Herkes gibi ben de baaa-yııııı-lıyorum bu canlılığa, ışıltılı şehirlere, o karanlık kış depresyonundan uzaklaşma bahanesine. Yeni yıl coşkusu bir motivasyon,…
Kaç yıl oldu saymadım ama her yaz gitmeyi planlıyorum. Hatta şimdi aklıma geldi rahmetli Davut da “İyileşeyim beni de gezilerinden birine kat, Midilli’ye götür” dediği kulaklarımda. Kısmet olmadı, o yaz iyileşemedi, öbür yaza da ömrü yetmedi. Mytilene yani bizim dilimizdeki söylemi ile Midilli adasının asıl ismi Lesvos. Ünlü Yunan eşcinsel şair Sappho’nun Lesvos’lu olması ile zamanla kelime dönüşe dönüşe “lesbian” olmuş ve hemcinsinden hoşlanan kadın anlamında kullanılıyor şimdi. Yunanistan’ın 3. büyük adası olan Lesvos nasıl ki Mikonos gay turistleri ile ünlü burası da lezbiyenlerin tercih ettiği bir adaymış. Biz de iki kız gidiyoruz ve ümidimiz yakışıklı erkeklerle tanışmak. Hemcinslerimizden uzak durma çabasında olacağız elimizden geldiğince.
Haritaya bakınca küçük bir ada olmadığını ve adada geçecek 3 gün için diğer Yunan adalarında beni kurtaran Atv ya da motosikletin burada yetersiz kalacağını düşünerek araba kiralamayı araştırmaya başlıyorum. Aynı anda otellere de bakıyorum. Diğer Avrupa kentlerine göre çift kişilik bir oda fiyatı gayet makul denecek düzeyde. Gecelik fiyatlar 30 Euro’dan başlıyor, benim seçtiğim otelde geceliği 45 Euroya konaklayacağız. Rezervasyonu yapar yapmaz otel müdüründen email alıyorum ve diyalog başlıyor, kaçta geleceksiniz, bir ihtiyacınız var mı vs. Seviyorum ben bu Yunan insanlarını oldum olası. Araba diyorum! Hemen Lakkis organize ediyor ve günlüğü 35 Euro’ya kiralama işlemi de tamam. İnternette aynı araç 53 Euro. Günlük 18 Euro kardayız.
Peki İstanbul’dan Ayvalık’a nasıl gideceğiz? Arabayla gitsek masrafı çok olacak. Otobüs? O da eskisi kadar ucuz değil ama başka çare yok. Gece yolculuğu, toplamda 8 saat sürecek olması biraz ürkütse de ilacımı alıp uyumayı planlıyorum. Sabaha karşı Ayvalık’ta olup 09.00 feribotu ile 1,5 saat sürecek bir yolculuk ile Midilli’ye geçmeyi planlıyoruz. Ayvalık limanında freeshop yokmuş, ancak dönüşte bir şeyler alınabilir Midilli gümrüğünden. Ulaşım bilgilerinin dışında çok önemli bir kilisenin Midilli’de olduğunu biliyorum. Diğer önemli olan da Sakız adasında Mesta köyündeydi. Taksiharyis Mihail Kutsal Manastırı. Gezilecekler listesinde.
Köyler, milyonlarca zeytin ağacı, daracık yollardan geçip, gezilip, görülecek. Uzo içilecek, deniz mahsullerin tadı çıkarılacak bu 3 günde. Dönüşte de bayramda Midilli’ye gidecek arkadaşlara öneriler hazırlanacak. Şu anki tek sorun konformist yapımdan uzaklaşma çabası içinde acaba sırt çantası bana yeter mi? Son durum, yetmez sen çek çekle git olacak. Kesin bilgi. Bekle bizi Mytilene.
Yemek, kozmetik, moda, kişisel, seyahat blogları ile birlikte fotoğrafçı olan ya da twitterda hatırı sayılır takipçi rakamlarına erişmiş olan her ne kadar kendileri bundan hoşlanmasalar da “fenomen” tabir edilen kişiler Nişantaşı City’s AVM içinde bulunan City’s Mahalle’de toplandık. Daha evvelden birkaç kez gidip yemek yemiştim, Londra’daki Harrod’s’ın yemek ve şarküteri katı ile Paris’te bulunan meşhur La Fayette’i anımsattı bana. Eminim başka benzerleri de dünyanın farklı şehirlerinde vardır ancak Türkiye’de benzeri yok. Önceki gelişlerimde Namlı ve Balıkev’de yemek yemiştim. Şimdi diğerlerini de bu mini gurme turu ile öğreneceğim.
Önce İstanbul’da salata deyince ilk akla gelen markalardan biri olan Sosa’ya uğruyoruz minik kaplarda salatalar ikram ediliyor, akabinde yemek kitapları köşesine uğruyoruz. Godiva, Namlı, Japon Wagamama, İtalyan Rigatoni, Mano Burger, Kebapçı Ali, Günaydın, mantıcı Hocanın Yeri, derken az az lokmaları yutarken hepimiz aslında ne kadar çok yediğimizi henüz farkına varamıyoruz. Balıkev ile turumuz bitti sanırken Vida’da Guinness biraları ve üstüne bir de Cremeria Milano’dan dondurma ve Malatya Pazarı’nın atıştırmalıkları ile limitimizi iyice aşıyoruz. Özellikle Günaydın’daki et ustası Gürkan Topçu’nun showu tüm misafirleri etkiledi. Berna Mutlu Aytekin sağ olsun video çekimi yapmış ve youtube’dan paylaştı. [youtube]http://www.youtube.com/watch?v=-AMtq6O04v8[/youtube]
İşte böyle güzel bir etkinliğin daha sonuna geldik, çok güldük, çok eğlendik. Yine harika insanlarla tanıştım. Yine İstanbul’daki en özel Mahalle’lerden birinde vakit geçirdim. Bu güzel Mahalle‘nin ömrü uzun olsun!
