En son ne yazdım?

Anne ben Meganeomani oldum!

Anne ben Meganeomani oldum!

1 saatlik bir uyku, şişmiş, kapanmak üzere gözler, sıkıştırılmış bir bavul. Sabahın erken saatinde Maslak’ta buluşma. Tanıdık ve tanımadık yaklaşık 30 kişilik bir grup. Yol yapacağız yeni model Megane’larla birlikte Meganomani nedir anlayacağız. Nereye varacağımızı biliyorum, ne yapacağımızı pek değil.

Birkaç gün evveline dönersek, neden istiyorsun diye sormama bile gerek kalmadan şıp diye benden ev adresimi alan bir arkadaşım. Akabinde Megy isimli bir görevlinin evime kişiye özel bir zarf içinde mektup ve telefon bırakması. 2 saat sonra da çalan telefon ile bir şeylerin kafamda şekillenmesi. Tabi o arada oraya buraya sorup biraz daha detay bilgiye sahip oldum. Organizasyonun detayları tıkır tıkır, sorunsuz ve zekice ilerliyor. Hafif şaşırtarak… Söylenen tarihe yaklaştıkça da yine detaylar emailler ile bildiriliyor. Süper bir deneyimsel pazarlama aktivitesi olacak gibi…

Sabaha gruplar halinde araçlara biniyoruz ve sis içinde İstanbul’dan ayrılıp, gözüm kapalı gidebileceğim Trakya yollarındayız. Lüleburgaz çıkışı ile Istranca dağlarına doğru yol alış. Hala uykusuz ve yorgunum ancak  araba kullanmayı öyle seviyorum ki kimseye de kaptırmak istemiyorum. Programdaki öğle yemeği saatimize kadar rahat rahat gidiyoruz. Istranca dağlarında sonbahar, renkler muazzam. Merush ile sürekli ay sağa bak ay sola bak, off renklere bak, Allahım bu ne güzellik tadındayız.  Direksiyonda olduğum için fotoğraf çekemedim ama tüm güzellikleri hafızama kazıdım. Bende hepsi. Yol keyifli, hava güneşli, Megane’ımın yol tutuşu güzel. Kendi Megane’ıma göre daha konforlu ve daha seri. Araba içinde sohbet de güzel. Daha ne isterim ki, yeter ki gözlerim kapanmasın, başka bir şey aklıma gelmesin. Yemek yiyeceğimiz yer olan Taşmekan’a kadar sağlıkla ve aracın tadını çıkara çıkara geliyoruz.

Taşmekan tipik bir Trakya restoranı aslında. Temiz, samimi ve en önemlisi de benim gibi koyun eti sevmeyen birine bile löpür löpür yedirtecek tadda. Hepimiz ayıla bayıla yemeğimizi yiyip, havanın da  güzelliği ile çimlere atıyoruz kendimizi.

Program yoğun, yemek sonrası Dupnisa Mağarasına gidiş, sonra İğneada’ya varış. Biraz serbest zaman ve akşam yemeği. Sonrasında da dans dans!

Dupnisa yolu ve mağara tahminimizin üstünde bir keyif verdi hepimize diye düşünüyorum. Telsizlerle şen şakrak muhabbetler eşliğinde konvoy halinde gezi de ayrı bir güzel.  İçinde macera var ya. Megane yine köy yolunda da tahminin üzerinde bir performans sergiliyor. İlk başlarda kendi arabama

göre daha uzun olması itibari ile tedirginlik yaşasam da alışmam uzun sürmüyor. Evvelden beri station vagon beğenirim. Aslında benim gibi gezgin biri için de ideal olabilir. Station vagon bir Megane’ım olsa ve çıksam 3 ay gezsem, çok şey mi isterim hayattan?

Dupnisa’dan sonra otele varış ve çay kahve ikramı derken benim elim buz gibi birada. Babacım biliyorum okuyorsun bunu ancak sen kızını iyi tanıyorsun, keyfi seviyorum.

Akşam yemeğine 3 saatimiz var ve ben dün geceki travmamı ve uykusuzluğumu atlatmak üzere odamdayım. Dinlendikten sonra minicik İğneada’nın minicik limanına, restoranımıza doğru gidiyoruz. Renault, Proximity ekiplerinin ve sevgili Fatih Taşkıran’ın sürprizleri devam ediyor. Kişiye özel amerikan servisi bile var masada. Benim hobimden bahsediyor bana! Detaylar için teşekkür ve tebrik bir arada. Yemek sonrası da otelde parti, Allahım gün bitmiyor, dolu dolu her şey. Biraz da dans. Yarın çok iş var, kahvaltı sonrası workshop başlayacak ve ekip liderimiz Kaan Sezyum ile fanzine yapacağız.  O da mı ne? 10 sayfalık yaratıcı bir dergi olacak ve biz Meganeomani’yi anlatacağız. Çok keyifli. Kaan zaten zehir, kafasından bin tane şey geçiyor. Ben itirafta bulunayım kes, biç ve fotoğraf çek, kahve getirden başka bir şey yapmadım. Sonuç şahane oldu. Eğlenceli, hediyeli, komik bir fanzine yaratıldı. Merakla bekliyorum basılmış halini.

Ve geri dönüş, sonhabar, kış akşamında soba yanan köylerin içinden, is dumanları arasından, çocukluğumdan kalma kokularla geçmek. Biraz hüzün, biraz kırgınlıkla, biraz sinir, karman çorman duygularla.  Bu duyguların Megane ile alakası yok bu arada:) Sevmiyorum bu mevsimin akşamlarını. Dönüş yolunda direksiyonu hiç kimseye kaptırmadan en hızlı şöforlerden biri olarak İstanbul’a vardık. Köy yolları haricinde hız ve konforlu, sarsmayan yolcuğu TEM’de yaşadık. 6 vites var, vites araları biraz küçültülmüş ancak 5 ile 6 arası da çok net anlaşılıyor. 5’te gider bu derken 6’yı istiyor hınzır.

Ve yeni Megane’dan ayrılıp kendi Megane’ıma dönüş.

Baba ne yapsak değiştirsek mi acaba?

