Herkes gibi ben de baaa-yııııı-lıyorum bu canlılığa, ışıltılı şehirlere, o karanlık kış depresyonundan uzaklaşma bahanesine. Yeni yıl coşkusu bir motivasyon,…
Aylar önce Pegasus’tan komik fiyata aldığım uçak biletinin günü ve saati yaklaşıyor. Ekipten firelerimiz var. Ama yeni eklenen de. Çok heyecanlıyım. Güzel ve yeni bir seyahat beni bekliyor. Bavuluma neler koyacağımın hayallerini kurmaya başladım bile. 6 kocaman gün geçecek Paris’te.
Bu süreçte keşfettiklerimi hemen sıralayayım. Paris’te konaklama için oteller oldukça pahalı ve web sitelerinden anlaşıldığı üzere ahım şahım değiller. İyi bir otelin fiyatı çok yüksek. Ama kalabalık gidiliyorsa otelden daha avantajlı olabilecek kısa dönem ev kiralama yapılabilir. Bunun için de www.parisattitude.com sitesi son derece tatmin edici. Sorularınıza da çok hızlı yanıt veren bir site. Biz onu da düşündük ancak sonra ekip fire verince vazgeçtik. Bir de www.otelkiyas.la sitesinden otelleri çok kolay bulabiliyorsunuz. Rakam ve bölgeye göre, pek çok online rezervasyon sitesinin toplamı gibi bir şey. Neyse ben biraz haritada kaybolmalıyım 2 haftaya bol fotoğraf ve inşallah iyi duygularla geri geleceğim. Öptüm!
Yarım saatlik bir öğle üzeri kestirmesi gibi Sinop gezim. Gerçek olduğunu ara ara fotoğraflara bakarak anlıyorum.
Öncesinde nereden çıktı bu Sinop? Çok basit, Gözde izinde Sinop’ta olacağız dedi. Geliyorum dedim ve o an aldım uçak biletimi. Sadece THY uçuyor Sinop’a ve günde 1 uçak var.
Zaman çabuk geçiyor ve Sinop yolundayım. Öğlen olmadan inmiş oluyorum küçücük havalimanına. Gözde ve Nadir beni alıyorlar. Şanslıyım ki araba var ve yine şehri çok iyi bilen gönüllü rehberlerim de. O nedenle çok fazla araştırmadan buradayım. Kendimi Gözde’ye teslim ediyorum. Önce Hamsilos, Akliman, fiyord, İnceburun. Burası Türkiye mi dedirtiyor insana. Masmavi bir deniz, karanın içine girmiş, yemyeşil, sık çam ağaçları eşlik ediyor. Tatsız bir Bodrum tatili geçirmişim 3-5 gün evvelinde ve neden böyle bir yere gelmedim ki diye sorguluyorum kendimi. Bol fotoğraf çekip, havanın da sıcak olması sebebiyle denize, Antik Otel’in plajına geçiyoruz. Deniz gözlüğüm yok yanımda ancak unutma İrem Karadeniz’desin. Gözün tuzlu sudan yanmayacak ki! Sinop için Karadeniz’in Antalya’sı diyebilirim. Rus popülasyonu açısından değil de sayfiye yeri olması, Karadenizlilerin tatil için Sinop’u seçmesi vs vs…
Deniz molamızdan sonra şehri gezmeye başlıyoruz. İlk hedefimiz Sinop Tarihi Cezaevi. Giriş 3 TL. Ünlülerin burada tutuklu ve sürgün hayatı sürmesi ve geçtiğimiz yıllardaki “Parmaklıklar Ardında” isimli dizi sebebiyle oldukça popüler. Kimler mi yatmış bu cezaevinde? Refik Halit Karay, Burhan Felek, Mustafa Suphi, Korcan, Aldırma Gönül şarkısı ile Sabahattin Ali… Ürkütücü, hüzünlü, düşündürücü, üzücü. Üzücü çünkü her yerde, duvarlarda saçma sapan sonradan yapılmış yazılar. Kadınlar bölümündeki hamamda yoğun çiş kokusu. Üzücü, utanç verici.
Cezaevi gezimizden sonra küçük bir yarımada kenti olan Sinop’un en yüksek yerine diğer anlamda her Karadeniz şehrinde olduğu gibi Boztepe’ye çıkıyoruz. Evler küçük şehirle orantısız şekilde lüksleşiyor. Manzara muazzam, kendini rüzgara teslim etmiş şahinler uçuyor tepemizde. Çılgın olduklarını düşünüyorum. Fotoğraflamak çok güç.
Çay içebileceğimiz ve şehre tamamen hakim Şahin tepesine geldikten sonra bu sefer hava bizi küstürüyor. Sinop’un üstünde kocaman gri bir bulut var ve şehri karanlık gösteriyor. Şans işte.
Aklımda hep ya kışın? sorusu var. Ege’de tabi böyle bir duygu yok. Ege sanki sadece yazı yaşıyor. Sinop’un kışının soğuk, yağmurlu ve daha da hüzünlü olacağını hayal ediyorum. O nedenle en uygun zamanda gelmişim diyorum.
Gözde’nin anneannesi bizi bekliyor evde. Mısır unundan pasta yapacak çünkü. Ben de çok merak ediyorum nasıl bir şey olacak. Şehrin göbeğinde ferah mı ferah bir ev. Her odada ışık hüzmeleri. Mısır unu ile suyu tencerede kavurup yanına da yağda yumurta ama adı pasta. Lezzet şahane, kocaman bir tepside. Ayran ile süper oluyor.
Çayı terasta Karadeniz’e bakıp iç geçirerek yudumluyoruz. Bir ara anneanne bana soruyor nerelisin diye. Trakyalıyım diyince kısa bir süre uzaklara dalıyor. Ardından Gözde anlatıyor 83 yaşındaki bu kadının neden gözlerin uzaklara gidip, düşüncelere dalmasını… Özeti bile bu kitap olur dedirtiyor. Başka sefere dinleme cihazı ile gelip anneanneyi konuşturma planlarım yok değil.
Sinop’ta ilginç bir kent bir defa hiç trafik ışığı yok ve hiç korna sesi de! Medeni bir şehir. İnsanları güzel. Dede de diyor ki ne de olsa batı burası! Doğu Karadeniz’le sakın kıyaslama diyor. Batının batısından gelen birini gülümsetiyor bu cümle.
Gece sahilde yürüyüş, bir barda bir kadeh ile bitiyor. Aslında balkonda oturup çekirdek yemek ve gelen geçene bakmak da hayallerim arasındaydı.
Sinop’ta saydıklarım dışında kale, Arkeoloji müzesi, Selçuklu mimarisinin belirgin olduğu camiler gezilebilir. 1 günde hepsi biter üstüne güzel de bir yemek yenir.
Hani böyle ismini çok duyarsınız ancak bir türlü gitme fırsatınız olmaz ya. İşte ondan benim Limon’u bu kadar geç ziyaret edişim. Sabah erkenden kalkıp, Maide’nin hadi Limon’a gidelim demesi ile Çiğdem’i de kapıp, Yalıkavak’tan hareket ediyoruz. 15 dakika sonra Limon’dayız. Ege’deyiz, Limon bunu belirgin şekilde hatırlatıyor bunu bize. Şansımıza en keyifli masalardan biri boş. Biraz daha geç kalksak yer bulamayacağız. Çünkü girer girmez rezervasyonunuz var mı diye soruyor Limon’un güzel insanları.