City’s AVM yönetim ve pazarlama ekibine teşekkürler!
Mutsuzum. Çünkü ufukta hiç seyahat yok. Elimde ağlayarak da olsa aldığım 2015 Haziran’a kadar geçerli Schengen vizem, Kasım ortasına kadar geçerli bir Birleşik Krallık vizem olsa da benim planım yok. Çünkü param yok. Anne, baba ve ablamdan da isteyemiyorum, eşşek kadar oldum çünkü. Yaptığım projeler, kazançlarım var ancak onları da hayatımı sürdürmek için kullanıyorum. Şu sıralar seyahat etmek lüks kalıyor benim için. Hoş tabi bir de yüksek sezonda olduğumuz için uçak biletleri uçmuş durumda. Aylar öncesinden almış olsaydım 3-5 memleket yapardım yine arada ama bu sefer hazırlıksızım ve mutsuzum doğal olarak. Millerimi de geçenlerde kullanmıştım. Ablamın mil hesabına sulanmak istedim, millerle de ekonomi sınıfında yer kalmamış, diğer sınıflardan almak istediğinde de uçuyor, e üstüne bir de vergiler biniyor. Ben yine mutsuz oluyorum. Böyle işte hep ay ne güzel gezdim, ay ay neler de yedim, aman efendim kaldığım otel de ne güzelmiş paylaşımlarından sonra bunu da yazmazsam olmazdı.
Eee gezdiklerine say İrem Hanım diyenleri de duymuyor değilim hani. Hayııııınsınız!
Evrakların hazırlanması, teslimi, teslim sırasında bekleme. Hepsi zor, hatta belki de en zorlarından biri İngiltere vizesi.
Benim de hiç aklımda yokken Efes Dostları bunu kafama soktu. Twitter’da bir yarışma yaptılar ve ben de hırslandım, çalıştım ilk 8’e gireceğim diye. Ne yaptım ettim, 3. sıradan o meşhur 8 kişinin içinde yer aldım.
Süper sevindirici bir olay benim için. 2006’dan sonra yeniden Londra’ya gideceğim. iPod’umdaki Coldplay şarkılarını kontrol ettim. Çünkü bu gezimde de istiyorum ki o şarkılar bana eşlik etsin. O zaman yaşadığım heyecanımı farklı duygularla anayım. iPod’dan daha önemli şeyler varmış ancak bunu zamanla anlıyorum tabi. Vaktim var bir de o arada benim Çok Gezenler Kulübü ile Balkanlar gezim var, pasaportu hızlıca konsolosluğa ulaştırma şansım yok. Olsun diyorum yine de 3 hafta var önümde rahat rahat alırım ben bu vizeyi. Gayet rahat bir şekilde Londra hayalleri kuruyorum. Doğu Londra çok popüler şu sıralar her ne kadar Efes Dostları gezi programı hazırlasa da ben arada kendi isteğimce gezerim diyorum. Tate Modern’e bir kez daha gitmek isterim. Chelsea’da dolanmak, Hampstead’e gidip kitapçılarda kaybolmak. Evet hepsi harika hayaller, Balkanlar’dan döner dönmez bir de Gürcistan gezim var ancak oraya kimlikle gideceğim için hızlıca tüm evraklarımı ve pasaportumu aracı kuruma ulaştırıyorum. Parmak izi randevumdan sonra bekleme süreci başlıyor. 1 hafta geçiyor ses yok, 2. hafta geçiyor hala ses yok. Gidiş tarihine 3 gün kalıyor, merakla aracı kurumu, World Bridge Service’i arıyorum ama geri dönüş yok. Bu arada duyuyorum çok kişi red alıyormuş. Pasaportumda da böyle bir damga olsun asla istemiyorum. Beni iyice telaş sarıyor. Birçok schengen vizem var, 2006 İngiltere vizem var ama herkes soruyor Amerika vizen varsa hızlıca çıkar İngiltere vizen de. Ama bende yok. Pişmanım geçtiğimiz sene Amerikan vizesi almadığıma. 10 yıllık olurdu kesin. Son 3 gün stres, gerginlik, sinir harbi ile geçiyor. Aracı kurumun da keyfini kaçırıyorum bu sebeple, benim telefonlarıma çıkmak istemiyorlar haklı olarak. Ateş gibiyim. Efes Dostları saat başı arıyor ses var mı diye. Ama nafile. Ses yok. Uçak biletleri alınmış, Londra’da geçecek 4 gün için şahane bir program var eminim. Neticede Final Four maçlarına gideceğim. Hayali bile güzel. Ama ne oluyor, benim vizem bu geziye yetişmiyor, 24. günde vizem bana ulaşabiliyor ancak. Üzüldüm mü evet o bekleme günlerinde çok üzüldüm, kısa süreli hayata küstüm, gidenlerin twitter, instagram hesaplarına bakmamak için kendimi zor tuttum. Arada kaçamak bakışlar, içli like’lar attım. Yorum yazmak da geldi içimden çok ama hakim oldum kendime. Neticede o ekiple birlikte gidemedim. Benim gibi gidemeyen ve benzer duyguları hisseden diğer kazananlarla birlikte. Efes de çok üzüldü, 8 kişi gümbür gümbür gidecekken, sadece 2 Efes Dostu ile gitmek onların da bu etkinliği buruk geçirmesine neden oldu. Kulaklarım çok çınlamış biliyorum.
