Aleko Bogoridi caddesine gidiyoruz. Caddeye ilk girişte, benim ne işim var burada, değişik ya da beni heyecanlandıran ne bulacağım ki Bulgaristan’da dedim. Düşündüm bunu. Sonra yaz mevsiminde hayal ettim, eminim daha canlı ve daha güzeldir, ama hiçbir zaman bir Yunan değildir. Yunan aşkım terk edemeyeceğim bir sevgilim gibi.  Caddede ilerledikçe o kadar da kötü değil canım diyorum. İnsanlar kafelerde oturuyor. Kimisi işten çıkmış, evine doğru yürüyor, kimi çocuğunu okuldan almış birkaç mağaza gezmesi yapıyor. Mağazalara baktığımızda kozmetik ve iç çamaşırı dükkanlarının yoğun olduğunu görüyoruz ya da bizim algımız o yönde daha fazla çalışıyor. Tüm caddeyi baştan aşağı dolaştıktan sonra Malibu Sunset‘te oturup birer kahve içip, Foursquare’den yakınlarda gidilmesi gereken nereler var onu araştırıyoruz. Şehrin en iyi bari Barbossa diyor, yine yürüme mesafesinde.

_DSC7772
Asabi çiçekçi

Haydi o zaman Barbossa’ya gidelim! Ahım şahım bir güzelliği olmayan ancak saat ilerledikçe turist değil de lokal haklın toplanma mekanı olduğunu anladığımız yer Barbossa. Aynı zamanda 1 martini bianco 2,8 Leva, yani 3.4 TL gibi bir komik rakam. Bulgaristan’da yeme içme oldukça ucuz, benzin de ucuz, pek çok şey ucuz. Şimdi anlıyorum insanlar neden kayağa Bulgaristan’a geliyorlar. Yakın zamanda deniz tatili için de çok tercih edilecektir.

_DSC7829
Nessebar

Gecemiz kendi kendimize bardaki Seslav ile eğlenerek ve içerek geçiyor. Otelimize yakın olsak da taksinin bizi 3 levaya götüreceğini düşünerek, yürümeye değmez atlayalım taksiye diyoruz. Dinlenip sabah tarihi dokuya sahip olan Nessebar kasabasına gideceğiz.

Nessebar Burgas’a 35 km uzaklıkta, arabayla yaklaşık 20-25 dakika kadar sürüyor. Farlarınızı gece gündüz sürekli açık tutun, beni bir polis durdurdu ve uyardı bu konuda. Açmamak ceza almanıza sebep olabilir.

_DSC7820
Nessebar

Nessebar’da “old city” ismi ile Unesco tarafından korunan minik yarım ada turistlerin yoğun ilgisinde. Ancak sabahın erken bir saati olduğu için ne açık doğru düzgün dükkan var, ne bir kafe ne de bir restoran. Biz de bu zamanı Safranbolu benzeri sokakları dolaşarak, fotoğraf çekerek değerlendiriyoruz. 3000 yıllık bir geçmişi olan Nessebar, Bulgaristan için önemli turizm noktalarından biri. Çok eski kiliseleri barındıran eski şehirde, Yunanlar, Bizans ve akabinde Osmanlı hakimiyeti sürmüş.  19. yy’da Plovdiv tarzı evler inşa edilmiş ve bugün bizin karşılaştığımız görüntüyü tamamlamış.

[youtube]http://www.youtube.com/watch?v=v_Xy_gRAj7I[/youtube]Biraz dolaştıktan sonra servise başlamış olan  Zornitza Sevina isimli restorana oturup, kahvaltı ve öğle yemeği karışımı öğün ile ihtiyacımızı gideriyoruz. Edirne’ye dönme vakti yaklaşıyor. Bu kısa süreli kaçamak yolda gördüğümüz Ekim renkleri ile taçlanıyor.

Bu seyahatimde yalnız mıydım? Hayır, Müge ile birlikte yine güzel bir yolculuk yaşadık.

_DSC7862

Rodos, bendeki Yunan sevdası

Şövalyeler, korsanlar, Osmanlılar, İtalyanlar, Almanlar, Yunanlar, tarihine detaylı bakamıyorum, benim için kayalıklı plajlar adası Rodos. 400 yıl Osmanlı egemenliğinde kalmış, şövalyelerin inşa ettiği iki sıralı kale ve şehirden oluşan merkez, meşhur 12 adaların baş adası olan Rodos. 1923 yılında İtalyan egemenliğinde bulunduğu için mübadele dönemini es geçmiş, bu nedenle de azınlık olarak 3.500 kadar Türk halen adada yaşaşıyor. 1948 yılında da 12 adalar olarak Yunanistan’a katılmış.