Yeniden İzmir

Yeniden İzmir

Annemi ve babamı çok özleyince dayanamıyorum, gözüm başka bir şey görmüyor: Çarşamba sabahı hafta sonu bizimkilerin yanına İzmir’e gitme fikri ile uyandım. Neredeyse 1 aydır Edirne’den uzakta, hastalık sonrası ödül gezisindeler. İzmir duraklarına 2 gün de olsa eşlik etmek şahane bir fikir. Hatta babama söylemesem mi diye düşünüyorum ancak ben gidene kadar da benim geleceğim ile ilgili düşünmeye başlaması şaşırtmaktan daha iyi olacak gibi geliyor. Annemle de aynı şeye karar verip anında biletimi satın alıyorum. Cuma günü güneş batmadan uçağım İzmir’e inmiş olacak, Pazar gecesi de güneşi batırıp İstanbul’a geri döneceğim. Plan güzel, geçireceğim zaman dilimi güzel. Hava durumu kontrolü de yapıldı. Her şey çok güzel olacak. Tek istediğim uçak sallamasın da korkularım hortlamasın.

İşten biraz erken çıkıp hava alanına metro ile gidiyorum. Çok hızlı bir şekilde alana ulaşmak mümkün ancak alanda indikten sonra iç hatlara yürü yürü bitmiyor yol. İşlemler biter bitmez hemen Garanti Zone’a. Ama o da ne? Artık belli kartlar dışında giriş için 15 Euro alıyorlarmış! Kredi kartından deli gibi harca, aidatını öde bir de alıştırdıkları bu hizmet için para istesinler! Hemen Akbank’ın aynı hizmeti verdiği özel alanına gidiyorum. Kapıda ilk so

rum para alıyor musunuz oluyor. Bunu soran ilk ben olmadığım için gülümseme ile içeri geçiyorum. İşten erken çıkmanın verdiği huzursuzlukla hemen uçak kalkana kadar

bilgisayarımı açıp işlerimi bitiriyorum. İşim olmasa bile yapacağım ilk iş bilgisayarımı açmak. Bu hastalık vaziyetini almış durumda bende. Bu hastalığa tek derman koca ve çocuk:)

Bildiğim tüm duaları okuyarak gerçekleşen bir kalkış- her zamanki gibi- ve bol sallantılı hiç  sevmediğim tarz bir iniş, yine bol dualı. Hayatta en çok dua ettiğim yer sanırım uçaklar. Alsana bir sakinleştirici.

Babam ile buluşmamız birbirimizi hiç bekletmeden gerçekleşiyor. İzmir’in metro çalışma trafiği İstanbul’u aratmayacak şekilde yoğun, neredeyse yarım saat geçiyor ve Güzelyalı’ya teyzemin evine varıyoruz. Annem neşeli ve heyecanlı, belli belli o da özlemiş Kuyruksuz Uçurtma’sını. Akşam yemeğinin hemen akabinde hadi sahilde yürüyelim diyorlar. İzmir güzel şehir, yaşaması kolay gibi görünüyor. Sahilde yürümek, bisiklete binmek, sabah erkenden kalkıp iyot kokusuna karşı koşmak. Ard ülkesinin zenginliğinin getirdiği sebze, meyve, ot bolluğu. Sanki stres yok İzmir’de, sanki kimsenin para pul, iş, aşk meşk, hayal kırıklığı derdi yok. Sanki herkes çok mutlu İzmir’de. Bana öyle geliyor hep. Akşam yürüyüşü sonrasında eve gidip biraz babamla sohbet ve sonrasında uyku vakti.

Cumartesi günü annem ve teyzemle Alsancak, Kordon, Karşıyaka turu yapıyoruz. Hava İstanbul’a göre sıcak,  her yer güzel ve her yer de kalabalık. Aslında sıcak ve kabalıktan yoruluyorum da. Akşam bizimkileri Alaçatı’ya götürme planım var. Hatta akşam üzeri gidersek daha da keyfi çıkar gibi geliyor her ne kadar güneşi batırıp da gitsek de… Babam yol uzun ben gelmeyeyim, evde dinleneceğim diyor. Annem ve teyzem hevesli, tabi ben de. Aklımda daha evvelki Çeşme gezilerimden sanki çok daha çabuk gitmiştik ve daha yakındı gibi geliyor ama nedense bu sefer yol git git bitmedi 50 dakikada Alaçatı’ya ulaştık. Akşam yemeği saati, sokakta, restoranlarda tahminimden daha az insan var. Hediyelik eşya satıcılarının da müşterisi az. Ne var ki saat 9’u geçtikten sonra bir güruh gibi doluyor her yer. Şükür ki daha yaz bitmemiş.

Annem ve teyzem meraklı “ee hani nerde bu ünlüler?” diye. Haklılar gazete ve dergilerde sürekli okudukları bu, herkes Alaçatı’da!  Pek çok restoran sezonu kapatmış. Hoş zaten kısa bir sezonu var, topu topu 2,5 aydır herhalde? Alaçatı’da meşhur sakızlı Türk kahvemizi içip Meltoş’un siparişi olan damla sakızlı kurabiyeler satın alınıyor ve evde babalarıı bekleyen 3 genç kız gibi yeter bu gezi deyip İzmir’e dönüyoruz. Yolda uyumuşum Allahtan yoksa yine uzun gelir, arabanın ne kadar benzin yaktığını düşünerek canımı sıkabilirdim. Arada böyle hesaplar yapıyorum, herkes beni fazla rahat bilse de. Huzursuz olduğum bile çok hatta!