Şimdi elimde bir Britanya vizesi var. Plan mı? Henüz yok, daha doğrusu Temmuz’da İskoçya var gibi görünüyor flu da olsa.
Ama şöyle de bir hayalim var. Seneye Efes Dostları ile birlikte Final Four’a tüm Anadolu Efes takımı ile gitmek…
Birkaç ay önceden yine nereye gitsek acaba virüsü kanımda dolaşırken uçak biletimizi bir çırpıda aldığım yer Batum. Araştırmaya başlayınca da hemen THY’yi arayıp inişle havalimanı ve ulaşımla ilgili kavga ettiğim yer aynı zamanda. Nasıl mı? Hemen hızlıca detay vereyim. Şimdi efendim Batum ile anlaşma yapılmış ve fiziki olarak Gürcistan sınırlarında olan havalimanını Hopa’ya gidecek Türk vatandaşları yurt içi biletlerini alarak faydalanabiliyorlarmuş. Batum bileti alırken dikkat, aynı uçakta yurt içi ve yurt dışı diye iki bilet satılıyor. Biri Batumi, diğeri Batum (Hopa). Ben tabi dikkat etmedim. Hopa’ya bilet almışım. İyi de olmuş, hem çok daha ekonomik oldu hoş biraz eziyeti de oldu ancak bahane ile Hopa’yı da gördük ve Batum’dan çok daha güzel balığı memleketimizde yedik.
Şimdi yolculuğumuza sıra geldiğinde Atatürk Havalimanı dış hatlardan kimlik ve size verilen bir çıkış kağıdı ile seyahatiniz başlıyor. İster 15 TL çıkış harç pulunu buradan alın isterseniz Sarp sınır kapısından. Fark etmez. Freeshopta biraz dolaştıktan sonra uçağımıza binip korkularımla birlikte seyahatimize başlıyoruz. Ne inişte ne de kalkışta hiçbir sarsıntı olmamasına rağmen ben gerginliğimi atabilmem için yarım şişe Jager’i götürüyorum. Uçakta içtiklerimi saymıyorum. İnerken iyice başımın döndüğünü hatırlıyorum sadece.
Batum Havalimanına 1,5 saatlik bir uçuş sonrasında iniyoruz ve kapıda bizi bekleyen Havaş otobüsüne sayılarak biniyoruz. Sarp sınır kapısı 15 dakikalık uzaklıkta. Havaş öncelikli olarak sınırdan aranmadan, bakılmadan herhangi bir işlem yapılmadan geçiyor. Direkt Hopa limanına, Sarp – Hopa arası da 10-15 dakikalık bir mesafede. Deniz kenarından keyifli bir yol. Hopa limanında bulunan gelen- giden yolcu alanında resmi işlemlerimiz tamamlanıyor ve oradan taksiye binip Sarp sınır kapısına Batum’a gitmek üzere geri dönüyoruz. Geçiş maksimum 10 dakika sürüyor eğer herhangi bir tur, kalabalık yoksa. Kimlikle geçiş mümkün. Pasaportunuzun yanınızda olmasına gerek yok. Aklınızda olsun.
Sarp Sınır kapısında biten işlemlerimizin akabinde hemen çıkışta bulunan döviz bürolarından GEL yani kısaca Lari alıyoruz. Lari Gürcistan’ın para birimi. 1 Lari, 1,10 TL:
Dışarıda bekleyen 101 numaralı minibüslerden birine binip şehir merkezine gidiyoruz. 1 kişi 1,5 Lari. Komik bir rakam. Şehrin merkezine gelince aslında şaşırıyorum. Öyle bir fakirlik, öyle bir düzensizlik, karmaşa. TV’de gördüğümüz Batum nerede diyorum. Meğer sadece sahilde birkaç sokaktan ibaretmiş o TV’de gördüklerimiz. Gerisi virane, pislik, estetikten uzak.
Minibüsten inip yürüyerek otelimize ulaşıyoruz. Otel fena değil, ancak çalışanlar oldukça kaba. Anlıyoruz ki tüm Gürcü halkı kaba. Hemen hemen hiç kibar birine rastlamadık. Belki lüks otellerde çalışanlar… Lüks oteller demişken ne arar burada lüks otel diyorsunuz. Kumarhaneler var ve Hopa’ya göre de uzunca bir sahili. E turizm için cennet demek bu iki kelime. RadissonBlu, Sheraton şu an faaliyette olanlar. İnşaat halindekiler ve yaza açılacak olanlar ise Hilton, Holiday Inn vb.
Otele eşyalarımızı attıktan sonra hemen şehri keşfetmeye başlıyoruz. Akşam üstü oldu ve inanılmaz bir aydınlatma var şehirde. Her yer ışıl ışıl. Rengarek ışıklar. O meşhur 2 caddede tüm binalar süslü püslü. Ara sokaklara girme yeter ki. Batum bizi fakirliği ile şaşırttığı kadar o fakirlik içinde insanların kullandıkları lüks marka arabalarla da şaşırttı. Tuhaf bir yer dedim ya. Ev yıkılmak üzere ancak bahçesinde BMW, Mercedes ya da cip var. Kılık, kıyafet, tekstil yok denece kadar az. Olsa da bize hitap etmiyor. Aslında bize hitap eden bir şey de yok benim gördüğüm kadarı ile.