20131012_113513
Oasis Beach

Bu benim Rodos‘a ikinci gidişim, ilki çok kısa süreli olduğu için aslında “old city” dışında başka bir alanı detaylı görme şansım olmamıştı.

Şimdi ise zaman bol, 6 koca gün var önümüzde ve listemizdeki tüm plajları gezme, Ekim ayının güneşinden, denizinden bolca faydalanma planımız var. Yalnız mıyım? Hayır, bu sefer ben bir Rodosluya eşlik ediyorum. Babası Rodos Türklerinden olan Müge de ilk kez memleketini görecek. İkimiz de oldukça heyecanlıyız, Marmaris’e kadar olan uçak yolculuğumuz ve akabinde 1 saat 15 dakika kadar süren katamaran yolculuğu, gidiş dönüş aynı gün olursa 39 Euro, eğer açık dönüş olursa 55 Euro. Az değil, ama yapacak bir şey de yok. Bendeki Yunan sevdası bu.

İlk gün şehir merkezinde kalacağımız evimize daha yerleşmeden önce Müge’lerin Kandilli mevkinde bulunan çiftliğe uğrayıp, amca ve halasının ellerini öpüyoruz. Bahçede dolaşıp dalından koparılan nar, mersin ve limonun tadına bakıyoruz.

_DSC7192
Old City

Daha sonra şehir merkezinde hedefimiz old city, yani şövalyelerin zamanında inşa ettikleri ve Unesco tarafından koruma altında bulunan daracık sokakları ile şimdi içinde dükkanlar, oteller, evler olan kale içi semtini geziyoruz. Her yer turist dolu, limanda birkaç cruise gemisinin etkisi olsa gerek diyoruz. Bol bol Amerikalı yaşlı teyzeler, amcalar, İtalyanlar ve birkaç gün sonra bayram sebebi ile adayı basacak olan Türklerden az az şimdilik.

İlk günü sokak aralarında dolaşarak, Müge bol bol vespa fotoğrafı çekerek, arada nefes almak için oturduğumuzda Amstel ya da Mythos içerek tamamlıyoruz. Gece yine yürüyerek şehir merkezine gitme, akşam için bir yerler keşfetme planımız var. Amacımız hep turistik yerlerden uzak lokal bar ya da kafelerde vakit geçirmek. Bunun için de elimizle koyduğumuz gibi bulduğumuz ve sonraki akşamlarda da muhakkak uğradığımız Briki Cafe‘yi mesken tutuyoruz. Modern dekorasyonu, martini bianco’su, sempatik garsonları ile hem internetini sömürdüğümüz hem de keyfimizi artırdığımız yer oluyor.

Plajlar

_DSC7343
Agathi Beach

Rodos’taki ikinci günümüzde sezon sonu olduğu için ve üstüne de pazarlık ile günlüğü 20 Euro’ya minik bir araba kiralıyoruz. İstikamet adanın doğusunda bulunan plajlar. Hepsine girip çıkma gibi bir hedefimiz var. En beğendiğimize yeniden gidebiliriz ya da daha uzun vakit geçirebiliriz. Aslında yine her zamanki gibi spontane gelişiyor. Plan zaman zaman şaşıyor ya da o anda bambaşka bir hal alıyor. Sorun yok, nasıl mutlu olacaksak o yönde hareket ediyoruz.

İlk uğradığımız uzun plaj Tsambika oluyor, acaba su soğuk mudur derken Yunan adalarında en sevdiğim berrak denize kendimizi bırakıyoruz. Sahilin kayalık tarafındaki kocaman bir kayaya Yunan bayrağını çizmişler, gidip fotoğraf çekmeden olmaz diyoruz. Bu arada Rodos adasında plajların çoğunda şezlong ücreti var ve hepsinde rakam aynı, 4 Euro. Midilli ve Thassos‘da bu yoktu. Rodos tabi geçimini tamamen turizmden kazandığı için ve sezonu da diğerlerine göre çok uzun olduğu için herhalde daha farklı bakış açısına sahip.