Pazar günümü tamamen babama ayırmak istiyorum. Önce sabah sahilde yürüyüş, deniz daha sütlimanken. Sonra eve gelip kahvaltı ve mis gibi Türk kahvesi. Sokağa çıktığımızda da istikametimiz belli Best Buy! Babamla nereye gidilir ki? Adam teknolojiyi seviyor, hatta öyle ki bilgisayarlar arasında en iyisinin iPad olduğuna bile karar vermiş. Alcaksan dokunmalı olandan al diyor. Çok eğlenceli, önce Narlıdere’ye yakın yerleşmiş olan alış veriş merkezlerine gidiyoruz. Agora’da dolanıp saat meraklısı babama bir saat hediye alıyorum ki bugün ondan mutlusu yok. Tabi benden de… Çok dolaşıp onun yorulmasını istemiyorum, alış veriş merkezi dışına çıkıp sıcaktan bunalmasını da. Agora’da işlerimizi halletikten sonra Best Buy’a geçebiliriz. Ama acıktığımız için önce karnımızı doyuralım sonra da rahat rahat herhangi bir ihtiyacımız olmasa da iki tane teknoloji sever olarak dolaşalım şu meşhur mağazayı. Babamın belirli takıntıları var. Hepsi birbirinden enteresan. Mesela şu an aklıma gelenler;  iyi sucuk, kaliteli zeytin yağı, zeytin, saat… Yediğimiz yerdeki salatanın zeytin yağı çok iyiymiş. Ben onun kadar anlamıyorum ama eve döndüğümüzde bile hala ondan bahsediyordu, yeni saatine bakmaktan kendini bıraktığı zamanlarda. Çok kendine has bir adam benim babam. Annem de onun hoşluklarına sessiz sessiz gülen kendi halinde bir kadın.

Geçen yıl da hemen hemen aynı zamanlarda İzmir’deydim. Pendora Bağlarında bağbozumu öncesi, 1 gün tek başıma gezmiştim İzmir’i. Ne keyifliydi! Ancak bu hafta sonum daha da güzel oldu. Anne ve babamla geçtiğimiz 1,5 yılın acısını çıkarırcasına.

İzmir güzel İzmir…

Bir Tutam Ayvalık…

Bundan birkaç ay önce, elimde kağıt kalem, karşımda takvim, tüm resmi tatilleri ve hafta sonu ile birleşenleri yazıyorum. Her tarihin üzerine de alternatif gidilebilecek seyahat noktalarını. 30 Ağustos için uzun süre Atina diye sayıkladım ancak Atina’da yaşayan arkadaşım Aslı, Ağustos’ta çok sıcak olur deyince vazgeçtim. Daha evvelden de gördüğüm bir yer olduğu için beni çok da heyecanlandırmıyordu. Hoş tekrar gitmeyecek değilim, hatta ilk fırsatta yine…

30 Ağustos’ta 3 gün tatil olduğu için çok da uzak yerlere gitme şansım yok. Belki Berlin dedim, benimle gelebilecek birini bulamadım. Kaldım tek başıma dediğim bir anda yakın sayılabilecek Ayvalık aklıma geldi. Şansıma bu fikri Mutfaktaki Cadı Gabriela’ya söylerken o da aynı tarihlerde Bonjour ve Eolya Konukevinin misafiri olacağını iletti ve müthiş fikri ortaya attı “sen neden benimle gelmiyorsun?”. Neden olmasın? Arabayla keyifle gidilebilecek bir yol. Çocukluğumun en önemli simgelerinden biri olan Kaz dağlarından da yıllardır geçmiyorum. Hemen organizasyon detayları yapılırken Kuyruksuz’a 2 tane kuyruk ekleniyor. Sevgili Melih ve Ertan da kısa kaçamağımıza eşlik etmek üzere hazırlar.

Cumartesi sabahı günü kaçırmamak adına erkenden yola koyuluyoruz. Önce Tekirdağ’da kahvaltı molası, sonra Gelibolu’ya gelmeden benzin alımı ve benzinlikteki hayvanat bahçesi gezisi. Koru dağından indikten sonra hem Marmara’dayım hem de Ege’yi soluyorum. En sevdiğim topraklar buralar,  saf, temiz insanlar ve memleketim… Babamla ara ara mesajlaşıyoruz, Altınoluk’tan yetişiyor bize, “Kilitbahir’den geçin hem daha çabuk geçersiniz hem de daha ucuz. Yollarda da polis var hızınıza dikkat” diyor. Kilitbahir’den Çanakkale’ye 10 dakikada geçip hızlıca Ezine,  Ayvacık, Kaz Dağları ve Altınoluk’tayız.  Babamla Çanakkale’den bu yana sık sık mesajlaştık, bizi bekliyor Altınoluk’ta. 3 haftadır görmüyorum onları, çok özledim ve Allah bize onu bağışladığı için minnettarım. Kötü günler geride kaldı, herkes olabildiğince mutlu. Zıpkın gibi delikanlı olduğu günlere tez zamanda kavuşacağını telefondaki ses tonundan anlıyorum.

Altınoluk’ta aile ziyaretimizi de yaptıktan sonra Ertan’ı Deniz Paşa’ya Ören’de kavuşturup, sayımızı 3’e düşürerek Ayvalık’a varıyoruz.

Ayvalık’ın girişi, sahildeki Ege kasabasından uzak, katlı çirkin binalar yapım aşamasındaki mıcır yol. Keyifsiz. Merkeze varınca ancak anlıyoruz hah geldik meşhur kasabaya… Ayvalık’ta önce Bonjour Pansiyon’un misafiriyiz.

BONJOUR PANSİYON www.bonjourpansiyon.com

300 yıllık bir bina, neredeyse 6 metreye yakın bir tavan yüksekliği. Büyüleyici bir Rum evi, eski Fransız Konsolosluğu binası. Hatice hanım sahibi ve ailesinden kalma bu güzel binayı orjinal hali ile pansiyona çevirmiş. Kapıdan içeri girer girmez bize ilk söylenen terliklerinizi, ayakkabılarınızı çıkarın! Önce şaşırırıyoruz ancak sonra baktığımızda pansiyonda kalan tüm misafirler yalınayak dolaşmakta.  Hemen ayak uyduruyoruz bu duruma. Odamız giriş katında, otel ev tadında. Mutfaktan çatal bıçak sesleri geliyor, kapıdan girerken Hatice hanıma merhaba diyenler, havuçlu kekin kokusu, sucunun sesi ile tam bir ev havasında Bonjour pansiyon. Banya ve tuvalet de paylaşımlı olduğu için bir grup genç ile aynı evde yaşıyormuşsunuz gibi oluyor. İlk dakikalarda rahatsız olacağım gibi geldi ancak 5.dakikada uyum sağladım. Eşyalarımızı odaya attıktan sonra günü kaybetmemek adına erken çıkmış olduğumuz için hemen kısa bir Cunda turu yapalım dedik. Saat 16:00 civarı ve güneş hala yakıyor. Cunda’da biraz dolaştıktan sonra meşhur Ayvalık tostundan yiyoruz. Akşama Balıkçı Bahtiyar Ahmet Bey Restoran’a randevumuz var, tost sonrası Bonjour’a geri dönüş, güya dinleneceğiz biraz ancak odada duran kim, şimdi de Ayvalık’ın çarşısında turluyoruz. Gün bize yetmeyecek gibi.