Önceden listeme aldığım birkaç restoran var. Bari gidip onları bulalım da güzel bir yemek yiyelim diyoruz. İlki Fan Fan, Batum için şaşırtıcı bir dekorasyona sahip, yüksek tavanlı bir müstakil binada, orijinal aksesuarla klasik, modern, tarz ya da cool, trendy İngilizce kelimeleri ile tanımlayabileceğim bir yer. Çalışanlar da öyle. Ben somon ablam ise biftek sipariş ediyor. Gelen yemekler, sunum, masa aksesuarları muazzam. Hala şaşkınız bu yediğimiz yemekle ilgili olarak. İyi yer bulmuşsun İrem diyor ablam. Yemekler gerçekten çok leziz, somonun o sevmediğimiz kokusu yok edilmiş, biftek belki ki çok iyi marine edilmiş. Toplam 48 TL ödeyerek masamızdan ayrılıyoruz. Biraz dolaşıp kahve içecek bir yer bulmalıyız. Ancak şehir nedense güven vermiyor bize. Avrupa kentleri gibi değil. Her köşe başında öbek öbek adam. Taksiciler desen onlar da gruplar halinde. Tipler, kılık kıyafet bir garip. Kendimizi otelde buluyoruz neticede. Yarın gündüz gözüyle şehre bakarız.
Cumartesi çamaşır günü mü diye soruyoruz kendimize. Her yerde çamaşır asılı, yataklar, döşekler balkonlarda havalandırılıyor. Elektrik direğine bağlanıp yapılmış olan makara sistemi ile çamaşırlar öbür mahalleye kadar uzanabiliyor. Hemen sahile atıyoruz kendimizi, sokaklarda doğru düzgün kaldırım yok ya da her yerde bir inşaat var ancak bisiklet yolları ihmal edilmemiş. Hatta bisiklet parkomatı da var. Şehri bisikletle gezmek isteyen turistler için. Farklı semtlerde istasyonları var.
Sahil tarafı tabi çok düzenli, çimler, çiçekler, yapay 2 adet göl var. O hizada da yine hep dev binaların inşaatları. Hepsi sanırım otel olacak. Turizm alanında çok büyük bir ivme kazanacak şehir. Dubai gibi Abu Dhabi gibi.
Herhalde bir 8 km yürüdükten sonra Sheraton’un karşısındaki Neocca isimli kafede oturup kahve içmek istiyoruz. Türk kahvesi de var mönüde. Deneyelim diyoruz. Yan masa Türk, Metro, Ulusoy otobüsleri otellerin önünde. Günü birlik gelen de çok Doğu Karadeniz turlarına artık Batum eklemiş, o şekilde gelen de çok. Kumarhane de var tabi, gelip saçma sapan bir şekilde paralarını harcayacak insanlar. İçki ucuz şehirde.
Neyse biz kahvemizi içiyoruz, yanına da ekler pastası. 4 kahve ve pasta çin 15 TL ödeyip kalkıyoruz iyi bir rakam bu. Yürümeye devam, karnımız acıkana kadar. O arada bazı sokaklara dalıp görülmesi gereken kilise, sinagog gezilerimizi tamamlıyoruz. Ben hep bu arada sahil kentinde balık yemekten yanayım o nedenle, balık restoranı arıyorum. Bir de trip advisor notlarıma göre Ukranian isminde yapay gölün yanında bir restoran var. Karşımıza pıt diye çıktığı için dalıyoruz hemen.
Geleneksel Gürcü mutfağı ile Ukrayna yemekleri var. Biz sarmısaklı ekmek, havyar, karides ve bir de geleneksel olduğu için özel bir tavuk söylüyoruz. Ekmek ve havyar güzel ancak karides lezzetsiz, tavuk da içini kişniş ve su ile doldurmuşlar. Ben sevemedim. Bir de muhakkak içmeniz lazım diye beyaz bir Gürcü şarabı getirdiler onu da beğenmedim. Türk şarapları 100 basar. Özel bir not Efes Pilsen her yerde var. Rahat olun. İki kişi bahşiş dahil 88 tl ödeyerek restorandan ayrılıyoruz. Yürümeye devam.
Ancak şehir çabucak bittiği için ee ne yapacağız biz şimdi diyoruz ki o anda dünyanın 2. Büyük botanik parkına gitmeden olmaz diyerek taksici ile anlaşıyoruz. 22 TL’ye bizi oraya götürüyor, dönüşte de beni arayın gelip alayım sizi diyor Levan.
Botanik parkı gerçekten görülmeli. 8 dönüm alana kurulu, dünyanın çok farklı yerinden özel ağaç ve bitkilerin yer aldığı bu sene 100. Yaşını kutlayan bir park. 7 TL giriş, içinde de elektrikli otobüs var ki bence en mantıklısı gezmek için. Kişi başı tek yön 3,5 TL baştan sona bu elektrikli araçla gezip parkı bitiriyoruz. Levan bizi gelip alacak.
Şehre dönünce aklımda bir yer var gitmek istediğim. RadissonBlu Hotel’in roofunda bulunan Clouds Bar. Akşam üzeri olmak üzere ancak güneşin batmasına yine de var. Birer şampanya iyi gider. Aslında akşam da gelmek lazım buraya diye düşünerek yemek sonrası için rezervasyonumuzu yaptırıyoruz.
Akşam yemeğinde Batum’da Rizeli bir abinin restoranını Karadeniz mezgiti yemeğini planlıyoruz ancak biraz dinlenmek gerek. Bu arada Radisson, Karadeniz Balıkçısı, bizim otel minicik bir üçgen içinde yer alıyor. Her biri arasındaki yürüme mesafesi 5 dakika yok. O nedenle rahatız.
Yemek sonrası evet hemen rengarenk ışıklı Batum’a tepeden bakmak gerek. Ancak bizde keyif içkisi içecek hal kalmamış, birkaç fotoğraf çekip bir de Türk kahvesi içtikten sonra otele geri dönüyoruz. Çok yürüdük bugün. Yarın da erkenden kalkıp Türkiye’ye geçeceğiz. Aslında Hopa’yı görmek istiyoruz biraz daha detaylı.