_DSC7296
St. Paul Bay Beach

Tsambika’da birer Yunan birasını içip yola devam ediyoruz.  Lindos‘a kadar inmeyi, öğle yemeğimizi Lindos’ta yemeği düşünüyoruz. Lindos Rodos merkezden sonraki en büyük yerleşim, büyük derken şehir aklınıza gelmesin, bu da küçük bir sahil kasabası. Lindos merkeze gitmeden önce yine adını sıkça duyduğumuz St. Paul Bay Beach‘e uğruyoruz. Yakınında Pefkos Beach de görülmeye değer. Hepsi kayalık ve küçük alanlara sahip olduklarından ve  biraz kalabalık olduğu için güneşlenme düzenimizi kurmadan geri çıkıyoruz. Manzara müthiş, film sahnesinde gibiyiz.

Lindos eşekleri ile meşhur, alınacak tüm magnetler eşek görselli, esprili. Lindos kalesine çıkmak isteyenleri de eşeklerle çıkarıyorlar ama bizde yine öyle bir heves yok. Güzel bir restorana oturup, şarabımızı, deniz mahsullü yemeğimizi sipariş etmek daha cazip geliyor. Seçimimizi Hermes restorandan yana kullanıyoruz ve hata etmediğimizi yemeklerimiz gelince anlıyoruz. Hafif çakır keyif olunca haydii bir başka plaja diyoruz ve kuzeye doğru geri dönerken Agathi‘ye uğruyoruz. Tsambika’dan daha küçük ama yine koylardan daha ferah bir plaj burası. Bir de öğrendik ki şezlong almayıp yere havlumuzu atarsak 4 euro ödemiyoruz. Ekim ayında olduğumuzu unutup güneş bizi akşamın 8’ine kadar yakacağını ümit ediyoruz ama nafile, akşam üzeri olduğunda hafif bir serinlik ile plaj seansımızı daha kısa kesmemiz gerektiğini anlıyoruz. Yapacak başka bir şey var, şehre gidip duş alıp, sokağa çıkmak. O da fena fikir değil hani.

_DSC7257
Tsambika Beach

Ertesi gün yine aynı güzergahta henüz girmediğimiz plajlara girmeye başlıyoruz. İçinde küçük bir mağaradan kilisesi ile Oasis Beach, Thassos Beach ve Faliraki’de bulunan Kathara beach. Katara’da denizin içindeyken liman tarafında kayalık üstünde bir adamın yüksek sesle konuşarak etrafın ilgisini doğal olarak bizim de ilgimizi çektiğini fark edip, yanına gidiyoruz. Biraz önce denizden kendi yakaladığı ahtapotları köpürtmekle meşgul, biraz şov biraz iş derken biz de sohbetin içine dalıyoruz. George Tokouzis, 62 yaşında, doğma büyüme Falirakili. Çocukluğunda burada sadece 3-5 evin olduğunu anlatıyor. 10 yıllığına Amerika’ya gidip geldikten sonra da Rodos’u tanıyamadığını, çok turistik olduğunu ekliyor. Akşam yakaladığı ahtapotlar için parti vereceğini, kendisine ait bir apart olduğunu da belirtip bizi davet ediyor. Olabilir diyoruz. Tüm tatilimiz boyunca verdiğimiz en doğru karar olduğunu herhalde yıllar boyunca anımsayacağız.

20131012_113536Daha sonra Faliraki’ye birkaç kilometre uzaklıkta olan Anthony Quinn Beach ve Ladiko Beach favorilerimiz arasına giriyor. Hatta ertesi gün de aynı yere gitmeyi tercih ediyoruz. Lindos’un biraz daha güneyinde sakin plajlar var ancak daha da aşağılara inmeyip sadece Ghlystra Beach‘te biraz vakit geçiriyoruz. Gayet sakin ve keyifli bir plaj burası da.

Adanın batısına neden gitmediniz derseniz, sürekli rüzgar olduğunu söyledikleri için hem de sezon sebebi ile riske atmayıp daha sakin yerlerde denizin keyfini çıkarmak istedik. Gideceklere özel not yanınızda muhakkak şnorkel olsun. Kayalıklı denizde yüzünce göreceğiniz balıklar da bol çeşitli oluyor. Kaçırılmamalı.

