En son ne yazdım?

Başkent Ankara

Başkent Ankara

Sen her yeri gez gör, önce ecnebi memleketlerin peşine düş, bir Ankara’yı görme. Yıllardır bunun utancı ile yaşadığım için ilk fırsatta aklımdaki bu sorun evet bana göre bu bir sorundu, hallolmalıydı. Ablamın günü birlik iş gezisine ben de ortak olup Ankara yoluna koyuluyoruz. Hava alanından Ankara merkeze kadar farklı düşünceler beliriyor kafamda. Yalnız, sönük, hüzünlü, çirkin, karaktersiz binalar, kentsel dönüşüm inşaatları, içim burkuluyor nedense. Merkeze vardığımızda önce ablamın işlerini halledip daha sonra asıl amacımız şehir gezisinden ziyade 10 Kasım öncesinde Anıtkabir ziyareti. Ablam da belki 30 defa Ankara’ya gitmiştir ancak iş yoğunluğundan onun da Anıtkabir’i görme şansı olmamış. İkimizde Aslanlı Yolda yürürken çok mutluyuz. Sanki yıllar önce verilen bir ödevi yapmanın gururu ve verdiği rahatlama ile. Güneş ısıtıyor, kış ısırsa da. Avluda çok fazla öğrenci, yabancı turist, asker, başı açık kapalı kadın grupları. Ben hafta içi sıradan bir günde bomboş olacağını düşünürken açıkçası şaşırdım ve bir o kadar da sevindim. Anıtkabir kompleksi oldukça büyük, gösterişli ve bir o kadar da etkileyici bir alan. Gözlüklerimden gözyaşlarım gözükmüyor ancak usul usul üzülüyorlar. Duygulanmamak elde değil. Sanki aileden, çok sevdiğimiz ve uzun zamandır birini ziyaret ediyormuşuz gibi.

Wok’n Walk

Anıtkabir’in yürüyüş yolundan her köşesine hayran kalarak çıkışa doğru ilerliyoruz. Şimdi istikamet Arjantin caddesi, Tolga ve Okan ile buluşacağız, Wok’n Walk’ta öğle yemeğimizi yiyeceğiz. Ne ile karşılaşacağım konusunda hiç fikrim yok. Taksi ile geçerken Arjantin caddesinin minik bir Abdi İpekçi, Nişantaşı versiyonu olduğunu görüyoruz. Oldukça keyifli, güzel restoranlar, kafelerle dolu. Wok’n Walk ise yabancı filmlerde gördüğümüz kutu içinde Çin yemeği, hızlı, pratik ve uygun fiyatlı. Hoş sohbet eşliğinde yemeğimizi de yedikten sonra biraz Filistin caddesi, biraz Tunalı Hilmi, Flamingo Pastanesi derken geri dönüş uçak saatimize yaklaşıyoruz. Vakit yetmediği için görmeyi arzuladığım Anadolu Medeniyetleri Müzesini gezemiyorum. Bir daha ki sefer olur mu onu da bilemiyorum. Uçak biletimi alıp belki yine günü birlik gidebilirim. Nasıl olsa Skyscanner’dan uçak biletlerini sorgulatıp kolayca en uygun fiyatı bulabilirim. Telefonumdaki aplikasyonlar arasında en çok keyif aldıklarımdan biri.

Dönüş uçağında sabahki takım elbiseliler ordusu ile karşılaşıyoruz. Sabah Ankara’ya gelip işlerini halletmişler, toplantılarını yapmışlar, biraz yorgun biraz bitkin bir an önce evlerine ulaşmak istiyorlar.

Ankara İstanbul’un gölgesinde çok güzel bir kız kardeşi olan ağabey gibi kalıyor aklımda.

Batı Trakya, Dedeağaç | Alexandroupoli

Batı Trakya, Dedeağaç | Alexandroupoli

Batı Trakya’da görmediğim bir Dedeağaç kalmıştı. Ne yalan söyleyeyim özellikle göreyim diye bir hevesim de yoktu. Hep babamın yüzünden! Yollardayız yine. Kendisi evde ancak biz annem, ablam ve ben nasıl olsa arabanın triptik işlemlerini de yaptırdık diyoruz ve yolumuz uzun olmasa da sabah erkenden hareket ediyoruz. Kapıkule’ye nazaran Pazarkule’den geçiş çok daha kolay, 5 dakika sürmüyor ve yıllardır merak ettiğim diğer taraftayız. Evin camından her gün baktığım Yunan tarafındayız. Biz Edirneliler için farklı bir duygu bu. Eminim diğer tüm sınır şehirlerinde yaşayanlarda da vardır aynı duygu.

Yolumuz aslında pek uzun değil. Bulgaristan’a göre yollar da çok daha rahat. Dedeağaç’a kadar küçük bir mesafe hariç geri kalan tüm yol otoban. Aslında öncelikli hedefimiz Soufli, yolumuzun üstünde. Önce Orestiada, Dimetoka, Soufli ve Dedeağaç. Bizim için Soufli çok özel bir kasaba. Çünkü doğup büyüdüğüm sınır köyündeki evimizin balkonu tam bu kasabaya karşıydı, ara ara Pazar günleri kilisenin çan sesini duyardık. Meriç nehri Yunanistan ve Türkiye arasındaki sınırı çiziyor, biz de nehir kıyısına, set boyuna gittiğimizde karşı taraftaki Yunan askerleri ile Türk askerleri sohbet eder, birbirlerine sigara atarlardı. Aynı şekilde bizlerle de bildikleri kadar Türkçe ve bildiğimiz kadar Yunanca ile selamlaşırdık. Merakımız hep bu yüzden. 