Her detayı fotoğraflamak istiyorum. Masalar boş olsa yüzlerde fotoğraf olur ancak kimseyi de rahatsız etmemek adına sadece kendi masamız etrafını ve masamızın detaylarını çekiyorum. Mönü, masa, sandalye, aklınıza gelebilecek tüm dekorasyona ait detaylar ilgi çekici. Eskitme anneannemizden kalma tabak çanak, reçellikler hepsi birbirinden güzel. Özlediğimiz ve sevdiğimiz de o ya. Modern dünyanın soğukluğu ve ürkütücülüğünden uzak. Anneanne evinin, küçük çocuğa verdiği huzur ve mutluluğu hatırlatıyor.
Bir Limon kahvaltı, bir menemen, bir porsiyon da kızartılmış hamur (ismi padullaydı sanırım, Sevgili Limon yanlışsam düzelt beni) sipariş ediyoruz. 3 kişiyiz ne gelecek bilmiyoruz. Doymazsak ekleme yaparız diyoruz. Nitekim hızlı gelen servisimiz ile koca Limon kahvaltısı önce gözümüzü sonra da midemizi doyuruyor. Hatta arada gelen kızarmış ev ekmeğini bile çok çok yiyemiyorum. Aklım kalmadı değil.
Adam akıllı doyduk. Türk kahvemizi içip bir de Limon’a akşam gelelim diyerek ayrılıyoruz. Çarşamba akşamları canlı jazz müzik de varmış. Hatta Jehan Babur. Belli mi olur bu akşam bile gidebiliriz hem güzel bir margarita hem de jazz…
Tam çıkışta aynı zamanda giriş oluyor, minik bir dükkan var. Hediyelik satın almadan gidilir mi buradan? Çok özel buzdolabı mıknatısları, orjinal minik ev dekorasyon ürünleri mevcut. Yine bir iki parça bir şey alıp hatırlama oranımızı artırarak Limon’dan ayrılıyoruz…
Aynen yukarıda yazdığım gibi. Ucuz bilet alıp yanlış saatteki trene binersen kondüktör seni ilk durakta indirir ve bahaneyle bir Hollanda kenti daha görürsün. Kötü mü oldu? Yoo ben aksine böyle durumlarda hep inanırım başka güzelliklerin beni bulması üzerine bunların özel planlar olduğuna.
Niyetimiz Amsterdam’dan Brüksel’e geçmek. Trenle 3 saat sürecek bir yolculuk, yorucu olmayacak bir gezi ve de Avrupa’da tren yolculuğunun keyfini sevdiğim için koşa koşa sabah 7’de garda buluyoruz kendimizi. Saniye sekmeden hareket eden bir tren… Kasabalardan sonra önce Den Haag diğer ismi ile Lahey. O saate kadar kondüktör yok ortalıkta. Geldiği anda da bize diyor ki “Bu biletle sabah 9’dan önceki trenlere binemezsiniz. İlk durakta inip 2 saat kadar oyalanıp daha sonra gelecek olan trene binebilirsiniz.” “E ne yapacağız biz?” dediğimde “Rotterdam’da kahve içtiniz mi hiç?” diyor. Böylelikle pek çok büyük markanın Avrupa ana merkezinin olduğu Amsterdam’a göre daha farklı olan bir Hollanda kentini gezme şansımız doğuyor. Şikayetçi miyiz? Hayır. Tek sorun şu ki saat 8, tren istasyonundaki büfeler dışında açık bir yer görünmüyor. Ofislerine gitmek için bisikletlerine binmiş 3-5 kişi dışında sokaklar bomboş. Şuursuzca sadece hislerimize göre yürüyoruz. Elde harita da yok. Açık bir kafeden kahvemizi alıp yürümeye devam ediyoruz. Şehir merkezi nerede, ya da deniz, nehir bir şey var mı onu da bilmiyoruz. Neyse ki İstanbul gibi bir şehirden sonra diğer her yer çok kolay geliyor ve sahile ulaşıp hareketlenen şehri izliyoruz. Sahil dediğim de sular, kanallar içinde bir ülke düşünün, hangisi deniz kenarı, hangisi nehir, kanal belli değil. Her yer su!
Brüksel ile ilgili aklımda açıkçası çok bir şey yok. Herkesin bildikleri dışında. Araştırma da yapmadım hiç. Yine spontane olacak. Ne güzel! Trenden iner inmez turist informasyon ofisini bulup, bizimle ilgilenen sevimli gay çalışana soruyorum: 1.si az vaktimiz var, ne yapalım? ne yiyelim? ne satın alalım? Burada ucuz ne var? Cevaplar; “Arka sokak zaten meşhur meydan, yürüyerek tüm şehri gezebilirsiniz. Harita bu, işaretlediğim yerleri gezin. Yemek için turistlerden çok yerlilerin takıldığı kafelerden birine gidin. İşaretledim yine burada! Bira içebilirsiniz, çikolata ve dantel alabilirsiniz. Ama senin dantel ilgini çekmez, boşver, 2 magnet al yeter” Ben bu çocuğu yerim, içimden işten izin al gel gezelim bugün birlikte demek geçiyor.
Haritamız elimizde mavi ojeli yakışıklı gay’e bye bye dedikten sonra önce meydan, sonra işeyen çocuk heykeli ki hiç manası olmayan bir yer. Sonra ara sokaklarda bulduğumuz ve hoşumuza giden bir kafede, Amstel biramız ile yemeğimizi sipariş ediyoruz. Haritada nerelere gideceğimiz belli, keyifle yemeğimizi yiyip, İngilizce konuşmamak için özel çaba sarfeden suratsız garsonumuza hesabımızı ödedikten sonra sokaklara dalıyoruz. Bisiklet mi kiralasak acaba? Şehrin belirli noktalarında kiralayabileceğiniz otomat sistemi ile çalışan bisikletler var. Ancak ben kredi kartım ile beceremediğim için cesaret de edemeden vazgeçiyoruz. Yürümeye devam. Çok fazla Thai restoranı var. Amsterdam’da da Arjantin restoranı boldu. İlginç tabi. Yerel mutfaklarında ne vardır bilemiyorum ama en son girdiğimiz bir sokak, ay keşke o kafeye girmeseydik de burada ayak üstü deniz ürünlerinden yiyip beyaz şarabımızı içseydik dedirtti. Özellikle de midye! Koku önce cezbetti, sonra da görüntü. Raftan seç balığını, kalamarını, hemen ızgarada kızartsınlar, ayakta bistro masalarda ye iç, şipşak iş. Ve nasıl bir kalabalık! Bir daha Brüksel’e gidersem yemeğimi orada yerim. Yürüdükçe, gezdikçe saatler geçiyor. Biraz acıkır gibi olunca waffle yemeden mi döneceğiz diyoruz? Wafflecılarda kuyruk çok. Bir tane sipariş edip, kaldırım kenarına oturup Özlem’le paylaşıyoruz muhteşem waffle’ımızı.
Biraz da meydanda dolaşıp, fotoğraf çektikten sonra çikolatalarımızı satın alıp dönme vakti geldiği için istasyona yürüyoruz. Çok fazla mağaza var çikolata satan. Cimriliğim üstümde, belki de çikolata tutkum olmadığı için çok az, sembolik bir alışveriş yapıyorum. Brüksel minicik bir şehir ama turist dolu. Yaşaması kolay gibi görünüyor. İstanbul tutkum olmasına rağmen, özeniyorum böyle şehirlere. Genellikle gri havanın hakim olduğunu unutarak…
Dönüşte yüzüme vuran güneş, camdan ısısını hissettirerek İrem aç bir Heineken dedirtiyor.
Geçtiğimiz yıl internette dolaşırken Do!Break ‘i gördüm, hemen akabinde de info maillerine yazdım ve tanışmak istediğimi belirttim. Çok hızlı bir geri dönüş ile Berrin bana ulaştı ve Do!Break nedir, ne yapar detaylı anlattı. O gün bugündür de fırsat kolluyorum, nereye gitsem Do!Break ile diye… Kısmet 19 Mayıs tatiline ile Amsterdam Break’e denk geldi.