Nudist Beach

_DSC7387
Mandomata Nudist Beach

Bu özel plajı çok ayrıntılı yazmaya gerek olmadığını düşünsem de yine de bir anı olarak, bana göre farklı bir tecrübe olduğu için Nudist Beach burada yerini alıyor. Midilli’de de vardı sanırım ancak aramak için zamanımız olmamıştı. Türkiye’de de eskiden Foça civarında vardı diye duymuştum. Hala var mı bilemiyorum. Ben içimdeki aşırı özgür kızı ara ara ortaya çıkarmaktan keyif alıyorum. Çünkü hayatımın geri kalanında o garip özgür kızı çok fazla bastırmam, saklamam gerekiyor. O nedenle bu tarz bir deneyim benim için çok özel ve çok da güzeldi. Birincisi insan doğasına çok uygun bir şey bu, diğer yandan da felsefik olduğunu düşünüyorum. Bu kadar, siz de deneyin, hem de kesinlikle deneyin. Faliraki’de Anthony Quinn Beach’e çok yakın.

Yeme- İçme

Hermes Restoran, Lindos
Hermes Restoran, Lindos

Adalarda endişeniz olmasın, süzme yoğurttan yapılan cacık, sarımsaklı ekmekler, ahtapot, kalamar, patlıcan ezmesi istediğinizi yiyin. Özel bir restoran yok tavsiye edeceğim, istediğinize girebilirsiniz. Ama şu fark var, Midilli deniz mahsullerinde tüm adalara fark atar.

Cannon Bar- George Tokouzis

George bize Anthony Quinn Beach’i tarif ederken kendi apart ve barını da gösteriyor. Akşama ısrarla gelmemizi istiyor, sizin bize hediyeniz göbek havası bile olacak diyor. Akşam üzeri plajlardan sonra eve gidip hazırlanıyoruz ama aslında gidip gitmemekte kararsızız. 20 Dakika kadar sürecek bir yol sonunda kendimizi George’un barında buluyoruz. George ızgaranın başında, bir grup turist, bir grup da yerli halk barı doldurmuş vaziyette. Taverna müzikleri çalıyor, barda uzun boylu 60’lı yaşlarda oldukça hoş kadın ki bu George’un Amerikalı eşi Kathy ve birbirinden yakışıklı iki adam, Dimitri büyük oğlan, Vasilis küçük oğlan. İkisine de aynı anda aşık olabilirim. Yunan sıcaklığına biraz Amerikalı güzelliği serpiştirilmiş gibi. Biri 32, diğeri de 30 yaşında.

_DSC7468
Cannon Bar- Ahtapot Partisi

Uzolarımızı sipariş ediyoruz. George bizi çok sıcak bir şekilde karşılıyor ve geldiğimiz için teşekkür ediyor. Daha sonra öğreniyoruz ki uzun yıllardır, her Cumartesi gerçekleştirilen bir gelenekmiş “ahtapot partisi”. Plastik tabakta, çatal bıçaksız, yudumluk ahtapotlar sıcak sıcak ikram ediliyor, elle yiyiyoruz. Ahtapotlar Cannon Bar‘ın ikramı, sadece içtiğimizi ödüyoruz diğer masalar gibi. Arada bir de sarımsaklı ekmek de geliyor, ızgaradan sıcak sıcak.

Yerli halk ise sırayla çıkıp kendi danslaMrını oynuyor, arada George, Dimitri ve Vasilis de çıkıyor oynuyor, Kathy barda onları alkışlıyor. İnanılmaz eğlendiğimiz bir gece oluyor bu. Unutulacak gibi değil, tabi biz de masamızda oturmuyoruz. Türkün kıvraklığını masa tepelerinde göstermezsek olmaz değil mi? Çok ama çok eğleniyoruz. Gecenin sonunda Facebook’tan herkes birbirini ekliyor, iletişim oradan devam edecek, yine geleceğiz. Gecemiz “biz de İstanbul’a size geleceğiz” ile bitiyor. Son derece keyifle evimize geri dönüyoruz. Seneye gidersem yine bir Cumartesi akşamını orada geçirmek isterim. George diyor ki, asıl olan arkadaşlık, para her şekilde kazanılır ve inanın hayatta bu önemli değil diyor. Ahtapotlar neden bedava anladık şimdi:) Bizi uğurlarken tüm masalar el sallıyor, Vasilis işlenmemiş, doğal deniz tuzu ve magnet hediye ediyor. [youtube]http://www.youtube.com/watch?v=Qafc-IOJP_E[/youtube]

Ertesi gün kahve içmek için yine uğruyoruz, yine aynı sıcak karşılama, hüzünlü uğurlama, inşallah İstanbul’da buluşacağız bu güzel insanlarla.