Soufli tabelasını görünce hepimiz duygulanıyoruz. Hele hele bir de kasabanın içine girince, bir de tepeye çıkıp o çan sesini duyduğumuz kilisenin içine girince, içerideki yaşlı teyzenin bize merhaba demesiyle, hüzünlü, mutlu duyguların karmaşası içine giriyoruz. Keşke babam da gelseydi diyoruz ancak bu keşif gezisi oldu bir daha ki sefere sadece Soufli’ye babamla geleceğiz. Minicik bir kasaba ancak pastahanesi, tavernası, ipek böceği ile uğraşan bir yer olduğu için İpek müzesi, pırıl pırıl evleri, bahçeleri, nar ağaçları ile neden daha önce gelmedik pişmanlığını hissettiriyor. Evet ilk defa bu kadar yoğun bir geç kalmışlık duygusu hakim bende. Bu kadar yakınken, bizim hayatımızda manevi olarak bilmediğimiz bir yer bu kadar yer etmişken, 35 yaşında görmek biraz geç. Neyse hiç görmemekten daha iyi diyerek, Meriç nehri arkasında kalan ve hava sebebi ile siluet olarak gözüken Edeköy’ün fotoğrafını çekip Dedeağaç’a doğru yolumuza devam ediyoruz.

Soufli köyünden Türkiye’ye bakış

Öğle saatlerinde küçük sahil kenti Dedeağaç’tayız. Açıkçası hiçbir beklentim yok ancak bulduklarım çok. Bağdat Caddesinden biraz küçük bir cadde, sağlı sollu kafeler, restoranlar. Hepsi dolu, hepsinde bakımlı, tarz sahibi kadınlar erkekler. Hayretler içinde bu keyifli Yunanlıları izliyoruz. Şaşkınlık içindeyiz. Bu kadar minik bir yerde bu kadar yoğun bir sosyal yaşam! Aramızda ne kadar az kilometre var ancak ne kadar büyük bir fark var?!

Sakin bir balıkçı bulup öğle yemeğimizi aradan çıkartıp bir an önce caddede dolaşmak istiyoruz. Üç kadın ne yapar? Zara’ya girip alışveriş! Türkiye’ye göre daha ucuz ayrıca farklı modeller bulmak da mümkün. Biraz para harcadıktan sonra kahvelerini içmeden dönmemeliyiz, tabi boş bir yer bulabilirsek! Hava bozmak üzere, dönüş yolunda yağmur var, CD’de Orhan Gencebay’ın şarkılarından oluşan derleme albüm. Keyifli bir gün. Babama anlatacak çok şey, gösterecek çok fotoğraf var. En önemlisi bir sonraki gezimizin planı yapılacak!

Yurt Dışına Araçla Çıkış | Triptik

Yurt Dışına Araçla Çıkış | Triptik

Beynelmilel Ehliyet

Yine çılgınca bir fikir. Saat 16.30 ve ne yapalım derken Edirne’de olmanın avantajı ile hadi arabanın triptiğini yaptıralım ve Bulgaristan’a arabayla geçelim diyoruz. Akabinde de ilerleyen günlerde Yunanistan’a gideriz, sonra yine Bulgaristan tabi tüm planlar günü birlik yapılmak üzere tasarlanıyor. Aslında bunların hepsi babamın hayalleri ancak uygulayan biziz. Saçıma başıma bile şekil vermeden yanıma sadece gerekli evrakları alıp ablamla birlikte evden 16 km uzaklıktaki dünyanın 2. büyük kara sınır kapısı olan Kapıkule’ye ulaşıyoruz. Yanımızdaki evraklar neler?

*Schengen vizesi olan ve en az 6 aylık geçerli pasaport

*Arabanın ruhsatı

*Ehliyet

*Ehliyeti uluslararasına çevrilecek kişiye ait 2 adet vesikalık fotoğraf

*Para

Para ne şekilde lazım oluyor onu da yazayım. Ehliyetin 1 yıllık uluslararasına çevrilmesi ilk sene 300 TL, yenilemede ise 145 TL. Arabanın yeşil sigortası diğer ismi ile yeşil kartının yapılması 15 günlük, 1-2-3-6 aylık ve 1 yıllık olarak Euro üzerinden hesaplanarak yapılıyor. Biz 2 aylık yaptırdık ve 110 Euro tuttu.

Biraz heyecanla, biraz şaşkın vaziyette bir Türk gişesi bir Bulgar gişesi derken karşı tarafa geçtik. Ee şimdi ne yapacağız? Aslında amacımız Yunanistan’a gitmekti ancak bugünlük görevimiz Kapıkule’de bu işlemi yaptırmaktı. Yunanistan için Pazarkule girişinde bu işlemleri yapabileceğimiz bir büro olmadığı için Bulgaristan’a geçmek durumunda kaldık. Daha evvelden gittiğim için biliyorum 17 km uzaklıkta minik bir kasaba var, ismi Svelingrad. Hemen geri dönmek olmaz bari orayı görelim diyoruz. Hem başka arkadaşlarımdan duyduğum kadarı ile Avrupa’da zincir olan Billa süpermarket de Svelingrad’da var. Ayrıca Bulgaristan’ın bize göre çok daha ucuz bir memleket olduğunu biliyoruz ve gitmişken alış veriş yapalım. Akşam olmak üzere, kava karardı kararacak. Marketi kolayca buluyoruz ve alacaklarımızı alıp daha fazla yapacak bir şey olmadığı için geri dönüyoruz. Ha bir de en önemli ayrıntı şu ki dünyanın en pahalı benzinini kullanan bir ülke vatandaşı olarak arabanın deposunu doldurmadan dönmek olmaz diyoruz. 45 litre 95 oktan benzine 155 TL veriyoruz ki bu bizim ülkemizde 225 TL olması gerekiyor. Yine avantajlıyız. Benzinlik öncesinde de yol üzerindeki bir Türk kasaba uğrayıp ev için et alıyoruz. Antrikot, kuzunun kilosu 10 Euro, kıyma ise 6 Euro. Yine bizim memlekete göre çok ucuz.