Yalnız mıyım? Hayır peşime de Özlem’i taktım. Gönül çok istedi Tülin ve Maide’yi de alabilmek ancak onlarla seyahat başka bir break’e kaldı.
Mayıs ayı hava İstanbul’da bile kararsızken Avrupanın kuzeyinde kimbilir nasıldır düşüncesi ile küçük bavul- büyük bavul kararsızlığı ile geçen bir gece sonrasında havaalanı yolundayız. Gezi blogu yazan, çocukluğundan beri gezi tutkunu olan ben, taşikardi atağıyla, uçaktan korkar vaziyette durumumu çaktırmamaya çalışıyorum ama nafile. Stresten ağzım kuruyor, geriliyorum, kendimi nasıl sakinleştirsem diye düşünüp birkaç kadeh içki içiyorum. Mantığım duygularıma hakim olamıyor maalesef. Korkumu uçtukça yenmeyi hedefliyorum.
Yaklaşık 3 saatlik bir uçuşla Amsterdam Schiphol Havalanındayız. Oldukça büyük bir havaalanı burası. Otele transferimizi gerçekleştirecek olan Piet ile hemen buluşuyoruz ve diğer Do!Breaker’larla da o an tanışıyoruz. Web sitesinde kafa dengi arkadaşlarla diyor, inanın bu doğru. Enerjimizi güne saklamak için otele yerleşip hemen uykuya geçiyoruz. Sabah erkenden yerel rehberimizle buluşup Amsterdam sokaklarında kaybolacağız. Gelmeden önce sevdiğim blog yazarlarının notlarını, Özge Lokmanhekim’in detaylı notlarını ve tabi ki Işıl’ın 2 koca sayfalık önerilerini almıştım. Sabah rehberimiz bizi gezdirdikçe çentik atıyorum listeme. Hava tahmin ettiğimiz gibi yağmurlu, 1 saat sonra güneşli, ondan biraz sonra rüzgarlı, giyin soyun giyin soyun oynuyoruz.
Amsterdam kilometrelerce uzunlukta kanalları, birbirine benzeyen ve kaybolma hissini arttıracak sokakları ile bizi büyülüyor. Ancak kaybolmaktan gözünüz korkmasın, küçücük bir şehir burası. Biz Amsterdam kart bile almadık, her yere yürüdük, yürüdük. Tramvayda geçen kart günlüğü 7 euro, süre uzadıkça rakam değişiyor. Rehberimiz bizi bir coffeshopta bırakıp diğer grubu almak için vedalaşıyor. Evet evet duydunuz sigara bile içmeyen ben oraya kadar gitmişken ritüeli bozmadan tadacağım… Acemiyiz tabi ama denemedik değil neticede. Ayrıca döndüğümüzde ilk soru da bu olacak biliyoruz. Neyse hevesimizi aldık. Çok da gerekli ya da uçuk bir şey değil. Özendirmeyelim kimseyi, özenilecek bir şeyi yok çünkü. Coffeshop sonrası dolaşmaya devam ediyoruz. Dört koca günümüz var ancak iyi planlamak lazım. Ne yalan söyleyeyim bu sefer müze gezisi havasında değilim. Van Gogh bir tek aklımda, bir de Heineken Experience…
Özlem’in elinde kocaman bir kitap var spiralli, ekşi sözlükteki Amsterdam ile ilgili tüm yorumları çıkış almış. İlginç olanları benimle de paylaşıyor. Bu arada hemen bir kanal turunu aradan çıkarıyoruz. Aman Allahım ne keyif o öyle, özellikle de yüzen evler. Hepsi özenli, hepsi çiçekli, kimisi akşam yemeğine hazırlanıyor içinde, kimisi atölye olarak kullanıyor, kimi laptobunu açmış çalışıyor. Amsterdam’da perde kullanımı minimumda, herkes şeffaf, herkes özgür, herkes hoş görülü. Gerçekten de öyle! Biz bu arada öğle yemeği yemedik, birkaç kahve içtik o kadar ve açız. Her köşe başında falafel bulursunuz muhakkak yiyin önerisi kulağımda. Hemen bir yer buluyoruz, içeri girerken kesin Türktür diyoruz, falafel yapılan yerler genelde döner de yapıyorlar ve bizim coğrafyaya özgü yiyecekler satılıyor. O kadar açız ki falafel bize dünyanın en güzel yiyeceği gibi geliyor bize. Neye mi benziyor? Nohuttan yapılmış bir tür köfte. Aslında kızartıldığı için ağır bile. Ama açız dedim ya öyle güzel ki? Hem nasıl olsa günde 10 km yürüyoruz neredeyse. Erir gider.
Yürürken tren istasyonu görüp acaba nerelere gideriz, yakınlarda neler var diye bakalım diyip Brüksel’e günü birlik biletle çıkıyoruz istasyondan. O da ayrı bir macera olacak.
Akşam olmak üzere, Red Light ışıl ışıl, biz de o hengameye dalıyoruz. Ben tek başına bir cadde hayal etmiştim evvelinde. Red Light bölgesi birbirini kesen pek çok minik sokaktan oluşuyor. Tuhaf bir yer ama herkes orada, kadın erkek, genç yaşlı. Turist zaten bol. Çok akıllıca, hem Red Light gibi bir alan olsun, hem uyuşturucuyu özgür bırak, kafelerde sigara içilemiyor ancak esrar içmek serbest! Şaşırtıcı değil mi? Avrupa’da yaşayanlar hafta sonu için bile gidip geliyorlar Amsterdam’a. Her şey turiste göre organize edilmiş. İnsan hayran kalıyor. Ben Asmalımescit’i düşünüp etkilenirdim ama burada her sokak Asmalı gibi. İşte bizim daha çok yolumuz var.
Akşam geç saate kadar dolanıp ki zaten havanın kararması gece 22:00’ı geçiyor, otelimize dönüyoruz. Sabah 7’de Brüksel’e giden trene bineceğiz…
Hollanda’daki ikinci günümüzü komşu kapısı Brüksel gezisi ile değerlendirip akşam üzeri Amsterdam’a geri dönüyoruz. Karnımız acıktı yapılacak en akıllıca şey olan -bana göre-, süper markete gidip, muhteşem peynirlerden, ekmeklerden ve 1 şişe de şarap alıp odamıza biraz dinlenmek için geçiyoruz. Otelimiz kanalın üstünde olduğu için camımızı açtığımızda direkt kanala bakıyor olmak çok keyifli. O kadar çok yürüyoruz ki yorgunluk var, duş alıp biraz dinlenip, yine çıkarız diyoruz ama nerdeee… Sabaha kadar uyumuşuz. Uyanıp yine tren istasyonunda buluyoruz kendimizi. Bu sefer istikamet Hollanda’yı Hollanda yapan yel değirmenlerinin olduğu kasaba Volendam, Marken. Trenle 20 dakika kadar sürüyor. Zaten trende ne bir kitap okursunuz ne de müzik dinlersiniz. Etraf öyle güzel ki, dümdüz bir ülke düşünün, her yer su, her yer kanallarla dolu. Otluklarda binlerce inek, koyun otluyor, yan yollarda bisikletleri ile gezen insanlar. Bak bak doyulmuyor.