SAMSUNG CSC
Girit Evleri

Rodos’taki bir başka görülmesi gereken yer ise Girit Evleri. Hava alanından şehre girerken sahil boyunca sıralanan, tek katlı küçük evler “Girit evleri”. Girit, Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılınca, adadaki Türkleri gemilerle Rodos’a taşımışlar ve bu 151 adet küçük evlere yerleştirmişler. Girit Mahallesi’nde hala Rodos’taki Yunan vatandaşı olan Türkler yaşıyor.

6 günlük Rodos maceramızın 4. gününde Elizabeth’in bize katılması ile ekibimiz 3 kişi oluyor. Elizabeth’i de bazı koylara götürüyoruz, son iki günümüzü de denizde, plajda, Old City’de geçirerek adaya veda ediyoruz. Mevsimden mi, uzun kaldığım için mi bilinmez hüzün var içimde. Hatta Marmaris’e geçince de bir özlem. Bendeki Yunan sevdasından ötürü herhalde…

20131013_172939
Faliraki

Bu gezide ileride okudukça hatırlanacak Müge ile aramızda olan; bir domates suyu macerası, Hermes restoranın sahibi adamın mimiklerindeki seksilik, Rodos merkezde ceza yazan cool trafik polisi, Manolis’in trafik çevirmesi sonrasında, araba kullanmasına izin verilmemesi ve benim de alkol kontrolünden sonra direksiyona geçerek aracı Manolis’ten teslim almam…

Daha bol fotoğraf için ise her zamanki gibi Facebook‘a beklerim.

PepsiCo ile patates hasadı ve dahası

2 gece, 1,5 günlük bir gezi. Anlatacak, paylaşacak çok şey var ancak uzun yazı okunmuyor – ben de okumuyorum uzun yazıları- diye biraz kısa, öz olarak anlatmaya çalışacağım. Bol fotoğraf konusu OKEY, sorun yok.

DSC00225Daha evvelki yazımda PepsiCo’nun Zarakol aracılığı ile davetinden bahsetmiştim. Gün geldi çattı ve akşam Atatürk Hava Limanı’ndan Kayseri’ye doğru kalkacak olan uçağımızı bekliyoruz. Seyahat grubunda birkaç kişi hariç hemen hemen herkesi tanıyorum. Tanımadıklarımla da kaynaşmak uzun sürmüyor. Geç saatlerde Kayseri’ye varış ve uyuduğum için ne kadar sürdüğünü bilmediğim Nevşehir, Uçhisar’daki muazzam otelimiz CRR‘ye yerleşme. Hemen uyumak istiyorum, elimdeki programa göre yarına sığdıracağımız çok aktivite var. Sabaha karşı uyanıp camdan şöyle bir baktığımda günün aydınlanması ile havada süzülen onlarca balonun büyüsü yüzümde gülümsemeye neden oluyor, sebepsiz bir mutluluk gibi.

Kahvaltının hemen ardından önce PepsiCo Kurumsal İletişim Müdürü Didem Şinik‘in kısa sunumu ile eğlenceli sınıf düzenimizi alıyoruz. Birazdan kıymetli Vedat Başaran’ın anlatımı başlayacak ve eller kalemle not almaya yetişemeyecek ses kaydı yardıma koşacak. Patates tarihine bakarsak aşağıdaki kısa, ilginç ve kimisi de bize eğlenceli gelebilecek bilgilere ulaşabiliriz.

 JA7A4468İ.O 3.000- 3.700 Peru – İnkalılar 3000 tür patates evcilleştirdi.

1535- Peru –  İspanyollar ilk defa patatesi gördü.

1550- İspanya  –  Patatesin Avrupa’ya gelişi

1586- İngiltere – Queen Elizabeth’in aşçısı patatesin yapraklarını pişirdi, kendisini çöpe attı.

1590 –İtalya –  Papa botanikçisine ilk defa patatesi verdi.

1651-Almanya – Devlet, halkını patates yetiştirmeye zorladı.

1660 – 1688 – İrlanda – Patates ekimi hızla 500 000’den 1.5 milyona çıktı.

1662 –İngiltere – Kraliyet patates ekimine sponsor oldu.

1700- Rusya  –  Deli Petro patatesi halkına tanıttı. 

JA7A54781719- Kuzey Amerika – İskoç ve İrlanda göçmenleri patatesi ilk defa Kuzey Amerika’ya götürdüler.

