Herkes gibi ben de baaa-yııııı-lıyorum bu canlılığa, ışıltılı şehirlere, o karanlık kış depresyonundan uzaklaşma bahanesine. Yeni yıl coşkusu bir motivasyon,…
Granada’da geçen ikinci günün ardından hala tur otobüsümüz ile Sevilla’ya doğru İspanya’nın hafif kurak, maki bitki örtüsü ile bezenmiş arada tepeliklerle dolu otobanında ilerliyoruz. 2,5 saat süren yolculuğun ardından şehre indiğimizde Kasım ayında olmamıza rağmen ılık, güneşli bir hava ve hafta sonunun verdiği coşku sokak aralarından caddelere kadar yüzümüze çarpıyor.
Biz yine gruptan ayrı kendi özgür ruhumuzun sesini dinleyerek hareket ediyoruz. Önce trafiğe kapalı ana caddesinde biraz tur attıktan sonra arada dar sokaklara girip çıkıp şehri keşfe dalıyoruz.
Ayn diyor ki yeni kitabım için konsantre olmam gerekiyor. Biraz Kamboçya’dan işlerden uzaklaşıp kitapta hızlanmalıyım. “Eee ne yapacaksın, ne düşünüyorsun?” diyorum. 1 ay Bali’de kalacağım, sakin kafelerde oturup yazılarımı yazacağım. Ne güzel fikir diye imreniyorum içimden. İrem kız sen de baksana bilet dediğinde içimde yapsam mı bu deliliği diye bir geçiyor. Ay yok, hesaplı gitmem lazım falan filan derken bir 10 gün falan geçiyor e-mailimde tek yön gidiş biletimle bakışıyoruz birbirimize.
Bundan birkaç yıl önce Cafetur için ile minik bir anlaşmam vardı ve bana Avrupa turlarından birinde güzel bir indirim sunmuşlardı. Fakat benim araya giren antin kuntin seyahatlerim sebebi ile bir türlü değerlendirememiştim. Kullanım zamanı da dolmak üzereyken alelacele bir tur satın aldım, indirimimi de kullanarak. Tek başıma bir Endülüs gezisi!
Avrupa’da sevdiğim şehirlerden biri Münih. Diğer Alman şehirlere göre daha sıcak, daha samimi geliyor bana hep.
Bu sefer şehir merkezinde değil azıcık daha güneye inerek Alp’lerin eteğindeki modern Alman köy yaşamı nasıl göreceğim. Program benim dışımda gelişiyor. Daha doğrusu her detayı düşünülmüş bir arkadaş toplantısına ben de yaşım tutmadığı halde eşlik ediyorum. Çoğu sevdiğim, tanıdığım, 3 yıl önce Bodrum’da birlikte tatil yaptığım kişiler. Bu sefer deplasmanda ben onların yaşamına şahit olacağım.
Siem Reap‘ten 1 saat süren uçak yolculuğu sonunda Bangkok Suvarnabhumi Havalima’nına iniyoruz. Burayı seviyorum. Hem pırıl pırıl hem de mağazaları da bol, sadece enteresan koridorlardan oluşuyor, arada kaybolmadan kapıyı çıkışı bulma telaşı sarmıyor değil insanı. Nitekim İstanbul’a dönerken Star Alliance Lounge’u bulacağım diye güvenlikten geri çıkıp tekrar o sıraya girmişliğim bile var.
Evi deterjan koktuğunda mutlu olan, düzen rahatsızı benim gibi bir insan için, bambaşka bir hayat deneyimi ve terapi belki de bu seyahat.
Tedaviye geldim işte taa Kamboçya’ya. Her sokağında ayrı bir kötü koku, temizlik namına bir şeyin görülmediği, restoranların hallerinin bizim alıştığımızın çok çok altında olması, az gelişmişlik, trafik kuralı denen bir şeyin olmaması daha bin tane şey. Daha fazla yazıp nasıl yaaa dedirtmeyeyim en iyisi.
İstanbul kışı yaşarken ay orası sıcaktır, denize bile girilir umuduyla güneye bakıyoruz. Hava durumu 20’lerde diyor, e iyi ya, ne güzel tam bahar. Yıllar önce hatta Mart ayında gittiğimde bile tişörtle gezmiştim, ben şimdi hayli hayli girerim, güneşlenirim, soğuk, gri ve İstanbul’a hafif bronz dönerim diyorum. Havalar binbeşyüz.