Alışverişin hepsini kredi kartı ile yapıyoruz. Bulgaristan Avrupa Birliğine üye olsa da hala Lvea kullanıyor. 1 Leva da 1,2 TRY denk geliyor. Kapıkule Bulgar tarafında paranızı Leva’ya çevirebilirsiniz isterseniz.

Birkaç gidiş gelişle biz ehliyete ve sigortaya verdiğimiz parayı çıkarırız gibi ne dersiniz?

Ayrıca yarın da Yunanistan’a Dedeağaç’a gideceğiz bakalım. Gelir gelmez notlarımı aktarırım.

Öptüm Bay Bay!

 

Biraz Yunan, Biraz İngiliz, Biraz Türk | Kıbrıs

Kapalı Bölge Maraş

Tamamen bana göre Kıbrıs ne tam Türk, ne tam Yunan, ne de tam İngiliz. Hepsinin karışımı. Yerli halk Yunan adalarında gördüğüm yerlilerden farksız. Yüzyıllarca İngiliz sömürgesi etkileri de devam. E bir de Türklük var. Buna Akdenizliliği ekleyip iyice kafa karıştırmadan nereden çıktı bu Kuzey Kıbrıs gezisi hemen onu anlatayım.
Efendim şimdi bizim diğer bir kız kardeşimizin evliliği sebebi ile Kıbrıs’a 1 yıl kadar önce taşınması ile başlıyor hadise. Daha evvel de yine onunla birlikte Kıbrıs gezimiz olmuştu ancak tam 1 yıldır ısrarları üzerine bizim için en uygun zaman olan Ekim ayını tercih ettik. Topu topu 4 gün ama biz o 4 günü yağmura rağmen dolu dolu geçirdik. Nasıl mı?
Hafif sallantılı bir uçak yolculuğu akabinde Ercan- Lefkoşa Havalimanına iniyoruz. Hemen Turkcell’den SMS geliyor, konuşma, data ücretleri vs. Ayrıca ikinci bir SMS’de trafiğin sol şeritten aktığını belirten ammmaaan dikkat diyen bir SMS. Yasemin’in bizi karşılaması ile arabayla yaklaşık 45 dakika süren bir yol ve Girne’ye varış. Akşamın bu saati yapabileceğimiz en iyi şey, yemeğimizi yiyip yatıp uyumak. Yarın Ekim güneşini kaçırmamalıyız.

Barış Plajı

Sabah erkenden bahçede güzel bir kahvaltı ve sonrasında Yasemin’in eşi sebebi ile Barış Plajına misafir kontenjanından giriyoruz. Dümdüz bir deniz, sıcaklığını uzaktan tahmin edemiyorum. Ne de olsa Ekim ayındayız. Edirne ve İstanbul arasında üşümüşüm. Ayaklarımı değdirince hemen girmek için hazırlanıyorum. Sanırım en güzel mevsimindeyiz. Ilık mı ılık bir su. Berrak mı berrak. Geçtiğimiz seyahatim de Mayıs ayında gerçekleşmişti, o zaman da her şey güzeldi, ne sıcak ne soğuk. Tam kıvamında. Temmuz ve Ağustos aylarını hayal etmek istemiyorum.

Güzel geçen bir plaj gününün ardından Yasemin’in keşfettiği Mr. Pound mağazasına uğruyoruz. Öyle iştahlı bir alışveriş yapıyoruz ki dönüş için ekstra bir bavul ihtiyacımız doğuyor. Neler mi var Mr. Pound’da, bizim 1 milyoncu gibi. Her şey 4 TL, İngiliz malı kozmetikler, Çin işi ıcır zıvır. Türkiye’de bulunmayan pratik ev ürünleri. Duş jelleri, şampuanlar, onarıcı vazelinler, pudralar, vücut yağları, sabunlar, deodorantlar, Kartopu için köpek şampuanı, Türkiye’de 25-45 TL arası, ben aldım 4 TL’ye! Hatta 5 metrelik tasma bile aldım kızıma. O gün ablamla kendimizi kaybedip, alışveriş sarhoşluğunda eve dönüyoruz. Akşam yemeğe davetliyiz.