1748 –Fransa –  Parlamento patatesin cüceliğe sebep vermesinden dolayı ekimini yasakladı.

1760- Polonya – Patates 7 Yıl Savaşları sırasında Polonya’ya ulaştı.

1760-1840 –İrlanda – Nufus 600% arttı. 1.5 milyondan 9 milyona arttı patates sayesinde.

1763-Fransa – Parmentier patates ekimini Fransizlara tesvik etti.

1764-İsveç   – Ülkesinde patates ekimini teşvik etti.

1770-Avustralya – Kaptan Cook patatesi Avustralya’ya tanıttı..

1780 – Fransa  – XVI.Louis Paris yakınlarında patates tarımı yaptırdı.

1793- Fransa – Patates hakkındaki ilk yemek kitabı basıldı. ‘La Cuisine Republicaine’

1830- Belçika – Patates hastalığı

1835- Fransa – Careme İngiliz usulü patates yemekleri yaptı.

1837 –Fransa – Kazayla patates suflesi üretildi.    

 1845-   SAMSUNG CSC İrlanda –  Patates hastalığı bütün ekini yok etti. 1 milyon İrlandalı öldü, 1 milyonu da ülkeyi terketti.

1850- Amerika – Efsane patates cipsi Saratoga da icat edildi.

1873- Amerika – Idaho patatesleri yetistirildi.

1920- Amerika – 1. Dünya Savaşı’ndan dönen askerler patates kızartmasını ülkelerine getirdi.

1950- Dünya  – PEPSICO patates cipsini dünyaya tanıttı.

1970- Türkiye – Vedat Basaran patatesten ilk mührünü yaptı.

SAMSUNG CSCBu eğlenceli ve bilgi akışının çok yoğum olduğu, soluksuz dinlediğimiz sunumdan sonra Vedat Bey’in önderliğinde kendi istediğimiz lezzetleri buluşturarak, patates cipsi için damak tadımıza uygun dip sos yaratmaya workshop alanına gidiyoruz. Sarımsak seven biri olarak, yoğurtlu, baharatlı ve bol sarımsaklı bir sos ile patates cipsimi süslüyorum. Bitirmek 5 dakika sürmüyor.

Öğle yemeğimizin ardından Göreme Açık Hava Müzesi, çömlek atölyesi derken akşamı ediyoruz bile. Akşam müthiş olacak. Geçtiğimiz yıllarda gidemediğim Türk gecesi ile “Göreme’de Turist Olmak” adlı kitabımı yayınlayabilirim. Yüzlerce farklı milletten insanın aynı anda, kimliklerini unutup, Türk ezgileri ile dans etmeleri izlenmesi gereken olaylardan biriydi. Ancak benim yine uykum var ve biliyorum ki yarın sabah 05:00 gibi kalkıp biraz da yol yaptıktan sonra patates tarlasında hasat yapacağız. Gidip uyumalı.

SAMSUNG CSCSabah tarlaya vardığımızda tarlamızın özel bir ismi olduğunu öğreniyoruz. Lady Rosetta, hiçbir yerde görmediğim pembe patates bunlar. Lady Rosetta’da kahvaltı ve hasat sırasında PepsiCo Agro ekibi ile tanışıyoruz. Biraz teknik bilgileri bizlerle paylaştıkları için hepsine burada yer veremeyeceğimi düşünerek en önemlisini vurgulamak istiyorum. PepsiCo Türkiye gelecek 5 yıl içerisinde patatese harcadığı suyu ve patates üretiminde ve depolanmasındaki karbon ayak izini yüzde 50 azaltmayı hedefliyor.

PepsiCo çalışılmak istenen en iyi şirketlerden biri, bu gezi ile ben de kesinlikle onaylıyorum. “Tarımsal sürdürülebilirlik” PepsiCo  Türkiye’nin bu yılki en önemli hedeflerinden biri.  Türkiye’de üretilen cipslik patatesin %75’i ve endüstriyel patatesin %19’unu Pepsi satın alıyor. Hatta öyle bir şey ki, patates tarlalarındaki tarla sahiplerini bilgilendiriyor, 15 günde bir kontrolleri yapıyor, tohum, gübre konusunda destekliyor ve iyi mahsul elde etmek için çiftçi ile birlikte canla başla çalışıyor. Mahsulün de çoğunu aldığını düşünürseniz çiftçi de rahat, PepsiCo da.