Sezon daha coşmadı ama yine de ucuz uçak bileti arama yollarına girerek, en uygun saat ve fiyata bilet de alındıktan sonra mini bir bavul ile yollardayım yine.
Nereye mi? Tabii ki Dalaman‘a kuş misali süzülüyorum. İnternetten kiraladığım araca kavuşarak sabah erken yağan yağmurun iyice yeşerttiği doğada Göcek’e 20 dakikada varıyorum. Göcek tüneli’nden geçsem mi geçmesem mi derken kendimi eski yolda, kıvrıla kıvrıla çıkarken ve sonra da inerken buluyorum. Hava tertemiz, ancak o hayal ettiğim sıcak pek yok gibi.
Geçecek 5 günde de beni pek tatmin etmeyecek aslında, şimdiden yazayım. O bronz ten hayalleri yerine, şiş bademcik, hafif bir öksürük ve 3 hafta süren bir burun akıntısı bırakacak.
Olsun varsın, Güney Ege’de olmak her zaman güzel. Sezonun açılmamış olması sebebi ile aslında pek çok yer de ya kapalı ya da abla hafta başı açılıyoruz nidasında. Gülüm sizin açıldığınız gün de benim toplantım var biliyon mu? Diyemiyorum, bol kazanç, aman iyi geçsin sezon, aman turizm yerlerde sürünmesin, aman küçük esnaf, tekneciler, miçolar, garsonlar, köylü kadınlarımız derken az kalsın ağlayacağım.
Neyse bayramlar var önümüzde iki tane, yerli turist doldurur hepsini bolca.
İlk gün! Hava kırıklı. Bilsem de keşfedecek, yeniden ay Nisan ayında nasılmış diye bakılacak yer çok! Haydi Fethiye’ye o zaman, şehrin içine girmeden direkt Ölüdeniz’e. Yükseldikçe denize ve güneşin kocaman yansımasında kendimi Le Grand Bleu filminden bir sahnede gibi hissediyorum. Manzaralı bir yer gerek bize! Güneş yakmasa da ısıtacak, soğuk bira, patates ve hatta belki manzaralı pansiyonun sahibinin karısı bize patlıcan, biber kızartacak domates sosuyla. Hayaller Faralya, gerçekler Faralya.
Faralya köyü’ndeki Keyif Motel’in kafesindeki molamız böyle geçiyor. Tam aşağıda Kelebekler vadisi, üç beş keçi, horoz, tavuk ne varsa hepsi aşağıki bahçede.
Nasıl güzel bu memleket Allahım dedirtiyor insana. Bu köyün güzelliği, bu insanların güzelliği. Ege işte bambaşka.
Keyif benim köy Mehmet Ağa’nın…
Akşam üzerine doğru ise Fethiye’de yaşayan çocukluk arkadaşım Çağatay’ın önerisi ile Fethiye Kral mezarlarından şehre bakan bir tepede yer alan King’s Garden restorana gidiyoruz, balık pazarından sipariş ettiğimiz balıklar, mezeler, rakı… Hepsi on numara! Ah bir de hava ısırmasa. Ne şahane olacak! Yarına bakıp yine aynı derecelerde, yine aynı bulutlarda ve yine rüzgar deyince denizi unutacaksın İrem diyorum kendi kendime. Gerçi inadımı da biliyorum. Az kişiyle yarışır.
Ertesi günün planı belli, aslında günlerin planı önceden yapılmıştı ancak bu sezonun geç açılması ile her şey değişti. Biraz yeme, içme, gezme hedefli bir hal aldı.
İstikamet Akyaka, Akyaka’da Azman çayı. Ancak özel bir öneri yol üzerinde Köyceğiz’i geçtikten sonra Çerkezoğlu Halil’in Yeri’nde bir portakal, nar suyu iç diyor Onur.