Akşam için hazırlandık tekrar Cunda yolundayız. Keşke ada ile ana kara bağlantısını asmalı bir köprü ile yapsalardı diyoruz. Çünkü Ayvalık sahilini durağan bir su haline getirmiş bu beton, asfalt karışımı bağlantı. Su durağan olunca da temizliği mümkün olmuyor, insanoğlu kirlettikçe…Balıkçı Bahtiyar Ahmet’te garsonumuza soruyoruz ne yiyelim? Cevabı çok sevdim “bizde balıktan ziyade mezeler yenir”, çok samimi. Hemen meze dolabına gidip seçimimizi yapıyoruz. Midye dolma, deniz börülcesi, deniz fasülyesi, turp otu, kalamar tava, yengeç, ahtapot, sıcak börülce, ot mücver, sebzeli hamsi ve dayanamayıp barbun balığı…Hepsi enfes, özellikle kalamar, ot mücver daha bir güzel. Yorgunluk gözlerimizden akarken Cunda canlanıyor saat ilerledikçe. Ama bizi yata çekiyor kendine doğru. Yarın sabah için planımızı daha masadayken yapıyoruz. Karşımızda duran kiralık tekne yazısı ile. Sabah 10’da Kazım Kaptan ile sözleşiyoruz, şipşak turistler olarak, her şey hızlı bizde. Gidip dinlenme zamanı.

Kime sorsak Ayvalık civarında en güzel denize girilecek yerler için tekne ile çıkın diyorlar. Hakikaten de öyle tekne ile Bodrum’dan daha serin ama insanı canlı tutan koylarda geziyoruz. Üzülüyorum aslında, Rodos’ta ya da diğer Yunan adalarında limanlardan dahi denize girilirken, dantel gibi örülmüş, adacıklardan oluşan Ayvalık’ta her yerde denize girmek mümkün değil. Deniz sakin, hava bunaltmıyor. Çok iyi bir tercih yapmışız diyoruz bu kısa tatilimiz içinde tekne kiralayarak. Hem Bodrum’a göre de çok daha ucuz bir fiyata. Bodrum’da 500 TL’ye kiralamıştık, burada ise Kazım Kaptan ile 250 TL’ye anlaştık. Tekne ile geçirdiğimiz Ayvalık koyları gezisi sonrasında Cunda’ya ve otele dönüş, . İkinci günümüz bitmek üzere, yine yorgunuz, bu akşam dışarıya çıkacak enerjimiz yok. 1 şişe rose ve 40 tane midye alıyoruz Bonjour’un terasında yemek üzere. Sonrasında hemen uyku…

Ayvalık’ta 3.günümüzün sahabında Bonjour’daki son kahvaltımızı yapıp sevgili Duygu ile vedalaştıktan sonra bizi bekleyen Eolya Konukevi’ne doğru hareket ediyoruz. 2 sokak öteye varmamız 3 dakika sürmüyor.

EOLYA KONUKEVİ www.eolyakonukevi.com

Eolya Konukevinin kapısına geldiğimizde Erinç hanım da misafirlerini uğurlarken bize hoş geldiniz diyor. Tüm Ayvalık’ta aynı gelenek, ayakkabılar, terlikle çıkıyor kapıda. Ev gibi! Hemen sohbete dalıyoruz Erinç hanım ile. Eolya Nisan 2010 tarihinde hizmeti girmiş. Binanın alınışı, dekorasyonu, o süreçte baştan geçenler ayrı hikayeler…En çok merak ettiğim evin inşaat ve restorasyon işlerinden ziyade İstanbul’dan nasıl kopup Ayvalık’a yerleşme kararı alındığıydı. Erinç yaşadığı birkaç ameliyat dolayısı ile sağlık sebebiyle Ayvalık’a yerleşmiş. Ne de iyi yapmış, tabi 3 cümlede bir geçen “babam” kelimesi sonrasında dayanamayıp soruyorum baba düşkünlüğü sizde de mi var diye? Ben sorunca belki kendisi de farkediyor…

Bina 2005 yılında 3. sahibinden satın alınmış, 2007 yılında da Anıtlar Kurulundan izinler çıkınca restorasyon işleri başlamış. Yaşanmayacak durumda olan en alt kat,  mutfak ve oturma odasına döndürülmüş, asma katta çalışma odası ile Erinç’in lokum kızının oyun odası, aynı zamanda çocuklu misafirler için de ideal bir oda olmuş. Üst katta da 4 adet Eolya’nın konaklama katı olarak faaliyete girmiş. Odaların hepsine minik olmasına rağmen kullanışlı duş, tuvalet eklenmiş. Her odanın rengi farklı, pembe oda, mavi oda…Sohbetimize devam ederken Gabi Erinç’in yardımcısı Ayfer hanım ile ne zaman birlikte yemek yapacaklarına karar veriyorlar. Akşam üzerine kadar serbest zamanımız var ve biz biraz deniz ve güneşin tadını çıkarmak üzere Patriça Koyuna gidiyoruz.

Ayvalık Bodrum gibi tatil yörelerine göre çok daha ucuz ve belki bizim gittiğimiz dönem itibari ile sakin. Patriça koyunda plaj girişi 10 TL, Bodrum’da bu rakamın 2 katını valeye veriyoruz. Vale demişken yaptığımız en akıllı hareket arabayla gelmek olmuş. Yoksa bu şekilde özgürce gezmemiz mümkün olamayacaktı. Patriça sakin bir yer, durgun bir koy. 3-4 saatimizi orada geçirdikten sonra Eolya’ya geri dönüyoruz. Aynı zamanda Dünya Basketbol Şampiyonası olduğu için akşamları da maçları kaçırmak istemiyoruz. Zira 12 Dev Adam başarılı oyunlar sergiliyor.  Gabi Ayfer hanım ile yeşil soğanlı ve Ayvalık Lorlu böreğini yaptıktan sonra, çay kahve ve sohbet ile akşamı ediyoruz.