SAMSUNG CSC22 marka, 65 Milyar Dolar gelir, ABD dışında gelir %50, global markalara lokal lezzetler kazandırma misyonlarından biri. Ayrıca Avrupa’nın en büyük elektrikli araç filosu PepsiCo’da. Tuz tüketimindeki hedefi azaltma yönünde çalışmaları da var. Michael Jackson’un ilk ve tek çalıştığı marka Pepsi. Türkiye PepsiCo ürünlerinden olan Ruffles satışında dünya 3.sü. ve daha ne bilgiler var. Benim eksiklerimi sevgili arkadaşlarım Fundalina ve Berna Mutlu Aytekin‘in bloglarından da erişebilirsiniz. Aşağıdaki video da faydalı olabilir.

[youtube]http://www.youtube.com/watch?v=9ABWfbt-v8Q[/youtube]

Kusursuz organizasyonu için Zarakol’a, tüm ekibi ile bizi misafir etmek için ellerinden gelen tüm inceliği ve özveriyi gösteren PepsiCo ekibine teşekkürler.

Yeniden görüşmek üzere,

İrem

Fatih Türkmenoğlu’ndan “Hayat Gezince Güzel, Sahilde”…

Fatih Türkmenoğlu’ndan “Hayat Gezince Güzel, Sahilde”…

TV’de sempatisi ile tüm ailecek izlediğimiz, program sunuşundaki içtenliği  ile çoğu zaman bizi gülümseten ve gezdiği yerleri bize aşık eden biri Fatih Türkmenoğlu. Hatta bayılıyorum, özellikle Ege’de bir sahil köyünde sunumunu yaparken, denizin güzel gözükmesi  sebebi ile “ben şimdi dayanamayacağım gireceğim” deyip giren, iyi yürekli olduğunu tahmin ettiğim insan.

20130906_165517Ve şimdi bir kitabı var! Hem de gezi kitabı. Marmara, Ege ve Akdeniz sahilleri. İstanbul’dan başlayıp Anamur’dan Hatay’a kadar uzanan bir sahil rehberi. Nerede ne yenir, nerede kalınır, yapmadan gelmeyin önerileri ile dopdolu bir kitap. Evet elimizin altında google var, seyahat blogları, yüzlerce seyahat sitesi var, tur satan bilgi veren vs. Ancak kitaplar her zaman bir başka. Ben de internetçiyim ama hala not defterime elle yazmaktan daha çok keyif alıyorum, rehber kitapları işaretleyip, üzerilerinde not almak daha bir başka geliyor.

Bu kitap bana Lotus Medya aracılığı ile Fatih Türkmenoğlu‘nun ıslak imzası ile geldi, çok mutlu oldum ve hemen annemlere gösterdim çünkü onlar da severek takip ediyorlar. Gurur duyduk.

Kitabı elime alır almaz acaba memleketim Edirne de kitapta var mı diye baktım. 76. sayfada Edirne’mi buldum, otel önerilerinde eksik görünce de hemen Fatih Türkmenoğlu‘na twitterdan yazdım. Cevap almam 5 dakikayı bulmadı. Çünkü kitap baskıya girdiğinde Edirne’de son 6 ayda açılan oteller henüz yoktu. Bundan sonraki baskılarda güncelleneceğini söyledi Fatih Türkmenoğlu.

Ben şimdi yazıyı burada kesip kitaba geri dönüyorum. Birkaç haftaya yeniden Marmaris gezim olacak. Neler yapabilirim araştırmam lazım.

Ben kitabı karıştırırken sizi henüz gitmediğim Adrasan videosu ile baş başa bırakıyorum.

[youtube]http://www.youtube.com/watch?v=jc4vx_pa9Ww[/youtube]

velhas no cio indianpornvideos.mobi fotos de novinhas dando
fotos de rola e buceta 2beeg.mobi gostosa sendo estuprada
sexo com a tia brasileira dirtyindianporn.info pauzão gostoso
vídeo da grazi massafera pornolaba.mobi travekos
contos eroticos ao vivo tubepatrol.sex xxx vídeos
fudendo a gordinha gostosa chuporn.net sexoline
furracao porno arabysexy.mobi gozadas na siririca
pica gigantesca freejavporn.mobi ponor grátis
peitinho de novinha hotmoza.tv gostosas fumando
porno brutal estupro ufym.info porno comendo cu