Sabah erken kalkıp anlaştığımız taksi ile Sarp Sınır kapısına ulaşıyoruz. Hopa’ya geçip temizliğine, lezzetine hayran kaldığımız sahilde kadınların işlettiği kahveye uğruyoruz. İsmi Kahve Bahane, çeşit çeşit kahve var. İsterseniz Türk kahvesini kumda bile pişirtebiliyorsunuz. Uçağa daha çok vaktimiz var. O nedenle Hopa sahilinde sütliman denizde oynaşan yunusları izleyerek bu gezimizi bitiriyoruz. Sonrası zaten aynı İrem’in uçak korkusu falan. Sıkıcı yani.
c. Trabzon’a uçak bileti alarak, kara yolu ile devam ederek
d. Doğu Karadeniz turu yaparak
Ben uçakla yurt dışı bileti aldığımı sanarak yine uçakla yurt içi olarak gittim. Nasıl mı? THY’nin tek uçağı içinde yurt içi ve yurt dışı olarak iki farklı bilet satılıyor. Atatürk Havalimanı dış hatlardan uçağa biniyorsunuz. Freeshoptan aldınız aldınız, dönüşte Atatürk’ten alışveriş yapamıyorsunuz. Gürcistan Batum Havalimanı’na inip, hemen sizi orada bekleyen Havaş otobüsü ile Sarp sınır kapısından geçip Hopa limanında bulunan pasaport görevlilerinin kimliğiniz ve elinizdeki kağıdı alarak sizi Hopa’ya salıveriyor. Sonra orada bekleyen taksilerden birine atlayıp, 10 dakikada Sarp sınır kapısına geri dönüyorsunuz. Freeshoptan alacağınız varsa alıp bavula koyabilirsiniz.
Oradan da yaya olarak Gürcistan’a yine kimliğinizle geçiyorsunuz. Size bir kağıt veriyorlar. Onu da seyahatiniz boyunca saklıyorsunuz. Dönüşte lazım olacak. Gürcü tarafına geçtikten sonra orada bekleyen dolmuşlara 1 Lari vererek Batum merkeze gidiyorsunuz.
Gezip tozduktan sonra yine Gürcistan’dan Sarp sınır kapısından Türkiye’ye geçip, Hopa limanında kimliğinizle işlem yaptırıp, bekleyen Havaş’a binip Sarp’tan geri Gürcistan’a girip Batum Havalimanı’na ulaşıyorsunuz. (Bu arada da 2 kez freeshopa girme olanağınız var.) Oradan da uçağa ver elini İstanbul.
Zor gibi görünüyor belki ama macera tarafı var, vakit kaybı var ancak yurt içi ve yurt dışı uçak bileti arasında da en az 250 TL fark var. Karar sizin. Eğlenirim ne olacak Hopa’da da balık yerim derseniz amenna. Bunun bir farklı versiyonunu Pegasus’tan bilet alarak Sabiha Gökçen üzerinden de gerçekleştirebilirsiniz.
Belgrad’dan itibaren 5 saat süren bir araba yolculuğunun ardından akşam üstü Saraybosna’ya varıyoruz. Daha evvelden okumuştum küçük bir şehir diye. 550 bin nüfusu varmış ancak dağınık bir yerleşim olduğu için daha da küçükmüş gibi hissettiriyor. Çok seviyorum ilk defa bir şehre girdiğim andaki şaşkınlığımı. Hiçbir ayrıntıyı kaçırmadan ilk fikirleri edindiğim anı. Burada bir sürprizle karşılaşıyoruz. Yol kenarındaki billboardlardan birinde Kuzey-Güney afişi var. Daha sonra öğreniyoruz ki Türk dizileri burada çok popüler.
Hemen otelimizde eşyalarımızı atıp, akşam yemeği için bizden evvel Saraybosna’ya varmış olan Kerimcan ile buluşmaya, Başçarşı içindeki meşhur Sebil’e gidiyoruz. Bu akşam kendimizi bırakacağız, Kerimcan ikinci kez gelmesi sebebi ile bizi gezdirecek. Önce daracık bir kapıdan girdiğimiz yemekleri ile parmaklarımızı yediğimiz Dveri restorana gidiyoruz. Yemekler enfes. Zaten şu ana kadar Balkanlarda kötü bir şey yemedik hiç. Yemek sırasında Kerimcan bize Saraybosna’nın tarihinden, savaş sırasında olup bitenlerden bahsediyor. Belgrad’dan da daha ucuz bir şehirde olduğumuzu hesap gelince anlıyoruz.
Şimdi artık meşhur Saraybosna gecelerine akmalıyız. Önce Cheers, daha sonra Old City, en son durak da şaşırtıcı büyüklükteki ve kalabalıktaki Sloga. Her yer kalabalık, her yerde uzun boylu kızlar, erkekler. Herkes mi uzun olur, herkes mi güzel. Çok güzel olmayan bile ortalamanın üstünden muhakkak. Annemin memleketi olduğunu bir kez daha hatırlayıp ben de güzelim ama diye teselli ediyorum kendimi, her ne kadar onlar gibi uzun olmasam da.