Zaten büyük Türk bayrağından da bulursun rahatlıkla diye ekliyor. Nitekim Halil amcanın yerini kolay buluyorum. Kendisi bir efsane, bu çatı altında müdür benim diyor, biz bir şey sipariş etmeden önce masaya taze portakalları dilimliyor, sonra da Nar portakal suyu karıştırıp ikram ediyor. Edirneliyim dediğimde de ooooo sen batılı, hem de çok batılı diyor. Diğer konuştuklarımızı yazmayacağım, hem siyası içerikli hem de akıllara zarar, hakikaten efsane bir kişilik, yolu düşen herkes muhakkak uğramalı. Öyle bir aurası var ki insanı çekiyor, daha uzun vakit geçirip onu konuşturmak istiyorsunuz.
Vitamin desteğimizi aldıktan sonra Akyaka’ya ulaşıyoruz, Azmak kenarında bir restoranda oturup aman az yiyelim, akşam üzeri zira Bozburun’a gideceğiz, orada mezelere, denizden çıkan her şeye gömüleceğiz dedikten sonra bir tur da tekne ile kişi başı 10 TL ödeyerek, yarım saatlik Azmak çayının nefis berraklığında renk sarhoşu oluyoruz. Yok böyle bir yer! Yok!
Yollar öyle güzel ki, her ne kadar dönüşü düşünsem de olsun diyorum yol güzel, gitmeye devam et sen.
Önce Bozburun’a köy kahvesinde dinlenen balıkçılara selam çakıp oradan Söğüt’e meşhur ahtapotçuya gidiyoruz. O muydu, bu muydu derken meşhurun yerine artık Denizkızı’nın oturduğunu öğrenip biz de uygun masaya koğuşlanıyoruz. Gün batacak az sonra. Kızıllık, soğuğun hafif griliği, Ege’nin tonu ile birleşince aslına bakılırsa oldukça romantik renkler çıkarıyor ortaya. Masa da donanıyor o esnada. İskelede gün batımı fotoğrafı çeker miyiz tatlı kıs diyorum kendime, selfilere doymuyorum, onu mu koysam bunu mu koysam?
Sadede geleyim ben en iyisi. Denizkızı’nda meze, salata hepsi ortalamanın çok üzerinde. Asıl söylenmesi gereken ise ahtapotu, karidesi… Fotoğraflar yeterli olur bence…
Bu sabah hava daha mı iyi ne? Girersin be İrem denize! Ha? Kim tutar seni. Dedim ve Ada MarineYacthing’den kiraladığımız tekneden Göcek koylarında denize girdim. Yaptım bunu, buz gibi suya girdim çıktım, çıktım çünkü alışamadım suya, ısınamadım. Heves kursakta kalmadı, bademcik boğazda şişti sadece. Olsun varsın.
Göcek koylarını sırasıyla gezdik durduk. Arada çok üşüdük, arada ah ısınıyoruz galiba dedik. Şahane bir ekip ve hizmet ile olsun bu bile çok güzel dedik durduk. Göbün, Sarsala, Yassıada, Bedri Rahmi Koyu’ndaki Zeytin restoran ile finali yapıyoruz. Gün batıyor ancak bulutlardan biz sıcak renkleri göremiyoruz. Bol esinti ile akşam Göcek’e geri dönüyoruz.
Bitmediiii! Sırada Patara, Kalkan, Kaş ve Kaleköy var. Denize girme seansımız olmayacağı için hepsi 1 güne sığacak. Patara ve açıkçası Kalkan’da bana göre bir şey yok. Ama Kaş başlı başına efsane! Ve benim gibi bir tip de ilk kez gidiyor Kaş’a. Fotoğraflarda gördüğüm çarşı, gerçeği ile aynı. Hiçbir değişim yok. Kaş da öyle. Kaputaş Plajı henüz açılmamış olması ile bakir bir deniz gibi duruyor aşağıda.
Kekova Kaleköy ise babamı hatırlatıyor bana. Yıllar önce ailecek yaptığımız bir gezide uğramıştık, o zaman girmişti zihnime Kaleköy, özledim durdum sonra.
Nisan ortasında Güney Ege böyle geçiyor, sakin, temiz, bol doymalı, beyaz tenle… Yine gelecek ben diyerek ayrılıyorum bu doğasını, havasını sevdiğim bölgeden.
Kendi kendime yazıyormuşum gibi geliyor ya, o nedenle Sevgili İrem başka bir seyahat için şimdi yine uygun uçak bileti bak ve uç bir yerlere!