Marken’e geldiğimizde ise herhalde bunun adı cennet olsa gerek diye düşündüm. İnsanın ömrü uzar orada. Amsterdam içinde o kadar çok bisikletli var ve öyle hızlı kullanıyorlar ki cesaret edemedik kiralamaya ama Marken bir kasaba, yine çok sayıda bisikletli var. Amsterdam’daki gibi çılgın bir sayı ve görüntü yok. Hemen kiralama işlemimizi gerçekleştirdikten sonra hayallerle dolu evlerin önlerinden, yel değirmenlerine doğru pedal çeviriyoruz.
Öyle mutluyum ki anlatamam. Hava açık, hafif bulut var ve bu resmi mükemmel bir şekilde tamamlıyor. Yem yeşil bir doğa, rengarenk evler, sazlıklar ve yel değirmenleri. Gözümün hafızama kaydettiği görüntüye aşığım hala. Kafamda hiç negatif bir şey yok ne güzel. Steril bir zaman… Ama bitiyor elbet geri dönme vakti, daha doğrusu hazır buraya kadar gelmişken birkaç durak ilerideki Alkmaar’a peynir pazarına gidelim diyoruz. Gidip merkezde birine sorana kadar tabi hiçbir akıllı bize demiyor sadece Pazar günleri açıktır diye. O ana kadar 3 kişiye peynir pazarına gitmek istediğimizi söylediğimiz halde… Aynı trenle şehre geri dönüş.
Amsterdam’da olduğumuz süre içinde 2 müze hedefim vardı ancak sadece Van Gogh’u görebildim. Heineken Experience bir dahaki sefere kaldı artık.
Van Gogh büyüleyici. Ruh halleri değiştikçe, geliştikçe fırçasının da değiştiğini görmek. Eserlerinin çoğu bu müzede bu arada. İnanılmaz bir güvenlik araması var girişte. Sırt çantası gibi büyük çantaları da vestiyere bırakma zorunluğunuz var. Ama herkes hayran, herkes mest vaziyette geziyor. Benim Paul Gauguin’e olan hayranlığımdan ötürü Van Gogh’a da sempatim yoğun, müze sonrası hayranlığım üst seviyede.
Sonra mı ne yapıyoruz? Yine bir süpermarkete gidip bu sefer, daha fazla ekmek, daha fazla şarap ve daha fazla peynir ile soluğu Vondelpark’ta alıyoruz. Bunların hepsi bu arada yürüyerek gerçekleştiriliyor. Hala tramvaya ya da metroya binmedik! Vondelpark cıvıl cıvıl. Hemen çimenlere atıyoruz kendimizi. Hava muhteşem, sıcak. Hemen şarap soğumadan açmalıyız. Tirbüşonumuz yok ancak arkamızdaki grup ile kaynaşıp onlardan yardım alıyoruz ve bu arada sohbet de ediyoruz. Hollanda’nın güneyinden hafta sonu için gezmeye gelmiş bir kız grubu. Çok eğlenceliler. İstanbul’a gelecekler ve beni arayacaklar. Hatta hemen facebooktan bile ekledik birbirimizi. Çok hızlıyım çok…
Parkta birkaç saat geçirdikten sonra otele geri dönüyoruz, akşam eski arkadaşım, Hollanda’da yaşayan Çağatay ile buluşup yemek yiyeceğiz. Aslında 2 arkadaşım daha var ancak onlarla görüşme şansımız olamadı. Işıl’ı ve minik Yuri’yi göremedim. Nurşah için de Lahey’e geçmem gerekiyordu, vaktimiz daha uzun olsaydı kesin onu da yapardım. Ama maalesef…
Ve Amsterdam’da son günümüz. Birkenstock’larda özel indirim var ablama hediye alacağım ancak Pazar günü olduğu için mağazalar 12:00’de açılıyor. Diğer günler de Perşembe hariç 18:00’da kapanıyor tüm dükkanlar. Alışverişi gün içinde halletmek lazım. Allahtan bizim süpermarket açık. İstanbul’da peynir yokmuş gibi alışveriş yapıyoruz ama hem çok lezzetli hem de aynı peynir İstanbul’da çok pahalı. Özel tavsiye, havaalanında da peynir satılıyor ancak siz eğer alacaksanız, girin bir süpermarkete lezzet nasıl olsa aynı. Butik peynirciler de var ancak çok pahalı. Gerek yok o kadar para vermeye. Şarküteri olarak da çok zengin, bavulu doldurup gelebilir geri insan. Süper market öncesi güzel bir kahvaltı yapalım diyoruz. Çünkü kaç gündür tren tepesinde olduğumuz için hep sandviç, meyve suyu ve süt ile geçiştiriyoruz. Şimdi adam akıllı kahvaltı zamanı…Son gün hem aylak gün hem de sıkışınca telaş yaratan gün. Bizim için de öyle oluyor. Amsterdam’a veda etme günü. Transfer aracımız gelip bizi otelimizden alıyor. Bu çok konforlu, tren, metro, otobüs derdi olmadan lüks araçlarla alana gitmek. Do!Break farkı bu.
Do!Break hem bir konsept gezi organizastörü hem de sizi serbest bırakıyor bu tarz şehir gezilerinde. Özgürce sen keşfet, ben ipuçlarını verdim diyor. Benim gibi başınabuyruk insanlar için biçilmiş kaftan. Diğer turlarda hep sıkılıyorum ve kalabalık grupla hareket etmek de gerçekten keyifli değil. Ama bu çok farklı. Özel turda sen de özelsin diyor…
Amsterdam’a 2 günlük gitseydim hiçbir şey anlamazdım. 4 gün tam yetti ki araya 2 şehir daha girdi. Onlar da bir üst yazıda olacak.
Şair burada diyor ki: Yazı uzun! İki ay önceden Antakya’ya komik bir rakama bilet alınır, iki aya kadar inşallah bir sorun olmaz diye dua edilir ve göz açıp kapayana kadar da zaman geçer. Havaalanındayız. Günlerden Cuma, vakitlerden akşam. İstanbul soğuk ama biz güneye gidiyoruz.
Hatay Havaalanına iniyoruz hakikaten güneydeyiz, gece saat 22:00 ancak ılık bir hava kurbağa sesleri eşliğinde karşılıyor bizi. Kiraladığımız arabayı alıp 20 dakika içinde Antakya merkezdeyiz. Kimse hemen otele gitme taraftarı değil. Önceden yapılan araştırmalar sonucu ilk olarak Sveyka Restoran’dayız. Ben aç değilim ama mezelere hayır demem hiçbir zaman. Sırasıyla abagannuş, ya da babagannuş hala hangisi doğru bilmiyorum. Humus, zahter, adını bilmediğim ama lezzetine bayıldığım 3-5 meze daha. Sonra da kebaplar geliyor, kağıt, tepsi, kirazlı kebap. Favorimiz kirazlı kebap, diğerleri de güzel de hafif tatlılı, ekşili, acılı karışık mayhoş bir lezzet. Sveyka’nın bulunduğu binanın inşaatı 1945 yılında tamamlanmış. 2005 yılında 3.sahibi tarafından satın alınmış ve orjinaline sadık kalınarak restorasyonu tamamlanmış. Antakya’yada önerilecek restoranlardan biri Sveyka, şık, temiz, otantik, servis çok hızlı ve başarılı. Ancak yazının devamını okumanızı tavsiye ederim. Biz Antakya’da gezdikçe ne lezzetler keşfettik. Yazarken bile aklımı kaybedecek gibi oluyorum. Keşke daha da çok yeseydim diyorum. Deve miyim ki?
http://sveyka.com
Sveyka’da tok karnımızı iyice doldurduktan sonra artık otelimize geçebiliriz. Zaten birbirlerine çok yakınlar. Kurtuluş caddesi ki tarihte ilk aydınlatılan cadde, eski, harabe denebilecek şekildeki evlerle dolu. Otelimiz Liwan Butik Otel. O da yeni yapılmış eski bir Antakya evi. Odaları ve bina oldukça güzel, her yere yürüme mesafesinde olması çok büyük avantaj. Tüm kiliseler, camiler, Uzun Çarşı, Arkeoloji Müzesi birkaç dakika uzaklıkta. Ekip, hizmet sektöründe oldukça başarılı ancak Cuma ve Cumartesi geceleri otelde aynı zamanda eğlence olduğu için sesten rahatsız olabilir, odanızda uyumakta güçlük çekebilirsiniz. Narin Otel ve Savon Otel alternatif olabilir konaklama için.