St. Nicolas Katedrali

Bu sefer istikamet magazin programlarında adı sıkça geçen Cratos otel. Gerçekten mimarisi, şıklığı ile insanı etkileyen bir otel. Biz otelin sahilinde bulunan Mey Blue, balık restoranına gidiyoruz. Akdeniz’den çıkan kuru kuru bir balıkla karşılaşacağımızı düşünüyorum ki tamamen yanılıyormuşum. Muhteşem mezeler, İstanbul’da bile sıklıkla bulamadığınız lezzette. Müzik de şahane. Kafamız çakırkeyf geceyi sonlandırıyoruz. Ertesi gün hava kapalı olacağı için plajı iptal edip 1 saatlik mesafedeki Magosa kentine gidiyoruz. Orada merakla beklediğim tek şey Kapalı Bölge Maraş’ın içinden geçecek olmamız. Normal şartlarda o bölgeye girilmesi yasak. Ancak askeri kimlik kartı ile Maraş bölgesi içinde bulunan tek yerleşim binası olan orduevine girilebiliyor. Şanslıyım yine. 1974’te terk edilen ve olduğu gibi kalan tabi yağmalanmış olması dışında. Kırık camlar, eski tabelalar, 2 katlı evleri tamamen sarmış olan sarmaşıklar, St. Tropez’i andıran bir sahil, sahilde sıra sıra dizili binalar. Çok çok özel, değişik bir duygu hissettiriyor insana. Fotoğraf çekmek yasak. Hatta ara bir alanda BM’e ait bir görevli de bulunuyor Türk askeri dışında. Şu an çok kıymetli ve Kıbrıs sorunundaki pazarlık araçlarından biri. Ancak son duyumlara göre bizim başbakanımız o bölgeyi açmayı düşünüyormuş. Eğer açılırsa turizm anlamında müthiş bir patlama yaşanacaktır. Hem muazzam bir plaj hem de tarihi manası düşünülünce pek çok kişi görmek için can atacaktır. Bakalım neler olacak?

Mr. Pound’dan aldıklarım

Kapalı bölge Maraş sonrasında Magosa merkezde Petek pastahanesinde bir şeyler atıştırıyoruz. Kıbrıs’ın en meşhur pastahanesi. Bol turist var yine. İngilizler çoğunlukta. Adada yaşayan İngiliz de çok olduğu için tabelalar Türkçe ve İngilizce hep. Magosa’da meydanda bulunan eskiden St. Nicolas katedrali şimdinin Lala Mustafa Paşa camisini de gezdikten sonra soğuyan hava ve bastıran yağmur sebebi ile arabamıza binip Girne’ye doğru yola çıkıyoruz. Duyuyoruz ki o gün Lefkoşa’yı sel almış. Yol üzerindeki 74 harbinde kaybedilen askerlerin şehitliğini de geziyoruz.

Sonraki 2 günde de Girne’de plaj ve alışveriş ile geçiyor. İçki Türkiye’e göre çok ucuz. 2’li litrelik Yeni Rakı 32 TL, Jack Daniels 45 TL. Freeshoptan da ucuz. Alacaksanız bavulunuzda çok iyi muhafaza edin zira benim rakılardan biri kırılıp bavulu dahil sarhoş etmiş durumdaydı.

Girne, Beş Parmak Dağları

Kıbrıs’a gittiğinizde içki, çay, kozmetik alırsınız. Bunun dışında zincir bir marka olan Eziç Restoranlardın porsiyonu çok büyük ve çok lezzetli yemekler yiyebilirsiniz. Sarımsaklı ekmeği ve yoğurdu ayrı spesiyal. Ayrıca Girne içinde K-Pet’in hemen yanında Grapewines isminde bahçe içinde muazzam bir şarap evi var. Pek kimseler bilmez. Keyfine doyum olmaz.

Kumar kısmı size kalmış, hala kumarhanelerde sigara içiliyor. Benim oralarda duramama sebebim. Tüm otellerin kumarhaneleri var. İlla oynayacağım diyorsanız sembolik bir rakamla oynayıp masadan kalkın. Maksat hevesiniz körelsin.

Her gittiğim yeri acaba ben burada yaşayabilir miyim diye değerlendiriyorum. Orada yaşıyormuş gibi hayal ediyorum kendimi. Girne’yi de düşündüm ancak hala Parma listenin 1 numarası.
Sizin aklınızda hala Kıbrıs denince, Serdar Ortaç, Seda Sayan, Bülent Ersoy ve Mehmet Ali Erbil vardı değil mi?
Şimdi eminim kusursuz plajlar, güzel bir deniz ve ucuz alışveriş kaldı. Benim eksiklerim ise bir evvelki seyahatimde de bir türlü çıkamadığım St. Hilarion kalesi kaldı.

 

Heineken Experience | Dahiyane Bir Pazarlama Fikri

Heineken Experience | Dahiyane Bir Pazarlama Fikri

Geçtiğimiz yıl Amsterdam’da geçirdiğim 4 gün boyunca bir türlü gitmeyi organize edemeyip, aklımda kalan bir yerdi Heineken Experience. Bir daha Amsterdam’a gelirsem ilk işim diyordum. Şanslıyım ki aradan yıllar geçmeden isteğim gerçek oldu.

Floriade 2012 gezisi sonrasında trenle Hollanda’nın güneyinden kuzeyine, Eindhoven’i geçerek 3 saatte Amsterdam’a varıyoruz. Tren istasyonunu ezbere biliyorum. Otelimiz istasyona yürüme mesafesinde olduğu için hemen bavulları atıp saatlik bir tram bileti ile Heineken Experience’in kapısında buluyoruz kendimizi. Önceden hazırlıklıyım internetten 15 Euro’ya biletimi almıştım. Kapıda almak isterseniz bilet 17 Euro, aradaki 2 euro kahve parası olarak karınız oluyor. Gerçi oteldeki broşürlerden gördüğüm kadarı ile eğer otel resepsiyonundan da bilet alırsanız 15 Euro ödüyorsunuz. Her otelde var mı onu bilmiyorum sadece. 