Gece yemek için Ayvalık şehir kulübüne Erinç’in tavsiyesi ile gidiyoruz. Şu ana kadar bu kadar güzel karides yemedim ben. Hala tadı damağımda. Bahtiyar’daki gibi balık yemeden mezelerle doyuluyor yine. Ayvalık’ta akşam saatlerinde çok fazla yapacak şey olmadığında yemek sonrası yine otelin yolu tutuluyor, yarın istemeye istemeye de olsa İstanbul’a dönüşe geçeceğiz. Gidip dinlenmek lazım.

Eolya’da Erinç ile sohbetlerimiz sonrasında kafamızda hep planlar, biz de mi böyle bir şey yapsak? İstanbul’dan vazgeçsek, yaşlanıyor muyuz, yoksa bu istek erken mi? Mutsuz muyuz İstanbul’da gibi binlerce soru dolanıyor kafamızda. En azından benim kafamda dolanıyor. Annem ve babam da gelse bir Rum evi alsak, pansiyon haline getirsek, misafirlerimiz gelse gitse, yeni yaşam hikayeleri öğrensek. Çok şey mi istiyorum?

Bitirmek gerekirse Ayvalık 5-6 saatlik bir mesafede uzaklıkta İstanbul’a. İster Tekirdağ- Çanakkale üzerinden, ister Bursa-Balıkesir üzerinde. Her iki yol da keyifli. Konaklama seçenekleri için en güzel alternatifler de yazının içinde…Yakın zamanda Bayram tatili var, bu bayram Ayvalık neden olmasın? Gitmişken Karadeniz Pastanesi’ne uğramayı da unutmayın.

Lavanta kokuları arasında Lavanda Otel

Lavanta kokuları arasında Lavanda Otel

Cumartesi sabah 10:00 Ümraniye’den Şile yoluna girdik bile. Lavanda Otel’e davetliyiz Mutfaktaki Cadı Gabriela ile birlikte.  Saat erken 12’den önce de otelde olmayalım, ayıp olmasın diyoruz ve Şile yolunda köy kahvaltısı adı altında sadece köylülerin servis yapması ile “köy kahvaltısı” olan dandirik bir kahvaltı sonrasında yola devam. Ana yoldan ayrılıp köy yollarına girince İstanbul’a bu kadar yakın ancak bu kadar bakir alanları görmek bizi heyecanlandırıyor. Durup durup fotoğraf çekiyoruz, çeşmeyi, inekleri, evlerden rüzgar ile dans eden dantel perdeleri, ne görüyorsak…

Lavanda Otel Ulupelit köyünün içinde.  Güzergahımız boyunca çok fazla noktada tabelası olduğu için her gün gittiğimiz yolmuş gibi kolayca buluyoruz.   Gitmeden önce web sitesine detaylı bakmıştım ancak insan yine de hayal ettiğinden farklı bir şeyler buluyor. Genelde de hep fotoğraflar muhteşem olur, gidince insan aman bu odalar bu kadar küçük müydü?, bu bahçe bu kadar soluk muydu diye sorar kendi kendine. Ancak Lavanda bambaşka! Web sitesi de çok güzeldi ancak gerçeği 10 katı güzellikte diyebilirim.

Otelin sahipleri Feryal hanım ve Ahmet bey ile büyük oğulları Emre bizi karşılıyor. Emre aynı zamanda mutfağın şefi de. 23 yaşında ancak mutfağa ve Lavanda’ya aşık bir delikanlı.  Yol yorgunluğumuzu üstümüzden atarken Feryal hanımı soru yağmuruna tutuyoruz. O da gururla anlatıyor tüm hikayeyi. Kendi evlerinden butik otele geçiş süreçlerini, mobilyalardan seramiğe kadar kendine ait tüm tasarımları, Emre’nin mimarlık okurken şef olmak üzere hayatındaki belki de en önemli dönüm noktasını…Hikaye güzel, otel güzel, hava güzel, çalışan ekip güzel. Sevgilim olsaydı nasıl da keyfi çıkardı bu otelin dedirtiyor insana.

Lavanda’nın 9 muhteşem odası var. SPA’sı, büyük bir bahçesi, lobisi, oturma odası, televizyon odası, kapalı restoranı, açık havuzu, bisiklet alanı…İstanbul’dan 45 dakika uzaklıkta, hafta sonu için en ideal dinlenme yeri. Biz oteli Emre ile birlikte gezdikten sonra biraz serbest zaman izni alıyoruz. Sonra mutfakta Emre ile Gabriela buluşup birlikte yemek yapacaklar. Ben de fotoğraflarını çekeceğim.

Biraz dinlendikten sonra sabırsızlıkla mutfakta buluyoruz kendimizi. Mutfak bal dök yala derler ya aynen öyle, pırıl pırıl. Sanki yeni teslim etmiş üretici firma tüm ekipmanları. Mutfaktaki Cadı ile Emre yemek yapmaya koyuluyorlar. Zaman öyle çabuk geçiyor ki akşamın olduğunun farkına bile varamıyoruz. Tekrar biraz dinlendikten sonra akşam yemeğine indiğimizde Gabi ile birbirimize bir an bakıyoruz. Herkes çift, sevgililer, karı kocalar, bir masa doğum günü kutluyor, diğerinde birazdan romantizmden evlilik teklifi çıktı çıkacak. Gabiye diyorum elini tutarsam çığlık atma. İki kız başımıza bu kadar romantik bir yerde ne işimiz var? Ama gelecek için plan yapmaya başlayınca şu anki durumumuzu unutuyoruz. Muhakkak bu otele gelinecek! Hatta tüm çift arkadaşlarımıza da şiddetle tavsiyeler daha oteldeyken başlıyor.