Cumartesi sabah ilk işimiz önce Arkeoloji Müzesini gezmek oluyor. Hava şahane, bahar tadında. İnce bir polar ile üşümeden dolaşabiliyoruz. Arkeoloji müzesinde büyülendikten sonra çıkışta BKG’ye ait Müze Mağazasında minik hediyeliklerimizi alıp sabahın o saatinde künefe derdine düşüyoruz. Aç mıyız? Hayır. Ama yemek ve kültür gezisi olunca saat farketmiyor. Nerede yesek diye düşünürken Friendfeed’ten arkadaşımız Antakya’nın yerlisi Mehmet ile buluşmadan önce Memlük zamanında yapılmış Ulu Camii’yi geziyoruz.
Mehmet ile buluşup onun işlettiği Soterya örnek Antakya evine gidiyoruz. Sabah kahvesini Mehmet ikram edecek bize. Muhakkak uğranması gereken bir yer. Antakyalı hanımların ürettikleri pek çok ürün satılıyor Soterya’da ancak daha sonra gezince farklı yerlerde bazı ürünleri daha ucuza bulma şansınız olabilir. Keyfinize göre…
http://soterya.com/
Soterya’da alışverişimizi yaptıktan sonra Mehmet ile birlikte Antakya’nın Zenginler Mahallesinin ara sokaklarında geziyoruz. Önce Katolik kilisesine bakıyoruz ancak öğleden sonra ziyarete açılacağı için oradan Barbara ile tanışmak için Barbara’nın evine gidiyoruz.
Barbara 35 yıldır Antakya’da yaşayan bir Alman. Medeniyetler Korosunun da bir üyesi. Evini gezmek istediğimizi söylediğimizde kusursuz Türkçesi ile seve seve bizi gezdiriyor ve anlatıyor. Barbara bu şehre gönlünü vermiş. Bu şehrin farklı etnik topluluklar ve dinlerle birlikte barış içinde yaşaması için çaba sarf edenlerden biri. Pek çok yabancı turistin gelmesini de sağlıyordur eminim. Barbara’dan hafızamızda kalan “müzik yapan, şarkı söyleyen insan iki kez ibadet etmiş sayılır, çünkü müzik gönülden çıkar.”
Barbara ile vedalaştıktan sonra Habib-i-Neccar Camii’sini geziyoruz. Tam öğle namazı vakti. Kısa bir süre avlusunda güneyin güneşinin altında oturduktan sonra Uzun Çarşıya geçiyoruz, künefeyi öğle yemeği sonrasına erteledik bu arada. Ne yiyeceğiz peki? Kasaplar var Antakya’da, istediğinizi söylüyorsunuz ve onlar pişiriyorlar. Hijyen konusunda hepimiz hassas olduğumuz için birkaç yere girip çıkıyoruz önce. Sonra kim yönlendirdi bilmiyorum ama Kurtuluş Caddesine çıkıp Sağıroğlu Kasabını buluyoruz. İçeride o an bolca soğan doğranmış, girince bir süre gözlerimiz yanıyor. Bu arada biz kim kimiz? Onur, Sevil, Aydan ve ablamla bu seyahati gerçekleştiriyoruz. Onur Paşa hemen siparişi veriyor biz de sokakta bekliyoruz gözümüz daha fazla yanmasın diye. Çünkü her şey orada yapılıyor, kasabın askısındaki etten kesiliyor, kocaman bıçaklarla et lime lime ediliyor, bir yanda maydanoz kıyılıyor, bir yanda sarımsak, diğer yanda da bembeyaz sulu mu sulu kocaman soğan. Kebaplarımızın pişmesi zaman alacak, uzakta Savon otelin tabelası görünüyor.
Gelmeden önce tavsiyelerden biriydi Savon otel, orada kalamazsanız bile gidip bahçesinde bir çay kahve için diye. Bu kadar yakınken gidip görelim biz de değil mi? Savon’un bahçesinde dolaşıp Sağıroğlu kasabına geri dönüyoruz. Hala pişmemiş bizim kebaplar. Hep derim, geziye çıkmadan önce iyi araştırmanın yanında gittiğiniz yerde bir yerlinin arkadaşınız olması. Burada da Mehmet dışında Murat Ali var. Hızır gibi yetişiyor yanımıza. Hem önerilerini alıyor, Murat bize güzergah belirliyor hem de süt ürünleri, nar ekşisi, zeytin, ceviz reçeli gibi alışverişi yapmak istiyoruz bizi en uygun ve lezzetli yere götürecek.
Bu arada İstanbul’dan bir grup arkadaşım daha var Antakya’da onlar da bizim gibi lezzet ve kültür hafta sonu yaşıyorlar burada. Murat Ali biz yemeğimizi yerken Uzun Çarşıda onlara eşlik ediyor.
Hadi yeter değil mi yemeklere gel! Önce kağıt kebabı geliyor. O et ne öyle, ne bir koku ne de rahatsız edecek başka bir şey. Sunumda hiçbir numara yok. Masaya kağıt serilmiş, tabaklar kişi sayımızla alakalı olmayabilir ama bakan kim? Lezzete odaklanmışız hepimiz, hala ara ara gözlerimiz soğandan yansa da ağlaya ağlaya kebabın canını okuyoruz. Ben böyle bir şey yemedim. İşte yukarıda dedim ya Sveyka’ya bayılmışken bu kasapta yediklerimiz her şeyi unutturdu. Sveyka ile elbette tarz farklılığı da var. Orası şıkır şıkır bir yer. Ama anladık ki kebap böyle yerlerde yenir Antakya’da. Ya biz yedikçe mutlu olan çalışanlara ne demeli? Ben böyle şey de görmedim, sürekli gelip, gözlerinin içi gülerek “afiyet olsun” diyen amca. Kalkıp öpmek istedim. Sırada tepsi kebabı var. Yer var mı midede? Olmasa bile yenecke o kebap. Onur paşamız bu işi biliyor, biz caddede dolaşırken o muameleyi yaptırmış. Taş tepsiye önce alta bol zerzevatı yerleştirmiş, üstüne kebabı koydurmuş ve parmaklarımızı yedirdi en son bize. Yemeği seven insanla gezmek başka oluyor işte. Ama daha fazla yiyemeyeceğim, İstanbul’a göre komik olan hesabımızı ödedikten sonra künefe peşine düşüyoruz. Önce biraz yürüyoruz ki akşamı mide fesadından hastanede geçirmeyelim.
Uzun Çarşı avluda bulunan Yusuf Ustayı tarif ediyor herkes künefe için. Ben de gideceklere şimdi Yusuf Ustadan başka yeri tarif etmem. Tatlı sevmeyen biri bunu diyorsa vardır bir hikmeti. Yusuf Ustanın farkı şu diğerleri fabrikasyon gibi ancak Yusuf usta o an yapıyor künefeyi ve köz ateşinde pişiriyor. Sıcacık, boğmayan bir şerbeti var ve içindeki peynir de lezzetli. Antakyalılar sade yiyiyor künefeyi yani üstüne fıstık isterseniz serpiliyor ancak. Öyle mutlu ki herkes, güzel yiyince. Hesap diyoruz ancak hesap genel başkan tarafından ödendi deniyor ki hala da bilmiyoruz hesabımızı kim ödedi. Buradan minnetlerimizi sunalım gizli kahramanımıza. Bu arada Yusuf Usta Pazar günü kapalı, aklınızda olsun.