Heineken Experience bana göre bir pazarlama dehası. Eski bira fabrikasında Hollanda’nın dünyaca ünlü bira markası Heineken’i hissedebilir, koklayabilir, dokunabilir, duyabilir ve içebilirsiniz. Girişten itibaren her noktada sizi karşılayan güzel, yakışıklı ve sempatik ekiple yaklaşık 1,5 saat sürecek keyifli bir zaman geçirebilirsiniz. Ayrıca oldukça da eğlenceli. Her bölümde markaya daha da yakınlaşıp, çıkışta hepimiz Heineken sevdalısı oluyoruz. Amaca çok eğlenceli bir şekilde ulaşılıyor.

Teknoloji ve interaktivite pek çok alanda karşınızda. Eski bir fabrika binası olmasına karşılık, içinde etkileyici unsurlarla tur rehberi olmadan eğlenmenizi sağlıyor. Ekranlara gülümseyip poz veriyorsunuz emailinizi girdiğinizde o poz size Amsterdam ya da dünyanın başka bir ülkesinde Heineken görseli ile birlikte düzenlenmiş halde geliyor. Bununla birlikte arpanın biraya dönüşüm evresini similasyonda hissedebilirsiniz.  Hatta o kadar ki kendinizi arpa sanıyorsunuz. Öyle eğlenceli! Bir köşede DJ olabilirsiniz, diğer köşede bisiklet üstünde bira taşıyıcısı. 18 yaş üstünün girebildiği bu deneyimsel pazarlama dehası fabrikada ayrıca tadım harici 2 bira da ücretsiz. Çıkış ise zorunlu olarak heineken Shop üzerinden yapılıyor. Ancak bana göre pahalı olduğu için girişte verilen bileklikle hemen karşı caddenin oradan kalkan Heineken teknesine geçiyoruz. Tekne kanallardan geçerek birkaç sokak ötedeki diğer bir Heineken dükkanına götürüyor sizi. Bizim şansımıza hava çok güzeldi 15 Euro ile tekne turumuzu da aradan çıkarmış olduk.

Amsterdam uçak biletini uygun olacak şekilde SunExpress ile alırsanız, şehre vardığınızda bana göre ilk yapmanız gerekenlerden biri Heineken deneyimi. İnsanların hafızasında en fazla kalan ve en kolay etkileyen pazarlama aracı olan deneyimsel pazarlamaya dünyadaki en iyi örneklerden biridir Heineken Experience.

Siz uçak biletini ve konaklamayı organize edin, geriye bir tek Amsterdam’ın tadını çıkartmak kalıyor!

 

Şehirlerin Kokuları

Şehirlerin Kokuları

Bu yazı tamamen subjektif görüşleri içermektedir. O nedenle “yahu ne alaka?” gibi cümleleri içinizden kurduğunuzda başa sarmanızı rica edeceğim.

Evet bana göre ülkelerin, şehirlerin kendine has kimyaları olduğu gibi kendilerine has kokuları da var. Aynı bizler gibi.

Paris

Çocukluğumuzda aldığımız ve hafızamıza yerleşmiş bir kokuyu duyduğumuzda  geçmişe, geçmişteki o anı saklayan detaylara gidebiliyoruz.  Bu nedenle de koku alma ve bu kokunun hissettirdikleri insanda kalıcı etkiler bırakabiliyor. Şirketlerin kurumsal koku peşinde bu kadar koşmalarının sebeplerini de daha iyi anlıyoruz değil mi? Point Hotel’e her girişte ve otelin katlarında hep aynı kokuyu alırsınız ya da Vakko’larda.  Girdiğiniz anda yerleşir o koku burnunuza.

Şehirler de böyle bana göre…Şu ana kadar gezip gördüğüm yerleri kendimce sıralamak istediğimde aşağıdaki liste oluşuyor.

Dubai

Dubai, akşam saatlerinde Hintli nüfusunun yoğunluğu sebebi ile yemekler pişerken tüm kent köri kokar. Buram buram hem de. Herhangi bir alışveriş merkezine giderseniz de orada dolar ve petrol kokan Arapları görebilirsiniz.

Amsterdam, ot kokar. Çayır, çimen otu değil bu bildiğin esrar. Ha daha evvel sanki biliyordum ben bu kokuyu. Geçtiğimiz sene ve bu seneki ziyaretlerimde iyice pekişti burnumda Amsterdam’ın kokusu. Coffee Shoplardan yoğun bir şekilde yayılan o koku, genellikle benim midemi bulandırır ve ağır gelir.

Paris, sanmayın ki parfüm kokuyor. Metroları merkezden uzaklaştıkça pisleşir, ağır kokar, hatta metro duraklarının sidik koktuğuna bile çok kez denk gelebilirsiniz. Ama Saint German bölgesinde dolaşırken evet o mis kokulu kadınların peşine takılabilirsiniz.

Londra

Londra, alın size Hint baharatları ile kokan bir şehir daha. Bazen de Thames nehri kokar, sanki çamur gibi akar bu nehir.

Almanya, temiz kokar. Otobandaki herhangi bir benzinliğe bile girdiğinizde elinizi herhangi bir yere dokundurmak için çekinmezsiniz. Çünkü Alman disiplini ile kusursuzca temizlenmiştir.

Parma, Aqua Di Parma’nın kenti. Dünyanın en güzel kokularından biridir. Oraya kadar gitmişken ve yerinde o parfümü almamış olmanın pişmanlığı hala üzerimde.

Floransa, işte bu şehir mermer kokar, tarih kokar. Açık hava müzesi başka ne kokabilir ki?