Akşam yemeğimizden sonra şarap kadehim elimde odaya uyumaya, pardon internette dolanmaya çıkıyorum. Biraz oyalandıktan sonra günün yorgunluğu ile ben de yatağa kendimi teslim ediyorum. (Akşam yemeğimizi ayrı yazmak istediğim için detay vermiyorum burada)

Sabah kalkınca temiz hava, hafif serin de olsa daha bir enerjik hissettiriyor. Kahvaltıda Feryal hanımın yaptığı muazzam reçeller akşam Emre’nin yemeklerinin neden bu kadar lezzetli olduğunu net bir şekilde açıklıyor. Genlerinde var bu. Kahvaltıdan sonra bahçedeki iskemlelerde yalın ayak çimlere basarak Türk kahvemizi yudumluyoruz. Klasik müzik ve rüzgarın hışırtısı dışında başka hiçbir ses yok.  Sabah uyandığımdan beri aklımda, bir gün evvel otele girerken sıralı olarak gördüğüm bisikletler var. Bir an önce gidip binmeliyim! Gabi de peşimde elinde fotoğraf makinesi ile. Güzel malzeme çıkar diyor bu sportif aktiviteden. Ancak kısa tur yapıyorum. Öğlen olmak üzere SPA keyfimizi başka zaman erteleyerek benim diğer randevum için Lavanta kokuları arasında Lavanda’dan ayrılıyoruz. Tekrar gelmek şart artık. Hayırlısı ile…

http://lavandaotel.com

Rodos’tan selam getirdim…

Bu yazının başında Yunan Turizm ya da Dış İşleri Bakanlığına sesleniyorum:

Bodrum’dayız, kalabalık, kafam karışık. Günü birlik kaçmalı, biraz kalabalıktan uzaklaşmalı diye düşünüyorum. Aslında Bodrum’a gelmeden önceden beri bir fikir var aklımda, Rodos’a gitmek! Ya Marmaris’ten ya da Bodrum’dan geçmek, akşam kalmadan geri dönmek. Hemen feribot seferleri ve detayları araştırılıyor. Ece aklımdaki fikri öğrenir öğrenmez telaşla babasını arıyor “Baba İrem geliyor Cuma günü, gezdirirsin değil mi?”. Bu soru beni tembelliğe itiyor, ne Rodos haritası çıkış alınıyor, ne diğer detaylar. Bodrum’dan Cuma sabahı 08:30’da hareketle Rodos’a doğru yola koyuluyoruz içi buz gibi olan feribot ile…Çok pişmanım içime bikinimi giyip de belki denize girerim derken çantama ne bir havlu ne de bir peştemal atmadığım için. 2,5 saatlik yolda dondum resmen klimadan. Rodos’a varınca, feribottan inince üstümüze yoğun bir sıcak hava dalgası yapıştı. İlk başta gözüm korktu ancak Ece’nin babası Ceyhun amcanın motorsikletle beni karşılamaya geldiğini görünce de ohh dedim içimden. Motorsiklet üzerinde esecek ve hissetmeyeceğim o sıcağı. Rodos’a iner inmez Ceyhun amcadan sonra kocaman surlar ve kale karşılıyor beni. Kalenin içinden eski çarşıyı gezince Kıbrıs’ta mıyım? Kapalıçarşı’ya mı yaklaşıyorum diye düşünmüyor değilim. Henüz bir Yunan adasında olduğumu hissedemedim. Tarihine bakarsak, korsanlar, şövalyeler, Osmanlı, İtalyanlar ve Yunanlılar. Pek çok farklı ülkenin etkisinde kalmış Rodos ki bunu mimariden hemen algılayabiliyoruz. Ceyhun amca beni eski çarşı içindeki tüm Türk dükkanlarına sokuyor, herkes ile tanıştırıyor hatta. Herkes bir tedirgin, azınlık oldukları için mi diye düşünüyorum.

Eski çarşının sonunda Hafız Ahmet Ağa Kütüphanesine uğruyoruz. Kütüphane kapalı, bahçe kapısını açmaya çalıştığımızda tip olarak Rum ancak Türk bir bayan açıyor. Kütüphane müdürü Yusuf amcanın eşi. Buyur ediyor içeri ve serin esen, tertemiz bahçede biraz soluklanıyoruz. Bugün Türk Dış İşleri Bakanı Davutoğlu ile Yunan Dış İşleri ve Turizm bakanı yemek için Rodos’ta buluşmuşlar. Bu buluşma gizli tutulmuş ancak Yusuf amca haberdar ki tüm Rodos da biliyor.12 Adaların başkenti olan Rodos’ta buluşulmasının sebebi krizde olan Yunanistan’a özellikle adalara Türk vatandaşlarının vizesiz girebilmesi. Her sene konuşuluyor ancak umarım yaz bitmeden yürürlüğe girer. Zira Midilli’ye tek başıma gitmek istemiyorum. Yusuf amca o kadar yoldan gelmişim gel ben sana hemen Kütüphaneyi açıp göstereyim diyor. Şanslı İrem her yerde işin rast gidiyor. Kütüphanede çok özel el yazması kitaplar var, hatta dünyada 2 adet olan el yazması Kuran’dan biri de buradaki minik ve çok özel kütüphanede. Hafız Ahmet Ağa Kütüphanesinden çıktıktan sonra hamam, kapalı olan camilere uzaktan bakış ile Şövalyeler yoluna geliyoruz. Taş yolda şövalyeler geçiş yapıyorlarmış zamanında. Ne ihtişamlıydı kimbilir… Tarihi binalar ve Ece’nin anne annesi ile dedesine ait eski evleri de ziyaret ettikten sonra motosiklete atlama zamanı geliyor. Önce Mandraki, Rodos heykelinin bulunduğu söylenilen bölge, Nişantaşı tadındaki yeni çarşı, ismini unuttuğum türbe, Giritliler mahallesi, casinoların bulunduğu büyük oteller, muhteşem plajlar ve son durak olarak Ceyhun amcaların çiftlik evi. Kos’ta olduğu gibi Rodos’ta da her yerden denize girilebiliyor. Hem de bizdeki gibi kiralanan, ücret ödenerek girilen plajlardan değil. Hepsi turkuaz, cam gibi denize sahip, kimi çakıl, kimi altın kum. Aklım gidiyor denize girmediğim için. Ah kafam ah atsana peştelamali çantana… Adada motosiklet kullanımı yoğun ama diğer Yunan adalarındaki gibi ATV pek göremedim. Olsun ben motor üstünde püfür püfür gidiyorum. Çifliğe gelince Ece’nin halası ve büyük amcası bahçede ayaklanıyorlar. Karnımızı yeni çarşıda alelacale doyurduğumuz için miss gibi Türk kahvesi geliyor. Kahvenin hemen akabinde Mısır inciri. İncir yemem migrenimi tetikler ama bu bambaşka bir şey. Bildiğimiz süt mısıra benziyor ama tadı hafif ve sulu. Sevdim. Kahve sonrasında bahçe gezisi ile meyve ağaçlarını inceliyoruz. Arazi büyük, eskiden çok daha da büyükmüş ancak zamanla satılmış. Ayrıca azınlık oldukları için gün geçtikçe de Türk nüfusu azalıyor. Tıpkı Yahudi nüfusu gibi ki 2. Dünya savaşı sırasında Alman işgali ile Yahudi nüfusu iyice azaltılmış. Çiftlikten şehre geri dönerken bu sefer başka bir yoldan gidiyoruz, tepeye çıkıp Rodos’a bir de yukarıdan bakıyorum. Motosiklet üzerinde makineme değil hafızama kaydediyorum görüntüyü, gün gelsin hafızamı da aynı şekli ile paylaşabileyim herkes ile diyorum. Rodos’ta her yerde Osmanlı’ya ait eserlere rastlamak mümkün. Kimi korunmuş gibi yitip gitme ile yüzyüze. Söylenene göre de korumak için Rodos valiliği herhangi bir çalışma yapmıyormuş. Barbar Türklerin eserlerinin ne kıymeti olabilir ki onlara göre. Onlar böyle düşüne dursun, ada coğrafi ve tarihi açıdan kıymetli. Kıymet katan en büyük unsurlardan biri de Osmanlı hakimiyeti. Rodos gezim bitmek üzere ben hala bir Yunan adasında olduğumu hissedemiyorum ta ki freeshoptaki kızın aksanına kadar… Bu gezide bir pişmanlığım var. Yalnız gezmeyi seviyorum ancak bir dahaki sefere muhakkak yanımda biri olmalı zira tüm fotoğraflarda yine ben olmayacağım… Yazının sonunda Türk Turizm ya da Dış İşleri Bakanlığına sesleniyorum. Kim duyarsa beni artık…