Ne bilirim ben Skadar Lake‘in ne olduğunu? Onu bırak nereye gittiğimizi bile bilmiyorum. Sadece sürüyorum arabayı. Navigasyon diyor az kilometre ama zor yol, gidersin bol bol.
Aşağısı Arnavutluk, yukarısı Karadağ. Biz de Karadağ sınırları içinde devam ediyoruz.
Budva’dan çıkıp dağ yolunda kıvrıla kıvrıla tırmanışa geçiyoruz. Öyle ki pek çok yerde de yol çalışması var ve sırayla geçiş hakkı veriyorlar. Sağ taraf uçurum ve inanılmaz bir manzara, aynı karede hem Sveti Stefan hem Budva. Az ileride İtalya görünecek neredeyse. Çıktıkça çıkıyoruz, yolun zorluğu ve keyfi bitmiyor. Tırsıyor muyum? Yoo, gayet rahatım. Asıl sorun şu, aslında sorun da değil de, nasıl bir yere gittiğimiz konusunda çok fikir sahibi değiliz ve 2 gece orada kalacağız, ben en azından. Kızlar devam edecek belki konaklamaya. Ayn’ın tek söylediği nehir kenarı, rafting bile yaparız. Hiç hevesim yok öyle şeylere, bana ver arabayı süreyim sonsuza.
Yol biraz daha düzene giriyor ve denizi arkamızda bırakıp inişe doğru geçiyoruz. Aştık demek ki koca dağı. Arada az haneli köyler görüyoruz, yem yeşil memleketin içine serpilmiş. İtalyan havasından uzaklaşıp Balkan’a daha bir yaklaşıyoruz his olarak.
Az yolumuz kaldı, hissediyorum ancak ana yoldan sapmış olmak, tamamen ağaçlar arasında tek araçlık daracık yolda ilerlemek, ay biri videoya alsın n’ooolurlar… Ancak birinin midesi bulanıyor, diğeri de uyukluyor. Köy olarak merkez denilebilecek küçük yerin ismi Rijeka Crnojevica.
Bir enteresan manzaralar arasından geçip 4-5 haneli köy desem değil mahalle bile denmez. Otelciğimizin tabelası da tam orada. Birilerinin evinin bahçesinden geçerek ulaşıyoruz Room Dujeva Drago’ya. Allahım o ne manzara!
Odalar şık vs değil, bildiğin temiz köy evi ve minimumda ihtiyaçları karşılayacak şekilde, banyo odadan bağımsız. İngilizce bilmeyen ev sahibi karı koca bizi kendi dillerinde bolca konuşarak karşılıyorlar. Akşam yemeği için ne istersiniz diye sorduklarını ellerindeki kağıttan anlıyoruz. Hem şarap, likör ve bal üretimi yapıp hem de evlerindeki 3 odayı kiraya vererek geçiniyorlar. Vallahi mis gibi iş. Üniversiteye giden bir kızları var yanlarında o çat pat ingilizcesi ile bize yardımcı oluyor sonrasında.
Akşam yemeğimizi bu deli manzaraya karşı, günü batırarak ve tabii ki üşüyerek tamamlıyoruz. 8 gibi de cup yatak! Oksijen çarptı oksijen, yoksa bu saatte yatakta ne işimiz var?
Ertesi sabah yumurtalı böyle köy kahvaltısı beklerken 2 parça kocaman börek beni yağ kokusuna dayanamayan midem sebebi ile aç bırakıyor. Neyse manzara doyurur elbet. Sonra da kurtlu bünye olarak sabit duracak değiliz. Aşağıdaki köyümsü yere ineriz, hayal meyal geçerken birkaç kafe ve market olduğunu görmüştük.
Aynen hatırladıklarımız doğrultusunda benim kahvaltım aşağıdaki kafelerden birinde nehre karşı oluyor. Sonra 1 saatlik 25 Euro olan tekne gezisini pazarlıkla 20’ye düşürüp meşhur Skadar Lake‘e doğru yol alıyoruz. Koca nehirde milyonlarca nilüfer, balıkçıl kuşlar ve birkaç da balıkçı! Fotoğraf, video ne varsa çek kızım çek acıma makinaya! Küçük teknemiz hızlı, hızından ötürü üşütüyor da. Yeşil çok ilginç bir renk, doyulmuyor bakmaya. Mavi varsa bir tek gökyüzü, geri kalan her şey yeşilin tonlarında. Bir de benim pembe tişörtüm.