Atina nedense aklıma hep kahve geliyor. Frappe’den olsa gerek. Keza Selanik, Kavala da öyle.

Yunan adaları, bunların hepsi keyif kokar, likör, şarap, karides, balık kokar. Ha bir de çenesi düşük yaşlı teyzelerin kokularını da alabilirsiniz.

Sofya sabun kokar. O kadar çok kozmetik, sabun, gül suyu gibi ürünleri satan dükkan görürsünüz ki o kokular hep o dükkanlardan gelir.

Brüksel

Brüksel, herkes bilir, midye kokar. Elinde beyaz şarap ile alelacele midyesini yiyenler… Belki size göre bira kokar, çikolata kokar Brüksel.

Kıbrıs, Girne, merkezini sevemedim gitti. Arap kokusu, Akdeniz kokusu karma karışık yine. Sıcak, nem, yapış yapış olursun. Ter kokarsın.

Viyana, aniden bastıran yağmur kokar. Nem, ıslaklık. At pisliğini de unutmayayım.

Ve İstanbul, tarif edilemez şehir. Büyülü mü, boğucu mu belli değil. Köşe başlarında döner kokar,  boğazda iyot. Eminönü’nde balık ekmek. Her yeri ayrı güzel, her yeri ayrı korkutucu. Karman çorman eder insanı.

Unuttuğum şehirler ya da hafızama belki yerleşmeyenler var arada. ve daha çok koklanacak şehir var önümde…

 *Manşet görseli google kaynaklıdır.

Hollanda’da bir Türkiye Bahçesi

Hollanda’da bir Türkiye Bahçesi

Sürpriz bir davet! Her ne kadar Hollanda’yı daha evvel görmüş olsam da bu bambaşka bir şey. Heyecanlanmadım dersem yalan olur. Venlo’da, Hollanda’nın güneyinde, tam Almanya sınırında, minik bir kasabada Floriade ismi ile dünya bahçecilik expo’su düzenleniyor. 10 yılda bir gerçekleştirilen bu expo’daki Türkiye Bahçesini ziyaret etmek üzere Zed Events‘in davetlisi olarak Kuyruksuz yollarda yine. Üstelik yalnız da değilim, yol arkadaşım Rıza Selçuk Saydam ile birlikte Atatürk Havalimanı’nda buluşuyoruz.

Uçuş saatinin sabah olması itibari ile günü kaçırmayacak olmaktan memnunum. Geç kalksa da zamanında inen bir uçak ve Düsseldorf havaalanında hazır ve nazır bizi bekleyen Serkan. Düsseldorf Venlo arası yaklaşık 45 dakika sürüyor. Hava şansımıza güzel. Akşamları serin olsa da günün aydınlık ve yağışsız geçmesi sevindirici. Otelimize yerleştikten sonra kısa bir Venlo turu ile şehirdeki Floriade etkisini izliyoruz. Mağazalardan, sokaklara, evlere kadar her yer 5 Nisan’da başlayıp 7 Ekim’de bitecek olan Floriade ile bezeli.

Türkiye Bahçesi

Pazar tüm günü expoya ayırıyoruz, sabah erkenden önce Türkiye Bahçesi’ndeyiz. Hemen belirtmeliyim ki ben Türkiye’ye döndükten sonra bahçemiz en iyi bahçe dalında ödül aldı. Gururumuz daha da arttı. Türkiye Bahçesi bize göre çok tanıdık ve yabancıların da çok ilgisini çeken öğelerle dolu. Duvarlarda çiniler, su sesi ile rahatlatan bir şadırvan, ceviz ağaçları, ebru sanatı, Türk kahvesi…  Ülkemizi, kültürümüzü en iyi şekilde anlatır durumda.

Türkiye Bahçesinden sonra bu 65 hektarlık alanda yer alan diğer ülkelerin bahçelerini gezmeye başlıyoruz. Adım attığımız her bahçe hayranlık uyandırıyor. Aslında onlardan ziyade organizasyon ve bütünlüğü oluşturan detaylar, katılımcılar, genç yaşlı, çoluk çocuk merakla expoyu geziyor. Eğitici, geliştirici, yaratıcı ve bununla birlikte eğlendirici yönü çok olduğu için çocuğum olsa Disneyland’a değil böyle organizasyonlara götürürüm diye düşünüyorum. Gezmekle bitmiyor, her bölümde ayrı bir güzellik bizi şaşırtıyor. Mesajlar; çevre, yeşil doğa, şifa bulma, rahatlama, yenilik, eğitim… Benim en çok dikkatimi çeken ise bebek arabaları, yaşlı arabaları, tekerlekli sandalyeler düşünülerek planlanmış ve hemen hemen hiçbir yere merdiven konmamış. Dinlenme alanları düşünülmüş, çünkü alan çok geniş ve her yeri gezmek istediğinizde tüm günü orada geçirebilirsiniz. Hollanda bunu başarı ile gerçekleştirmiş. Eğer 7 Ekim’e kadar fırsat yaratabilirseniz kesinlikle kaçırmamanız gereken bir etkinlik olacaktır Floriade. Eğer imkanınız olmazsa da bir yere yazın sakın  unutmayın, daha çok var demeyin zaman çok hızlı ilerliyor. 2016’da bu organizasyon Türk misafirperverliği ile birleşerek Antalya’da gerçekleştirilecek. Ben şimdiden heyecanlanıyorum. Hatta bu organizasyonun içinde yer almak istiyorum. Haydi çalışmaya başlamalıyız hemen.