Yine bir Yunan adası, bu sefer Kos…

Yine bir Yunan adası, bu sefer Kos…

Maide’siz yalnız bir ada gezisi bu.

Planladığım tek başıma günü birlik bir ada gezisi olacaktı. Bodrum’a gittiğimde aklıma gelen, pasaportumu alelacele İstanbul’dan kargo ile gönderilmesine sebep olan bu gitme isteğim…Biraz internetten araştırınca Bodrum’dan sabah gidip öğleden sonra kolayca geri gelebileceğim bir ada olduğunu öğrendim. Ancak Büber’de tanıştığım Berna gezimin genel konsepti aynı kalmakla birlikte adayı tek başıma değil Dimitri ile gezmemi sağladı. Adanın  yerlisi, hatta Kos Ticaret Odası başkanı Dimitri ile. Bendeki bu şans değil de ne?

Dimitri de o hafta sonu Bodrum’daydı ve Pazartesi sabahı o Bodrum merkezden ben de Turgutreis’ten Serdar kaptan ile birlikte Kos’a doğru hareket ettik. Berna ben tekneye gitmeden önce Serdar kaptanı aramış, benim geleceğimi haber vermiş ve Serdar kaptan tekneye gelir gelmez gel bakalım kaptan köşküne, çay mı içersin kahve mi diye sorarak bir kez daha İrem ne şanslısın dedirtti kendi kendime. Yarım saat süren yolculukta kısa ve öz olarak bana Kos’u anlattı Serdar kaptan. Gidebileceğim restoranlar ile ilgili de detay verdi tam inmeden önce. Akşamüzeri 16:30’a doğru burada ol tembihi ile birlikte.

Adaya indiğimde Dimitri’nin ulaşmasına 15 dakika kadar vardı. Turgutreis Kos arası Bodrum ile Kos arasına göre çok daha yakın olduğu için biz daha erken ulaşmış olduk. Hızlı bir kahvaltı yaptıktan sonra Dimitri Bodrum teknesinden indi ve otoparktaki arabasını alarak hızlı Kos turumuza başladık. Önce deniz içinden çıkan termal suyun olduğu bölge Therme’ye bakış, sonra hızlıca Kos şehir merkezine geri dönüş ve koca adanın tüm kasabalarını görmek üzere başlayan araba gezimiz. Kos 12 adalar içindeki Rodos’tan sonraki en büyük ada. Dimitri’nin anlatımı ile “Ekolojik Ada”, doğa ile barışık bir ada. Bir defa adanın her yerinden denize girilebiliyor, liman dahil!  Her yerinin de ayrı bir özelliği var, Paradise beach muhteşem kumsala sahip, Mastihari ise çakıl taşlı bir plaj…Deniz Ege’nin her kıyısında olduğu gibi muhteşem.

Adayı gezmek için turistlerin öncelikli olarak başvurdukları araç bisiklet ve motosiklet oluyor. O koca adayı bisiklet ile gezmek mümkün olmasa da yakın yerlere gidip gelmek için sıcağı da görmezden gelebilirseniz olabilir. Benim çok mantığıma uymasa da. Ben eğer yalnız gitmiş olsaydım Atv kiralayarak adayı gezmeyi planlıyordum. Ama şimdi gördüğüm kadar alanı gezme şansım hiçbir şekilde olmayacaktı.

Sırasıyla, Embros Thermi, Lampi, Tigaki, Marmari, Mastihari, Stefanos, Kefalos, Antimachela, Zia, Platani ve Kos merkez görülen yerler.

Çoğunda vakit kısıtlı olduğu için arabadan inmeden fotoğraf çekmeye çalıştım. Zaten hepsi de küçücük yerleşimler aslında. Adada Mikonos’a göre çok daha fazla otel bulunuyor.Bunun nedeni Hipokrat’ın doğup büyüdüğü ada olması ile yaz kış konferans turizmine hizmet vermesi.