Künefe sonrasında Katolik kilisesinin artık açılmış olacağını düşünerek dar sokaklardan avlularda bulunan turunç ağaçlarını fotoğraflayarak kiliseyi buluyoruz. Çan ile Sarımiye Camii’sinin minaresini aynı karede yakalayarak o anı da ölümsüzleştiriyoruz.
Haydi artık Harbiye’ye gidelim, günü batıralım, şelaleleri gezelim, ipekçilere uğrayalım. Arabayla 20 dakika sürüyor maksimum ki o da yolda kaybolmamak için bakındığımız için. Harbiye’de yemek kısmı bir başka geziye kalıyor öyle tokuz ki çünkü. Otele geri dönüyoruz biz ablamla yorgunluktan odamıza çıkıyoruz ancak gençlik; Onur, Aydan ve Sevil önce Ampul Kemal’e, İnci Kıraathanesine ve Limon mezecisine gidiyorlar. Duyduğumuza göre Onur gecenin bir saati tekrar künefe yemeğe kaçmış.
Antakya’daki ikinci ve son günümüzde önce Ortodoks kilisesinde ayine gitmek istiyoruz ancak bizi almıyorlar. Daha sonra Protestan kilisesine bakalım diyoruz. Orası da henüz açılmamış. O zaman Murat Ali ile buluşup bizim hatrımıza Pazar günü açtırdığı süt ürünleri alışverişimiz için uzun Çarşı’daki Bilgin Gıdaya gidiyoruz. Nar ekşisi, sürk peyniri, tuzlu keçi yoğurdu, zeytin yağı, ceviz reçeli, humus, zahter, Antakya sofrasına ait aklınıza ne gelirse alıyoruz. Hatta aramızda bazıları koca koliler yaptırıyor İstanbul’a gönderilmek üzere.
Arabanın bagajını doldurduk. Sırada Hristiyanlığın 3 hacı olma noktalarından biri olan St. Pierre manastırı var. St. Pierre’den şehir tümüyle görülebiliyor. Arkeoloji müzesindeki müze mağazasından buzdolabı mıknatısı almıştık ve pek bir yerde bulamayız diye düşünmüştük ancak her yerde var, St. Pierre’de de var bilginiz olsun.
St. Pierre’de hacı olduktan sonra şehir dışında ve Samandağ yol üzerinde tepede bulunan St. Simon manastırına gidiyoruz.
Yazıktır ki harabeyi mahvetmiş insanlarımız. Bin yıllık taşların üzerinde seni seviyorum yazıları utandırıyor. St. Simon’dan sonra Türkiye’deki nüfusunun hepsinin Ermeni olduğu, 35 haneli Vakıflı Köyüne geçiyoruz. Turunç ve limon ağaçları arasında insanın ömrünü uzatacak türde bir köy burası. Köyün kilisesinin avlusunda satış yapan hanımdan zeytin satın alıp liköründen tadıyoruz. Oradan da Türkmen köyü olan Hıdır Bey’e geçip bin yıllık Musa Ağacını görmeye gidiyoruz. Ağacı herkes fotoğraflıyor ancak benim gözüme katıklı diye bir şey takıldı. Tandırda yapılan bir yiyecek. Gidip nedir diye sorup tadına baktıktan sonra ara öğün niyetine 2’şer tane yiyiyoruz. Muazzam bir tat katıklı. Denemeden gelmeyin geri. Selamımızı da söyleyin tandırın başındaki konuşmayı çok seven amcaya.
Musa ağacının altında çayımızı içtikten sonra tekrar yola koyulma vakti. Sırada Çevlik, Titus Tüneli ve Kaya mezarları var. Kayboluruz diye düşünüyoruz ancak kime sorsak yardımcı olmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Bir defa herkes konuşmaya hevesli. Benim sevdiğim memleketimde ise Avrupalıyız ya keyfi varsa konuşur insanlar. Yoksa bakmaz sana. Burada öyle değil Akdeniz ruhu başka işte.
Çevlik deniz kenarında 14 km’lik bir sahil. Ama ne sahil, yine utandıran bir pislik içinde. Sahilden giderek Hızır türbesine ulaşıyoruz. Etrafında önce 3 tur arabayla dolaşıp duamızı ediyoruz. Sonra da içine giriyoruz. Hızır Türbesi Hz. Musa ile Hz. Hızır’ın buluştuğu öne sürülen bir nokta. Samandağ ve Çevlik yoğun olarak Alevi nüfusa sahip, her yerde “ziyarete gider” tabelası görebilirsiniz. Bunlar da minik minik türbelere çıkıyor.
Ve Antakya merkeze dönme vakti. Uçağımız gece olduğu için akşam yemeğini mükellef yiyebiliriz. Murat Ali’nin tavsiyesi turistin bilmeyeceği Güzel Burç semtindeki Özlem Restoran. Gidip bulalım bari madem tavsiye. Gittiğimize değiyor çünkü ben şu ana kadar öyle bir abagannuş, humus, çiğ köfte ve süzme yoğurt yemedim hayatımda. Mezeler 2 tur geldiği için kebaba yer kalmasa da Onur yediği için onların da lezzetinin çok başarılı olduğunu öğreniyoruz. E Özlem restoran da listeye ekleniyor bu arada.
Antakya’dan ayrılma vakti, uçağa daha vakit var. Son olarak Kral künefede bir künefe yiyelim diyoruz ama Yusuf ustadan sonra memnun değiliz. Savon Otelde kahvemizi içtikten sonra havaalanı yoluna giriyoruz. Ilık bir bahar gününden sonra kar yağışı beklenen İstanbul’a doğru yolculuk. Olmadı bu işte…
Kısa kısa…
Araba kiralamayı unutmayın
Özlem Restorana gidin
Uzun çarşıda süt ürünleri alışverişi yapın
Künefeyi de Yusuf Usta’dan başka yerde yemeyin
Habriye’de has ipek ürünleri satan mağazalar oldukça ucuz, hatta pazarlık yapın, fiyat daha da düşer.
Yemeklerde bol acı var, onların “yok yok acı değil” dedikleri bile acı
Bu biraz onu yapın, bunu unutmayın yazısı oldu ama ne yapayım tutamıyorum kendimi, gidin ve bizim gibi tadını çıkarın Antakya’nın.
Antakya ile ilgili anlatacak çok şey var. İlk tavsiyem 2 günlük bile olsa muhakkak gidin ancak iki ayağınız bir pabuca girer. Perşembe – Pazar gidin her yerin tadını çıkarın telaşlanmadan. Hatta pasaportunuz da yanınızda olsun ki belki Lazkiye ya da Halep’e geçebilirsiniz.
Antakya beni çok şaşırttı, beklentim elbette azdı o nedenle daha da çok sevdiğim. En sevdiğim ise güneyde ve Arap kültürüne bu kadar yakın bir şehrin bu kadar medeni olması. Ayrıca dünyada bu kadar farklı dinin birlikte yaşadığı yerleşim yeri yok denecek kadar az hele ki bir Müslüman bir ülkede… Antakya’nın işte böyle, farklı bir ruhu, karakteri, şahsiyeti, dokusu var. Yine gitmek için planlar yaptırır insana.
*Sevil Mert’e gezi öncesi araştırmaları ve Antakya’da olduğumuz sürece rehberliği için teşekkür ederiz.