Daha fazla fotoğraf için Kuyruksuz Uçurtma Facebook sayfasına uğrayabilirsiniz.

Endonezya Bahçesi
Hollanda Bahçesi

Sakız Adası | Chios

Sakız Adası | Chios

Emporios Köyü
Emporios Köyü

Çeşme’ye gelince hele de hali hazırda Schengen vizem varken bu fırsatı kaçırmamalıyım diyorum. Meltoşum pasaport mağduru olduğu için evde kalıyor. Güzin abla ile birlikte günü birlik Sakız gezisine gidiyoruz. Gezi için tekne gidiş geliş ücreti 20 Euro. Eskiden bu geçişler daha pahalıydı ancak son yıllarda rekabet ile birlikte Yunan’a geçmek daha da uygun oldu. Hele bir de bu yazın başında Yunan hükumeti 5 adaya kapı vizesi çıkarınca Türk turist sayısı adalarda oldukça arttı.  Kapı vizesi de 60 Euro karşılığında 15 günlük olarak alınabiliyor. Geçerli olduğu adalar; Midilli, Sakız, Rodos, Kos ve Sisam.

Sabah erkenden Çeşme limanından kalkacak olan teknemizde yerimizi alıyoruz. Yolumuz 45 dakika sürecek. Yanımızda kahvaltımız ve kahvaltı sonrasında freeshoptan aldığımız piccola ile güne keyifli başlıyoruz. Bundan önceki ada gezilerimde ya ATV ya da motosiklet ile ulaşımımı sağlamıştım ancak bu sefer 25 Euro daha verip teknenin sağladığı ada turunu satın alıyoruz. İyi ki de almışız. Çünkü Sakız oldukça büyük bir ada ve Pazar günü olduğu için kasabada kalmak çok mantıklı olmayacaktı. Güney ada turunda sırasıyla; Armolia, Pirgi, Mesta ve Emporios köylerini gezmeye başlayalım haydi.

Sakız Ağacı
Sakız Ağacı

Armolia seramik sanatının örneklerinin satıldığı dükkanları ile meşhur olan köy. Gittiğinizde birkaç parça seramik ve sakız likörü satın alabilirsiniz. Mide ile ilgili hastalıklara çok iyi geliyor ve kahvenin yanına da çok yakışıyor. Bunun yanında Armolia köyünde sakız ağacına yakından bakma şansımız oluyor. Öğrendiğim bilgileri hemen aktarmak istiyorum. Sakız ağacının kökü 25 m derine kadar iniyormuş. Dikildikten 5 yıl sonra ilk ürününü veriyor, ayrıca ömrü 100 yılı bulabiliyor. Yanmayan, kurumayan sakız ağaçlarını yetiştirmek ve bakmak oldukça zahmetli bir iş. Bir ağaçtan yıllık 250 gram sakız elde edilebiliyor.

Sakız adasınun Yunan ekonomisinde oldukça önemli bir yeri var. Cruise gemileri Midilli ve Sakız adalarına uğramıyor, adaların özellikle tercihi bu. Gençlerin turizme kaymasını istemiyorlarmış.

Pyrgi Köyü
Pyrgi Köyü

Armolia’dan sonra 10-15 dakikalık otobüs yolculuğu ile Pyrgi köyüne varıyoruz. Pyrgi köyü mimarisi ile oldukça dikkat çekiyor. Daracık sokaklar ve o sokaklar içindeki grafik desenli birbirinden hoş evler. Fotoğraf meraklıları için kesinlikle ideal bir plato gibi. Köy meydanına gelmeden önce Kristof Kolomb‘un konakladığı evin önünde fotoğraf çektirmek gelenek olmuş. Bu gelenek sonrasında da orada fotoğraf çektirenin çok kısa süre içinde Amerika seyahati olacağına inanılıyor. Pyrgi köyü Paskalya zamanı gerçekleşen Roket savaşları ile de ünlü. Roket savaşları da ne diyeceksiniz. Gece 12’de İsa’nın göğe yükselişi kutlanıyor, anılıyor ve o gün sokaklarda keçi çevrilip herkes birbirine ikram ediyor. Hoş bir gelenek ve belki o zaman tekrar Sakız’a bu özel günü izleyebilmek için gelmek gerekir. Köy meydanındaki kafelerde frappemizi içtikten sonra otobüsümüze geri dönüp bir sonraki köy olan Mesta‘ya doğru ilerliyoruz.

Mesta Köyü

Mesta ise korsanlardan korunma amacıyla labirent şeklinde inşaa edilmiş bir köy. Girişi ve çıkışı birbirinden farklı yerde olan yine daracık sokakları ile zamanın durduğu bir yer. Köy meydanına ulaşınca önce ünlü Taxiarhis kilisesi ve hemen yanında bulunan dondurmacıdan sakızlı dondurma alıyoruz.

Öğleni geçti bile. Mesta porta geçip öğle yemeği için balıkçımıza oturuyoruz. Rehberimizin uyarısı ile iki kişi sadece Greek Salatası ve kalamar sipariş ediyoruz. Porsiyon büyük olduğu için iki kişiye yetiyor. Yanına da buz gibi Yunan birası. Keyfimize diyecek yok.

Yemek sonrası Emporios köyündeki lavlardan oluşan plajı gezmek için duruyoruz. Ancak benim ilgimi deniz daha çok çekiyor ve kendimizi suyun içinde buluyoruz. Günü bitirmek üzereyiz. Sakız merkezde geçirecek zaman kalmıyor neredeyse. Döndüğümüzde hızlı bir alışveriş ile teknemize geri dönüp tadı damağımızda kalan bu gezimizi bitiriyoruz.