Gece hayatının tek kelime ile artı ve eksisini söyleyeceğim. Artısı içki çok ucuz, burada cimriliği bırakın tüm arkadaşlarınıza içki ısmarlayın. Bonkörlüğü bir yaşayın. Eksisi ise her yerde sigara içiliyor olması. Kapalı mekanlarda her ne kadar havalandırma sonda çalışsa da benim gibi takıntılı ve sigaradan nefret eden biri için ciddi bir motivasyon düşüklüğü demek. Geceyi ilerlettikten sonra Hazal ile artık önümüzde yarın da var ve yapmamız gerekenleri düşünüp artık otele dönme vakti geldi diyoruz. Otel ile şehir merkezi arası taksi ile 3 dakika. Her yer birbirine çok yakın burada. Otelimiz Holiday Inn. Savaşta gazetecilerin kaldığı ancak buna rağmen yine de bombalardan nasibini almış, daha sonra yenilenmiş bir otel. Belgrad’daki minimal yataklarımızdan sonra buradaki geniş yatakların içinde kayboluyoruz. Yorgunuz herhalde yastığa kafamız değdiği an uyumuşuz.
Sabah erkenden uyanıp şehri keşfe çıkıyoruz. Hazal benimle gezmek ister misin diyor, neden olmasın diyorum. Ayrı ayrı gezsek de her köşe başında karşılaşacağımız aşikar.
Miljacka nehri kıyısından önce Avusturya Macaristan İmparatorluğu döneminden kalma binalar, ara sokaklarda delik deşik edilmiş apartmanlar, Başçarşı’ya yaklaştıkça Osmanlı kokusu. Avrupa’da başka bir kent var mı bu kadar farklı kültürü bir arada barındıran. Dikkatimi çeken apartmanlar onarılmamış ama tüm kiliseler, camiler, sinagoglar, savaştan aldıkları yaralar sarılmış, hepsi pırıl pırıl dimdik ayakta.
Bugün Pazar, kiliseden dönen güzel giyimli hanımlar, beylerle karşılaşıyoruz. O anda bir ezan sesi duyuluyor. Çok kültürlülüğün verdiği bir duygu olsa gerek pek çok Avrupa ülkesinden daha bir medeni, huzur dolu sanki şehir. Anlam veremiyorum. Çok yakın bir tarihte çok acımasız bir savaş yaşadılar. Dün komşuyken, birlikte içki içerken, ertesi gün düşman oldular, birbirlerini öldürdüler. Şimdi ise sokağa baktığımızda kim Boşnak, kim Sırp, kim Hırvat ayırt edemezsiniz.
Saraybosna beni çok etkiliyor. Aslında hep Sarajevo demek istiyorum. İzlediğim filmlerden belki de özellikle Sarajevo ki ismin asıl manası da Saray-Ova’dan geliyor, bana daha mistik, daha anlamını tamamlıyormuş gibi. Kelimelerim yetmiyor ifade etmeye.
Öğle yemeğinde GS’lı eski futbolcu Tarık Hodzic’in restoranında cevapcici, yani köfte yiyoruz. Bizim köftelerden çok bir farkı yok. Bu da lezzetli.
Yemekten hemen sonra hızlıca kendimi Gallery 11/07/95‘e atıyorum. Nedense çok görmek istediğim bir galeri burası. Srebranista katliamını fotoğraf ve videolarla anlatana savaşın soğuk yüzünü suratıma vuran, sert ancak görülmesi şart bir sergi.
Gözlerim yaşlı olarak sergiden çıkıp Zlatna Ribica‘da Çok Gezenler Kulübü üyeleri ile buluşuyorum. Enfes bir kafe, herhalde dünyada başka bir örneği yoktur. Hepimiz aşık oluyoruz ve akşam da gelmek üzere rezervasyonumuzu yaptırıp şehri arşınlamaya devam ediyoruz. Hava güneşte sıcak gölgede serin. Eski, yıpranmış binalar arasında dolaşıp şehrin ruhunu hissetmeye çalışıyoruz. Belgrad’daki coşku yok belki içimizde ancak duygu yoğunluğu da başka güzel.
Akşam yemeği için çok önerilen sadece 4 masası olan To Be Or Not To Be’de ev yapımı makarna, gorgonzola peynirli bonfile, soslu tavuk, şarap… Lezzet tarif edilemez hesap kolay ödenir cinsten. Yine mutluyuz, yine keyifle kalkıyoruz masamızdan. Yemek sonrası yeniden Zlatna Ribica’dayız. Jager’leri 3’er 3’er içiyoruz. Keyfimize diyecek yok. Eğlencemiz yerinde.
Yarın Türkiye’ye dönüş günü. Hava bizi hiç üzmedi, son sabah yağsa da olur. Umut Tünelini gezip oradan hemen hava alanına geçeceğiz.
Umut Tüneli ise bambaşka bir savaş hikayesi. Boşnaklara yardım amacıyla hava alanının altından geçecek şekilde 800 metre boyunca kazılmış olan, genişliği 1 metre, yükseliği ise 1.60 metre olan daracık, yiyecek, erzak ve yaralıların taşındığı bir hayatta kalma aracı olmuş. Şu an 25 metresi görülebiliyor, geri kalanı maalesef çökmüş. Abluka altındaki şehre nefes aldırmış, hayat vermiş. Evin sahibi yaşlı teyze hem evini vermiş, bahçesinin tünel için kazılmasına müsaade etmiş ve o süre zarfında da dikkat çekmemek için evinde oturmaya devam etmiş biri. 2012’den beri evi müze olarak geziliyor.
Sarajevo’dan hüzünlü ancak gelmiş olmanın huzuru ve sanki tamamlanmış bir hac görevi edasıyla ayrılıyorum.