Konya gezisini yazmaya başladığımda 3. sayfaya ulaşınca panik oldum. Tamam ben yazarken keyif alıyorum da bu kadar uzun yazıyı kim okuyacak? Bu sebeple 2’ye bölmeye karar verdim. Önce gezi, sonra da yediğimizi, içtiğimizi anlatmak üzere Konya mutfağı. Hep duyuyordum ününü. Şimdi ara ara gözüme unutulmaz fırın kebabının görüntüsü geliyor… Haydi ondan başlayalım:
Hacı Şükrü- Fırın Kebabı
Konya’daki ilk günümüzde öğle yemeği için önce “fırın kebabı” yemeğe Hacı Şükrü’ye gidiyoruz. Tarihi 100 yıl öncesine dayanan bir aile dükkanı Hacı Şükrü, Şeb-i Arus haftası olduğu için turist bol. Dekorasyonda enteresan objeler olmakla birlikte bir esnaf lokantası tadında. Belki daha profesyonel bir göz, görsellik anlamında dokunsa diyeceğim ama zaten yemek yiyip hemen kalkıyorsunuz. Zaten aklınız ve konsantreniz de kebapta. Öyle uzun oturmalı bir yemek olmuyor. Vehbi’nin anlattığı kadarı ile fırın kebabı kuzu etinden yapılıyor ve 5-6 saatlik bir pişme süresi var. Böylelikle ne o benim sevmediğim koku kalıyor ette ne de herhangi bir sertlik. Gramla sipariş ediliyor. Hepimiz 100 gr söyledik. Koca bir sürahi ayran, kebabın yanında da
beyaz soğan. Umurumda değil kokmak yiyeceğim o soğanı. Et için tek tarif var lokum gibi, çatalı dokun durduğun an dağılıyor. Ben şu zamana kadar böyle bir et yemedim. Gerçek! Sadece bunun için bile gidebilirsiniz Konya’ya. O kadar iddialı. Bir 100 gram daha yiyebilirim ama şovun manası yok. Ardından da meşhur sac arası tatlısı, yufkadan yapılma şerbetli bir tatlı. Berna tatlı sever olarak gömülüyor, tepsiyi versen onu bile yiyebilir o kadar güzel onun için bu tatlı. Ben tattım yetti. Hacı Şükrü’de 100 gr fırın kebabı 12 TL. Tatlı ve ayran ile 17- 18 TL civarında bir hesap geliyor.
Konak-Konya Mutfağı
Akşam yemeği öncesinde otelde birkaç saat dinlendikten sonra Konak’a doğru yürüyoruz. Kar ayaklarımızın altında biraz çıtırtı biraz hışırtı çıkarıyor. Özlemişiz bu sesi, bu kokuyu, bu sessizliği. Konak yine eski ve tipik Konya yemeklerinin sunumunun yapıldığı bir restoran. Gerçekten de bir konak olduğu için masalar odalara ayrılmış durumda. Fiks mönü alalım ki her şeyden tatma şansımız olsun diyoruz. Önce bamya çorbası ki çorba sevmeyen ben bile beğeniyorum. Sonra sarma, su böreği, tirit, fırın kebabı, patlıcanlı kebap geliyor, ben içecek olarak bu sefer ayran yerine demirhindi şerbeti alıyorum. Sarma muazzam, fırın kebabını öğlen Hacı Şükrü’de yememiş olsaydım çok iyi diyebilirdim ama Hacı Şükrü hafızamda kazılı. Konak’ta servis ve bilgilendirme çok başarılı. Tatlı olarak gelen höşmerim ki benim bildiğim höşmerimden çok farklı, eğer öncesinde o kadar yemeseydim koca tabağı yiyebilirdim. Un helvası kaymak ile karıştırılmış ve pürüzsüz bir hale getirilmiş. Lezzeti yine tarif etmem pek mümkün değil. Konak’ta kişi başı 30 TL ödüyoruz. Yine yediklerimize göre ve İstanbul fiyatlarına göre oldukça uygun.
Cemo- Etli Ekmek
Konya’da oteldeki kahvaltı haricindeki 3. ve son öğünümüzü meşhur etli ekmeği yiyerek değerlendiriyoruz. Vehbi yine bize adresi veriyor, Cemo’da yiyin diyor. Pazar akşamının ve Konya’dan ayrılacak olmanın hüznü ile tüm masa sessiz bir şekilde etli ekmeğimizi yiyoruz. İlk defa görüyorum ben etli ekmeği, lahmacundan farklı pideden ince. Hamuru ve kıyması her ikisinden de farklı sanırım. Masada bol maydanoz ve turp ile servis ediliyor. Lezzet evet yine çok başarılı. Kişi başı 10 TL ile masadan kalkabilirsiniz. Konya mutfağı Anadolu’daki diğer şehirler içinden sıyrılarak ön sıraya yerleşiyor benim için. Yakında Antep mutfağını da tatmış olacağım yerinde. Heyecan verici şeyler oluyor Kuyruksuz’da.
Son bir iki yıldır büyük ihtimalle Elif Şafak’ın kitabı sonrasında herkes için olduğu gibi bende de Konya’ya gitme isteği oluştu. Bunu dile getirdiğimde Berna e hadi araştıralım ve gidelim dedi. Nitekim hızlıca uçak, otel organizasyonu yapıldı, grup Nazan, Ruken ve Ahmet’in katılımı ile büyüdü, ne yenir ne içilir araştırıldı. İnternet arkadaşlarımdan Konya’da yaşayanlara haber salındı. Bize Şeb-i Arus töreni için yoğunluk sebebi ile davetiye bulabilmiş tek kişi olan Vehbi ile iletişim artırıldı ve detaylar konuşuldu. Gideceğimiz günü beklemek kaldı bize.
Bu kadar gezmeyi sevip de uçaktan korkuyor olmak çok anlamlı olmasa da elimde değil korkuyorum ve kendimi telkin etmeyi başaramıyorum maalesef. Uçağımız sabah 06.40’ta Konya’ya doğru uçacak. Hava fırtına kıvamında rüzgarlı, ara ara karla karışık yağmurlu. Korkum artıyor iyice. Günün en büyük hatasını kaptan yapıyor benim için. “Tüm yolculuğumuz türbülansta geçecek”. Olmadı işte bu! Nitekim huzursuz bir kalkış ile benim nabız 150’lerde. Dua ediyorum sürekli, Ruken kafam dağılsın diye zincirleme hikayeler anlatıyor bana. Neyse yükseldik ve bulutların üstünde ışıl ışıl bir güneş var. Yarım saat kadar gittikten sonra bu sefer kaptan Konya pisti kar yağışı sebebi ile kapandığı için İstanbul’a geri döneceğimizi anons ediyor. Hay sen! Dua ile küfür yan yana gidiyor bende. İstanbul’a şimdi de rahat inişin stresindeyim. Aklımda iner inmez eve dönmek var. Ablamı ararım o nasıl olsa beni anlar ve gelir alır, rahatlatır diyorum. Bir an önce Konya’yı anlatmam lazım değil mi? Ama benim gibi korkak birinin başına böyle sıra dışı bir olay gelince aslında daha da detaylı yazmak istiyorum. Alana indikten sonra yönetilemeyen bir kriz, Pegasus ve yer işletmesinin beceriksizliği devam ederken ben de karar aşamasındayım. Kalacak mıyım, açılan Konya pistine doğru gidecek olan uçağa tekrar binecek miyim? Bernalar çok rahat maşallah, sanki her gün böyle bir şey yaşıyorlarmış gibi. Yaklaşık 50 kişi uçuşunu iptal ediyor. Etmedim, hadi bakalım geliyorum dedim. Keşke 1-2 tane bira içseydim sabahın o saatinde. Aynı yöne, aynı noktadan ikinci kalkışımızla yine binlerce metre yüksekteyiz. İnmeye yakın gözümde bir şişlik hissettim ki stresten göz kapağım şişmiş ve gözümün yarısını kaplayıp, kapattı neredeyse. Ne şahane ama! Huzura giderken yaşanan huzursuzluğa bak sen! Neyse ki rahat bir şekilde iniyoruz . Artık Konya psikolojisine girebiliriz. Hızlıca otele yerleşiyoruz. Otelimiz Hilton Garden Inn. Tam Mevlana Kültür Merkezi’nin karşısında ve Mevlana Türbesine, Konak Konya Mutfağına da yürüme mesafesinde. Vehbi sağ olsun zaten biz otele geldikten 5 dakika sonra yanımızda.