Tekne gezimiz sonrasında hadi atlayıp arabaya bir de böyle gezelim bölgeyi, hatta güzel bir restoran bulursak oturur bir şeyler yeriz değil mi?
Öyle bakir bir yerdeyiz ki konaklama için bir elin parmağı kadar yer var, gelen turist de bizim gibi bilmeden değil, hedef odaklı ulaşmış buraya. Birka. motorcu görüyoruz Polonya, Almanya plakalı. Macera ruhu böyle yerler için ideal.
Hedefte bir köy ismi var, Dosici’ydi sanırım, gidiyoruz uzunca ancak vardığımızda hayaletler ve bizden başka kimseye denk gelmiyoruz, nehir kenarındaki bir restoran da açık değil. Gerisin geriye dönüşe geçiyoruz, o arada başka bir köy tabelası görüp sapıyoruz, yoksa aç kalacağız artık! Yine kapalı her yer. Son anda Ayn biri ile konuşuyor, open open diye. Kadın sanırım bize acıyarak kapalı olan restoranımsı yeri açıyor. Balık ve patates kızartması ile bira içer miyiz? İçeriz elbet.
Sonunda! Yemek sonrası gitmekten daha kısa gelen dönme yoluna geçiyoruz. Akşam üzeri mahallemizden önce aşağıdaki köyde kahvemizi içelim de azıcık insan görelim diyoruz. Karınlar tok, kafalar güzel, kahve azıcık duruluk versin ruhumuza.
Yukarının manzarası da özleniyor ki, benim son gecem, kızlar 2 gece daha kalacaklar. Gece zifiri karanlıkta baykuş olduğunu düşündüğüm kuşların sesi ile uyuyoruz. Sabah 7’de kalkıp 45 dk yol alıp, Podgorica havaalanına gitmem, aracı teslim etmem ve 15 kişinin bineceği THY uçağı ile İstanbul’a geri dönmem gerekiyor. Buruk muyum aslında hayır ama özleyeceğim kesin bu güzel ülkeyi. Doymadığım da…
İrem hep batıya gittin, batıyı anlattın nereden çıktı bu Orta Asya ülkesi dediğinizi duyar gibiyim.
Bir davet aldım, gittim ve Kırgızistan ile ilgili hiç bilmediğim şeyler öğrendim. Okul yıllarından bildiklerimiz Orta Asya’da bir ülke olmanın çok da fazlasını barındıran bu mistik ülkeye gitme hissiyatı ile de evime geri döndüm.
Türk vatandaşlarının pasaportlarını alarak direkt uçuşla başkent Bişkek‘e 5- 5,5 saatte ulaşabilecekleri, vize istemeyen, gidildiğinde biraz da olsa Türkçe anlaşılabilen akraba bir toplumun yaşadığı, gelenek ve görenekleri, lezzetleri ile yabancılık çekilmeyecek, doğası ile büyülenilecek bir ülke Kırgızistan.
Davete katılmadan önce bilgilerimi tazelemek üzere haritayı açıyorum. Tam neredeydi Kırgızistan? Türki Cumhuriyetleri dediğimiz ülkelerden; Özbekistan, Tacikistan, Kazakistan ve ayrıca Çin’e komşu. Orta Asya’nın tam da ortasında, özellikle doğası ile oldukça etkileyici bir ülke.
Kısaca Kırgısiztan’a gitmek için 10 neden ne olur diye sıralamak istesek;
Vizesiz seyahat etme imkanı
60 gün vizesiz olarak seyahat etme imkanı var, ülkeye giriş yapılan 5 gün içinde kayıt yaptırmak gerekiyor, basit bir işlemmiş.
Göğe Uzanan Dağlar ülkesinin doğasını keşfetme şansı
Pamir, Tanrı dağları. %95’i dağlık olan bir ülkenin doğasını ve manzaraları bir düşünün! Arslanbob doğal ceviz ormanları, Edelweiss çiçeği gibi endemik bitkileri görme şansı.