Öğlen arası, trafik rahat. Belgrad gezisinde birlikte olacağım Ali Can ve Gizem’i de alıp güneşli bir havada Sabiha Gökçen’e doğru hareket ediyoruz. Hızlıca arabayı Ekopark’a teslim edip, havaalanı işlemlerimizi halledip kendimizi uçakta buluyoruz. 1 saat 20 dakika süren nasıl başlayıp nasıl bittiği anlaşılmayacak kadar kısa olan yolculuk sonrasında Belgrad Nicola Tesla havaalanındayız. İlk intiba, tertemiz bir havaalanı. Pasaport kontrolünde Sırp mısınız diye soran görevli gülümsememe neden oluyor. Bizi şehir merkezine götürecek olan aracımızla buluşup, konaklayacağımız Hostel 360’a çantalarımızı atıyoruz. Hava şahane bir an önce Belgrad sokaklarında kaybolmalıyız. Haritaya bakınca şehrin pek çok alanını yürüyerek görebileceğimizi fark ediyoruz. Bu müthiş bir şey. İstanbul gibi dev bir köyde bir yerden bir yere gitmek zulümken böyle şehirleri çok seviyorum.
Dışarı çıkınca konakladığımız evin harika bir lokasyonda olduğunu fark ediyoruz. İstiklal caddesi üzerinde bir ev düşünün ve gezeceğiniz yerlerde de hepsi birbirine yakın. Mutlu olmak için ayrı bir neden. Çok Gezenler Kulübünde herkes seyahat öncesi hazırladığı notlar doğrultusunda şehre dağılıyoruz. Aslında sonra göreceğiz ki pek çok ortak noktada buluşacağız. Küçük olduğu için göreceğimiz yerler de ortak oluyor. Bu daha fazla birlikte zaman geçirmek ve eğlence de maksimum olacak demek. Knez Mihailova caddesi üzerinden cafeleri, insanları inceleyerek kendimi Kale Meydan’da buluyorum. Pek çok kelime Osmanlı zamanından kalma olduğu için yazımı farklı olsa da söyleniş olarak bizlere yabancı gelmiyor.
Kale Meydan harika bir park, içinde gençler, çocuklar, yaşlılar, kitap okuyanlar, banka uzanmışlar. Bir şişe içki ile akşam üstünün tadını çıkaranlar. Yeni flörtler, bol kahkahaları ile etrafa neşe saçan genç gruplar. Gelmeden önce demişlerdi, İrem gözlerini dört aç, çok güzel kadınlar ve erkekler göreceksin diye. Aynen bu lafın doğruluğuna şahit oluyorum. Bir banka oturup 5 dakika dinlenip etrafımı sessizce izlemek biraz da fotoğraf çekmek istiyorum. Sava nehrine yukarıdan bakan bir noktada akşamüzeri güzel fotoğraflar yakalamak mümkün. Dinlenmemi bitirdikten sonra kendimi ara sokaklara atıyorum. Elimde harita, şu var ki Kiril alfabesinde yazılmış olan tabelaları okumak çok güç. Hatta bir süre sonra çözmeye uğraşmak yerine bırakıyorum akışına.
Republike Meydanından Hotel Moskova’ya doğru uzanan bulvara giriyorum. Şehir bulvarlarla parsellenmiş gibi. Hotel Moskova’nın cadde tarafında kahvelerini, içkilerini yudumlayan insanlara bakıp İrem biraz daha yürü diyorum. St. Sava Temple’a kadar yürümeyi hedefliyorum. Bu arada binaları ve insanları mağazaları incelemekten de kendimi alamıyorum. O kadar çok spor malzemesi satan mağaza var şaşırtıcı geliyor ancak bunu sebebini ertesi gün anlayacağım. Şimdi bir bağlantı kurmam güç. Kralja Milana bulvarının sonuna kadar vardıktan sonra bir parkta dinlenip Knez Mihailova’ya dönüşümü otobüsle gerçekleştiriyorum. Zaten 5 durak kadar bir mesafe var arada.
Ekiple buluşup akşam yemeği için nereye gideceğimize karar veriyoruz. Trafiğe kapatılmış, sağlı sollu restoranların olduğu, keyifli Skadarlija Sokağındaki geleneksel Sırp yemeklerini tadacağımız Tri Sesira’ya gidiyoruz. İçeride hem lokal halk hem de turist var. Anlaşılan o ki oldukça popüler bir yer. Yemekler müthiş, şarap müthiş, kaymak ile servis edilen mantar müthiş. Evde yapmaya çalışacağım bakalım ben de.
Yemeğimizi bitirdikten sonra sokaklara dalıp nerede, ne yapsak diye diye spontane şekilde dolaşırken Visnijiceva caddesini kesen Simina sokağından canlı müzik sesi gelen Passengers isimli bara giriyoruz. Oldukça güzel çalan bir grup var biraz dans edip gece yarısına doğru otelimize geri dönüyoruz. Ertesi gün için planımız Çingene adası olarak adlandırılan Ada Ciganlija ve Zemun bölgesini keşif etmek olacak. Ada Ciganlija’ya yeni Belgrad olarak adlandırılan semtten geçerek taksi ile 10 dakika bile süremeyen bir yolculukla ulaşıyoruz. Yeni Belgrad halkın deyişi ile Sleeping room, büyük, yüksek toplu konutlardan oluşuyor.