Öğle yemeğimizi Hacı Şükrü’de yedikten sonra, hava karlı ve soğuk olduğu için araba ile şehir turu yapacağız. Bir şehre gittiğinizde eğer o şehri tanıyan, yerlisi ile gezdiğinizde internette ya da kitaplarda okuduğunuzdan fazlasını buluyorsunuz. Aynen Vehbi ile Konya’yı o şekilde gezdik. Meram semtine gidip Konya’nın zengin muhitini ve o muhteşem evleri gördük. Konya’nın tepelerine çıktık, şehre yukarıdan baktık.
Selçuklu mimarisi şehrin geneline hakim. Osmanlı’nın gözü ve hakimiyeti kuzeyde olduğu için herhangi bir eser, kalıntı göze çarpmıyor. Ben de seviyorum Selçuklu mimarisini, daha sade ve daha tipik, belirgin. Osmanlı’nın Bizans, Arap etkisindeki karışıklığı Selçukluda yok.
Şehir turu da bittikten sonra dinlenme için otelimize geri dönüyoruz. Kar da hızını artırıyor her yer bembeyaz artık. Akşam yemeğimiz Konya yemekleri yapan Konak restoranda olacak. Törene ne zaman mı gideceğiz? Pazar günü 14:00’da, geri dönüş uçağımız da Pazar akşamı. Uçak kısmını düşünmek bile istemiyorum o an. Hayatımdan memnunum, evet iyi ki gelmişim. Gözümün şişliği de indi. Tek sorun hava buz gibi. Üst üste giyinince sorun yok gerçi.
Konya’daki ikinci ve son günümüzde kahvaltıdan sonra Mevlana Türbesine gidiyoruz. Düne göre hava biraz daha soğuk. Yürüyerek gidebileceğimiz mesafede olduğu için önce yol üstünde Kurtuluş savaşında Konya’yı anlatan bir maket müzesini geziyoruz. Aslında sadece maket müzesi de değil. İstiklal Harbi Şehitliği Abidesi. Binanın girişinde bayraklı yolda toplam 32 bayrak bulunuyor. Geçmişte kurulmuş olan 16 Türk devletinin bayrakları ile 16 adet Türkiye Cumhuriyeti bayrağı yer alıyor. Girişinde Selçuklu mimarisinden kapısı; mermer, taş oyma ve ahşaptan oluşuyor. Avluya geçmeden önce giriş kubbesi altındaki duvarlarda Atatürk’ün, Türkiye haritasının ve Kurtuluş Savaşı’nı betimleyen cam mozaikler yer alıyor. İçeride de panolarda şehitlerin isimleri tek tek yazılmış. Hoparlörden tüm bina iç ve dış mekanda Kurtuluş savaşını anlatan tok bir ses. Gerçekten etkileyici bir bina.
100 metre daha yürüdükten sonra yeşil kubbeli türbeye, Kubbe-i Hadra’ya ulaşıyoruz. Özel bir haftada geldiğimiz için oldukça kalabalık. Girişte biletimizi ve kulaklığımızı alıp dağılıyoruz. Herkes başka bir yere gidiyor, kimimiz avluda vakit geçiriyoruz kimimiz ise türbe içinde. Çok kalabalık, keşke daha sakin bir zamanda türbe içinde olsaydım, bir kenarda oturup huzurla ve konsantre olmuş bir şekilde dua edebilseydim diyorum. Bir dahaki sefere artık. Kulaklıkla gezmek oldukça mantıklı oluyor, birkaç kez dinleyebiliyor insan anlayamadığı ya da hoşuna giden bir şeyi. Türbe içi o kalabalığa rağmen çok ilginç bir enerjiye sahip. Büyülüyor insanı. Duygulanmamak, gözlerin dolmaması mümkün değil. Ben katı bir Müslüman değilim ama inançsız da değilim. Bu tarz yerlerde de daha farklı düşünüyorum. Çok da tarif edebileceğim düşünceler değil…
Türbe çıkışında bence Türkiye için çok başarılı bir girişim olan Bilkent Kültür Girişimi’ne ait Müze mağazasına giriyoruz. Konya’ya özel tasarım hediyelik eşyaları buradan satın alabilirsiniz. Ben hemen kendime kavuk figürlü bir kırmızı tişört, kolye, küpe, buzdolabı mıknatısı alıyorum. Ayrıca Müze’nin kahvesinde sahlep ve kahve de gezi arasında güzel bir mola bahanesi olabilir.
14:00’da gösteri başlayacak daha fazla oyalanmadan Mevlana Kültür Merkezi’ne gidiyoruz. Daha önceleri spor salonunda yapılan törenler son yıllarda bu modern ve gösteri için özel olarak tasarlanmış binada yapılıyor. Ve sahnede önce tasavvuf müziği ile Ahmet Özhan. Kaç yaşındadır acaba? Kendimi bildim bileli var çünkü. Tasavvuf müziği sonrasında mini konuşmalar ve sema ayini başlamak üzere. Anons geliyor törenin huşu içinde gerçekleşmesi için cep telefonlarımızın sesini kısmamız, sessiz olunması ve flaşsız fotoğraf çekimi yapılması yönünde. Ama üzücü ki halkımız kurallara uyma konusunda her zaman her yerde sorun yaşıyor. Ve tören başlıyor. Pür dikkatiz hepimiz. Televizyonda ya da saçma sapan alışveriş merkezlerinde Ramazan aylarında belki 10’larca kez izlemişizdir ancak bu başka. Yerinde başka, onlarla başka, zamanında başka. Ben her zamanki gibi müzikle, o elin ilk hakka uzanışında gözü yaşlıyım. Normal mi anormal mi bilmiyorum. Bu öğretiyi daha detaylı bilmek, okumak, icra etmek istiyor insan. İstanbul’a döndüğümde diye başlayan düşünceler var beynimde…
Sair zamanda tekrar gelmek lazım Konya’ya, hatta şu hızlı tren devreye girsin. O zaman Şeb’i Aruz harici bir zamanda belki de hatta baharda…
Bir başka Konya gezisi yazısı için size http://www.kulturturlaritutkunu.com/gezi-notlari/konyaya-kultur-turu-yapmak-sart sitesini öneriyorum. Keyifli okumalar…
Her mevsim güzel benim memleketim. Bahar aylarında ayrı bir güzel. Hele ki sonbaharda hüzün de kaplasa görülmeye değer. Gitmeyenlere hatırlatma olsun. Gezilecek, görülecek, yenilecek, alınacak çok şey var Edirne’den. Arabayla 2 saatte, direkt TEM’den ulaşım mümkün. Otobüs ile gidecekler için ise 16 TL olan biletler ise sudan ucuz. Çok fazla yazı yok bu sefer, daha evvel de Edirne’yi detaylı yazdığım için. Birkaç fotoğraf ile akıllara girsin Edirne’m…