Uzaydan bakılınca görülebilen Issık Gölü ve etrafında şamanizm deneyimi
Issık Gölü, yazın deniz tatili yaşamak isteyen yakın ülkeler ve bizim gibi ülkelerden giden turistleri misafir ediyor. Ayrıca öğrendiğim kadarı ile bu göl civarında çok farklı etkinlikler de yapılıyormuş. Gök tanrının şahitliğinde hepsini deneyimlemek ister insan.
Spor! Kayaktan raftinge, Dünya Göçebe Oyunlarını deneyimleme ve izleme imkanı
Ülkenin %95’i dağlık olunca, irili ufaklı göller, buzul gölleri, ülkeyi baştan sona gezen bir nehir olan Narın. Adrenalin tutkunları için çeşitli su sporlarını yapma imkanı, vadilerde konaklama, trekking ve bence en önemlisi de Dünya Göçebe Oyunları, 2 yılda 1 yapılıyor, en yakın 2018’de. Sadece Türki Cumhuriyetlerinin katıldığını düşünmeyin geçen sene Amerika’dan da bir takım yer almış bu oyunlarda.
İpek Yolu
Çin ve batı arasındaki ekonomik ve kültürel bağlantı olan Büyük İpek Yolu, Kırgızistan üzerinden geçiyor. Bu rota boyunca geçtiği her ülkeden, bilim, kültür, din, fikir de seyahat eder olmuş.
Manas destanı
Kırgızların milli destanı olan Manas Destanı, Mani dinini yaşayan Karahitaylar ve Müslüman Karahanlılar arasındaki mücadeleyi ve süreçte Manas isimli kahramanın başından geçenleri anlatan destandır. 2 milyon mısraya ulaştığı söylenen Manas destanını Kırgızistan’da bir Manasçı’dan dinlemek nasıl olurdu?
Cengiz hanın oğulları!
Sen dağların Bürküt-batır’ı,
sen göllerin Er-Sazan’ı,
geri fırlayan Kan-keldi’m,
kara talih Can-keldi’m,
Iraman’ın Irçı-uul,
yırtıkları yamayan,
bozukları düzelten tatlı dilli Acıbay
Göçebe yaşamı
Şu ana kadar hiç çadırda kalmamış İrem için müthiş bir deneyim olurdu eminim! Bahsettiğim tabii ki 1 gecelik bir şey değil, bir yaşam tarzı. Artık yarı göçebe bir yaşam süren Kırgız halkı için ise vazgeçilmez.
Kırgız misafirperverliği
Bize sanırım atalarımızdan, taa Orta Asya’dan geçmiş misafirperverlik. Aslı ve fazlası Kırgızistan’da.
Kırgız mutfağı
Davette tatma şansım oldu. Etli ve sebzeli Pilav, özel günlerde pişirilen Borsok ve Çakçak tatlısı. Avrupa’da bir ülkeye ya da uzak doğuya gidince aman şimdi ne yiyeceğiz bu memlekette derdi Kırgızistan’da yok. Kesin bilgi! Ve kımız! İlk defa tattım, kısrak sütü bozulmasın diye mayalanan ve mayalanınca da hafif alkole dönen, ekşimsi, kefire benzettiğim milli içki. Bayıldım diyemem ama içmemezlik etmem!
10. Antik ve kutsal alanlar, yapılar
Ata Beyit Anıt Mezar Kompleksi, Burana Minaresi, Dungan Camii, Özgen Mimari Kompleksi, dünyaca ünlü Kırgız yazar Cengiz Aytmatov müze evi, İmam Serahsi Türbesi, Balballar, Saymaaluu Taş ve daha pek çoğu… 5000’e yakın olduğu söyleniyor!
Kırgızistan ile ilgili çok şey öğrendiğim bu etkinlikte benim zihnimde kalan bir başka bilgi de “Kayberen” kelimesi oldu. Yani kayıp eren, ender hayvanlara vurmak, zarar vermek günah sayılıyor Kırgız kültüründe…
Bu yazıyı yazarken Spotify üzerinde Kyrgyzstan araması ile bulduğum müzikleri dinliyorum, Han Tengri zirvesinin üzerinden süzülüyorum, Son Köl gölüne bir girip çıkıyorum, at biniyorum, bir yudum kımız içip, Gök Tanrıya selam ediyorum…