Ada’ya vardığımızda spor yapan, bisikleti ile dolaşan, paten kayanlar, golf, futbol oynayanlar, kürek çekenleri görünce dünkü spor mağazası neden çokmuş soruma yanıtı kendiliğimden bulmuş oluyorum. Bu vizyondaki insanlara hayran olmamak elde değil, hemen ortama ayak uydurup, günlüğü 10 TL’ye denk gelen bisikletlerimizi kiralayıp biz de bisiklet yolunda dolaşmaya başlıyoruz. Yazın bu bölgeyi düşünemiyorum. Bu mevsimde, bahar 2 gündür kendini göstermişken böyle ise yazın nasıldır? Nehir kenarında güneşlenmek için konmuş şezlonglar, kafeler, bungee jumping yapılacak alan aklınıza gelebilecek her şey burada. İmrenmemek elde değil. Birkaç saat geçirdikten sonra tekrar taksiye atlayıp Zemun merkeze varıyoruz ve saat 2’de kulede buluşmak üzere sözleşip sokaklara dağılıyoruz. Aklıma Viyana’nın Grinzing bölgesi geliyor. Zemun da eski bir mahalle ve balıkçılık ile geçimlerini sağlayan bir topluluktan oluştuğu için bolca balık restoranı da var. Sokaklarda dolaşırken bir kafede oturanların fotoğrafını çekmek için izin istediğimde masalarına buyur ediyorlar beni. Sonra sohbet başlıyor. Savaş zamanlarına gidiyor, herkesin yüzü düşüyor. Sonra eee sen anlat diyorlar…Sohbetin ardından Sibinjanin Janka ya da Macarca söylemi ile Gardoş kulesine çıkıyorum. Hava oldukça sıcak, Kulenin orada Belgrad’a bakmak, fotoğraflamak güzel ama karnımız acıkmadı mı hala? Yaklaşık 40 dakika masa boşalmasını bekleyerek yazılışı Saran okunuşu Şaran olan balık restoranına oturuyoruz. Yediğimiz her şey enfes, ton balığı, nehir balığı, somon, midye hepsi tadına doyulmaz lezzette. Yine güzel bir şarap ve yine Türkiye’ye göre çok ucuz Belgrad’a göre biraz pahalı kalan bir hesap ödüyoruz. Kişi başı 40 tl. Şaşırtıcı değil mi?
Nehir boyunca Splavovi üzerinde yürüyerek, bu hizada bulunan barları kulüpleri, restoranları inceleyerek şehre biraz yaklaşıyoruz. Hedefte Beton Hala var. Beton Hala’da da tavsiye edilen Cantina De Frida var. Adından da anlaşılacağı gibi dekorasyon Frida üzerine kurulu. Akşam üstü keyfi yapmak için ideal bir yer. Ayrıca prosecco kadehi de 7 TL. Yine güzel insanlar, yine keyifli bir Belgrad.
Daha keşif edilecek çok yer var. Harekete devam, sokaklar içinde kaybolarak Super Market Concept Store’u arıyoruz. Şehirdeki değişik mekanlardan biri belki de en önemlisi. Tasarım, marka kıyafetler, değişik objeler, ekolojik ürünlerin satıldığı bir bir alan ve restoran. Zaman zaman da sergiler yapılıyormuş. Yarın sabah kahvaltı yerimiz belli oldu diyerek sokakları arşınlamaya devam. Küçük Belgrad bir türlü bitmiyor, her sokağından muhakkak geçmek istercesine yürüyoruz.
Strahinjica Bana caddesindeki kafeleri inceleyerek bir günü daha bitiriyoruz.
Sabah erkenden kalkıp biraz fotoğraf çekmek, Supermarket Concept Store’da kahvaltımızı etmek için yola çıkıyoruz. Gelmeden önce Insomnia kafeye muhakkak git önerilerini hatırlayıp biraz zorlanarak kafeyi buluyorum. Neden zorlandığımı anlatayım. Şu ana kadar 5 kez önünden geçmişimdir, ancak benim hayalimde o kadar başka bir şey vardı ki, girip oturunca diğer kafelerden bir farkı olmadığını anlıyorum. Beklentim yüksek olunca ya dekorasyonu, ya da başka bir şeyi ile aradan sıyrılacak ve hemen fark edeceğim diye düşünmeme neden oluyor. Ancak öyle değil, herhangi bir kafeden çok bir farkı yok. Kahve 2 tl. İçip kalkıyorum, tek hoşuma giden logosu ve peçeteleri, defterimin arasında bir tanesi hatıra olarak duruyor şu an.
Kahvaltı sonrası biraz alışveriş, hediye alındıktan sonra Belgrad’dan ayrılma vakti geliyor. Sırada Saraybosna var ama ben Sarajevo demek istiyorum izninizle.
Belgrad ile ilgili daha fazla fotoğraf ve bilgi için Çok Gezenler Kulübü‘ne uğramayı da unutmayın.
Bu yazının bir bölümü Temmuz 2013 Pegasus Havayolları’nın uçak içinde dağıtılan dergisinde yer almıştır.
Hem de bu sefer Kuyruksuz Uçurtmalı! Uzun zamandır projenin yaratıcısı Hazal Yılmaz ile iletişim halindeydim. Neredeyse Çok Gezenler Kulübü kurulduğundan beri hevesliyim ancak onların programları benim kendi programım derken bu zamana kadar birlikte olamadık. Bir gün Hazal’dan “İrem, Belgrad?” diye kısa, öz ancak çok şey anlatan bir email geldi. Cevabım da aynı netlikte oldu. “Varım”.
Herhalde başka bir yer olsaydı bu kadar çok sevinmezdim. Hem annemin anne ve babasının göç ettiği memleket, hem de neticede Balkanlar! Yeşili ile, tarihi ile farklı bir Avrupa! Osmanlı ruhunu tatmış bir Avrupa mı onu 18 Nisan’da göreceğiz. Belgrad’da 2 gün geçirdikten sonra da kara yolu ile Saraybosna’ya oradan da İstanbul’a geri döneceğiz.
Şimdiden heyecanlıyım, nerede ne yapılır, ne içilir, ne yenir, nerede kalınır, hava nasıl olacak, hepsini bir bir araştırdım. Araştırdıkça Hazal’a gönderdim. Tüm ekip aynı anda araştırıyor eminim. Orada 6 kişi olacağız. Döndüğümüzde harika fotoğraflar, anılar, notlar olacak ve hepsi Çok Gezenler Kulübü‘nde toplanacak.