Pek çok Yunan adası gezdim ancak beni en çok etkileyenlerden biri Sakız adası oldu. Hem birbirinden ilginç köyleri hem de hikayeleri ile… Kuzey ada turu ve merkezi daha iyi yaşamak için tekrar gelmek şart oldu.

Daha fazla fotoğraf için Kuyruksuz Uçurtma’nın facebook sayfasına gidebilirsiniz.

Bu hafta sonu Çeşme’ye gittiğinde

Bu hafta sonu Çeşme’ye gittiğinde

Yazacaklarım aklından çıkmasın!

Şaka bir yana 5 günlük Çeşme tatilim sonrasında hemen birkaç notumu çok sevgili bebeğim blogumda paylaşmak istedim.

İzmir’e SunExpress ve THY gibi önde gelen hava yolları ile konforlu bir uçuşla ulaşabilirsiniz. Biz İzmir uçak biletimizi aldıktan sonra İzmir -Çeşme arası en kolay ulaşım yolunu araştırmaya koyuldum. Bazı hava yolu şirketlerinin ücretli servisleri var, ya da bazı kredi kartlarının yine ücretli servisleri kullanılabilir. Onun dışında yorucu olacaktır ancak otogar yoluyla da gidilebilir. Taksi iyi bir pazarlık sonrasında tercih edilebilir ama ben şahsen hiç taksi ile gitmedim.

Denizi muhteşem olan bu güzide tatil beldemizde takdir edersiniz ki çok da fazla beach club, restoran, gezilecek yer mevcut ancak ben sakinliği tercih ediyorum ve ilk gün civar koyları gezmek için tekne turu ile başlıyoruz.

Teknemizin ismi Saint Marry, Çeşme merkezden hareket eden büyük bir yelkenli. Ekip tertemiz gençlerden oluşuyor. Cıstak cıstak bir müziğin olmaması da büyük artı bizim için. Arka tarafta rüzgarın ve dalgaların kavuşma sesi ile ruh ve bedenimizi dinlendiriyoruz. Su son birkaç günde esen poyraz nedeniyle buz gibi. Ancak öyle iyi geliyor ki girip çıkmak. Yeniden doğmuş gibi hissediyor insan kendini. Saint Marry’nin öğlen mönüsü de şu zamana kadar yaptığım tekne turlarının en iyisi olduğu için sizlere öneriyorum.

Çeşme’de plajlarına gelince, Babou, Alaçatı’nın ilerisinde eski Seaside olarak bilinen mekanda açılan yeni bir işletme. Oldukça güzel. Özel tavsiyem midyeci teyzenin midyeleri. Leziz ve tertemizdi. Giriş hafta sonu 50 TL, ilk içki ücretsiz. Güzel bir gün geçirebilirsiniz Babou’da. Akşam üzeri başlayan partilerle hatta günü uzatabilirsiniz de. Bir gün de günü birlik Sakız (Chios) adasına geçtim onu ise ayrı bir yazıda daha detaylı paylaşmak isterim. Tadı damağımda kaldı tekrar gitmek için can atıyorum.

Diğer bir plaj ise benim favorim Babylon Ayayorgi. Kesinlikle hizmet, kaliteli müzik anlamında diğerlerine fark atar. Ayrıca yaz boyunca Babylon Ayayorgi’deki partiler de dikkatimden kaçmadı değil. Eylül başında eğer yine gidersem günlerimi orada geçireceğim gibi görünüyor.

Şu meşhur Alaçatı’ya gelince, bu sene herhalde gitmeyen kalmadı.

Gecelerinin bana hitap etmediğini o daracık sokaklarda yürümeye çalışan aşırı kalabalığı görünce anladım. Oysa yıllar önce ne de hoş geliyordu. Yorucu bir kalabalık var. Oysa sabah kahvaltı için ya da akşam üzeri kahve-dondurma için ideal. Kahvaltı için de yılların pastahanesi İmren tercih edilebilir. Biraz işletmesel anlamda dokunuşlara ihtiyacı olsa da kahvaltısı güzeldi.

Çeşme’de pek çok yere dolmuş var, taksi de var elbette ancak akşamları özellikle çok pahalı. Bu demek oluyor ki Çeşme’de araba ya da motosiklet şart.

Bir de çocukluğumdan bu yana denizine doyamadığımız bir plaj var Çeşme Paşalimanı tarafında ancak 2009’dan bu yana kapalıymış. Keşke bir an önce yeniden açılsa. Ben küçük çocukken ismi Vekamp’tı, daha sonra Fontana oldu. Ama sanırım işletme olarak batmışlar ve kapanmış. Yazık, Çeşme’nin en güzel koyu oysa.

Evet hayalimde Eylül başı yeniden Çeşme’de olmak var. Bakalım kısmet bundan sonrası.

velhas no cio indianpornvideos.mobi fotos de novinhas dando
fotos de rola e buceta 2beeg.mobi gostosa sendo estuprada
sexo com a tia brasileira dirtyindianporn.info pauzão gostoso
vídeo da grazi massafera pornolaba.mobi travekos
contos eroticos ao vivo tubepatrol.sex xxx vídeos
fudendo a gordinha gostosa chuporn.net sexoline
furracao porno arabysexy.mobi gozadas na siririca
pica gigantesca freejavporn.mobi ponor grátis
peitinho de novinha hotmoza.tv gostosas fumando
porno brutal estupro ufym.info porno comendo cu