Yunanistan’dan ve diğer ülkelerden doktorlar ve pek çok firma seminer ve konferans için Kos’u tercih ediyormuş. Gelir kaynakları turizm oluyor bu durumda. Aslında Yunanistan’ın geneline bakarsan turizm ve gemicilik gelir kaynakları. Ana kara Yunanistan’a geçtiğimiz yıllarda gittiğim seyahatte sanayilerinin yok denecek kadar az olduğunu görmüştüm. Dimitri’ye soruyorum ekonomik kriz ne durumda diye? İrem bu çok uzun bir hikaye, biz Yunanlılar tembeliz, tek bildiğimiz turizm ancak artık değişiyoruz, Yunanistan ciddi bir dönemeçte bundan sonra her şey farklı olacak diyor. Türk Yunan ilişkileri ile ilgili olarak da ortada ben sorun göremiyorum ya sen diyor. Adayı gezdiğimiz süre boyunca durduğumuz pek çok yerde Dimitri’nin tanıdıkları var, beni de herkes ile tanıştırıyor. İrem Bodrum’dan geçti, İstanbul’da yaşıyor ve aslında Adrianapolis’li (Edirne) diyor. Herkes çok sempatik, herkes günlük bu kısa gezimin çok güzel geçmesini temenni ederek ayrılıyor yanımızdan.

Kos ada merkezine gelmeden önce Vassillis’e uğruyoruz. Dimitri bir web sitemin olduğunu, gezi ve restoran yazdığımı, şarabı ezelden sevdiğimi biliyor. Gel sana benim arkadaşımın bağının güzel şaraplarından tattırayım diyor. Vassillis, Dimitri ve ben oturup 1 kadeh üfür üfür esen bağın terasında öğle sıcağında şarap tadımı yapıyoruz. Vakit kısıtlı kadeh biter bitmez hareket etmek lazım. Bana hediye edilen özel bir şişe beyaz şarabımı da aldıktan sonra istikamet antik şehir ve akabinde Kos merkez. Sürekli söylüyorum sen işine git, bugün hafta başı ve ben tek başıma gezebilirim. Yük olmak istemiyorum. Dimitri ise ben seni gezdirmek istiyorum adamızı göstermek istiyorum, eğer ben istemesem zaten yapmam o nedenle teşekkür etmek yok diyor.

Kos merkezde kilise, cami, hamam, antik şehir, İtalyan mimarisi hepsi mevcut. Bizden çok fark yok aslında. Yine gider miyim giderim sanırım. Dimitri görmem gereken adaları da sıralıyor bana. Nisiroz, Kalimnos, Midilli…Saat 3 gibi ayrılıyoruz. 1 saatim var tek başıma gezmek için biraz alışveriş ve zaman kalmadığı için McDonald’s’tan 1 adet hamburger ile gezimi Kos’ta adam akıllı yemek yiyemeden bitiriyorum. Ha unutmadan yürürken karpuzlu bacardiyi kana kana içtiğimi söylemeyi atlamamalıyım.

Ben şimdi Dimitri ve Berna’yı Edirne’ye bekliyorum. Dimitri’nin kızı Türkçe biliyor, Berna’nın kızı da Yunan dili ve edebiyatı mezunu. İki halk arasındaki barışa en güzel örnek sanırım dünyadaki bu dört kişi…

Amasya…

Amasya…

Soru şu: Amasya da nereden çıktı? Parma’dan sonra Amasya mı? İkinci soru.

Cevaplarım da bunlar: Amasya benden çıkmadı ablamdan çıktı. Duruşması var Amasya’da ve 1,5 ay önce uçak biletini alırken beni de yanında götürmeye karar vermiş. Hem bilmediği bir şehirde yalnız olmamak hem de Kuyruksuz’u Anadolu’ya doğru uçurmak istemesi ile uçakta yukarıdan güzelim İstanbul’a bakıyorum akşam üstü saatinde. THY ile günde 1 uçuş var Amasya’ya.
Merzifon askeri havaalanı hem Amasya’ya hem de civar kentler olan Çorum ve Tokat’a gitmek isteyenler için sivil havacılığa da açılmış. Benim gibi gezmeye tapan, tüm enerjisini gezilerden alan bir insan için uçak korkusu ise traji komik oluyor ama elimde değil korkuyorum. Merzifon havaalanına uçak yaklaşınca alçalmaya başladı ve ben aşağıda gördüğüm tepelere, tarlalara, ışığa, minik köylere aşık oldum. Güneş gözlüğümü çıkardım bir an çünkü acaba onun camı yüzünden mi bu kadar muhteşem görünüyor dedim. Ancak çıplak gözle gördüğüm de farksızdı. Coğrafya, yeşilin tonu, kıraç olmaması, büyüledi beni. Herhalde alana yakın tüm köyler uçağı gördüklerinde saatin kaç olduğunu anlıyorlardır. İnene kadar herhalde 3-4 tur attı uçağımız. O turları atarken de sarstıkça sarstı. Normal zamanda doğru düzgün dua etmeyen ben yüzlerce Kullu vallah ve Elham okudum. Hep böyleyim ama uçak kalkarken ve inerken dualar içindeyim. Yukarıdayken ve sabit hızda giderken sorun yok. Ama iniş ve kalkışlarda yakınımda olanlar halime gülüyorlar. Benim gibi cengaver görünen biri hem de. Korkudan az kalsın altına edecek durumda bir İrem görüyorlar. O tekerlek yere değdiği an ohh diyorum içimden.
Bavulumuzu almak üzere alan içinde minik terminale doğru ilerlerken yeni yağmış olan yağmurun ardından uzakta görünen gökkuşağı etkiliyor yine beni. Oldum olası gökkuşağının bana şans getirdiğine inanırım. En son Edirne Tıp’ta babamın yattığı odadayken görmüştük. Ne güzeldi, hastane odasında pozitif enerjisini hissettirmişti…
Bavulumuzu alıp Havaş’a binip Amasya’ya doğru gidiyoruz. Geçtiğimiz yollar bildiğiniz köy yolları, aradan inek sürüsü çıkabiliyor, cam açıldığında yoğun tezek kokusu ki çok severim minibüsün içine giriyor. Merzifon havaalaanı Amasya arası sanırım ayrım saat, hiç anlamadım zaman nasıl geçti. Çünkü etrafı inceleyeceğim derken anlamadan Amasya’ya gelmiş oluyoruz. Yol boyunca meyve ağaçları, dallarda kiraz… Hava yazın nasıl olur acaba burada derken evlerin çoğunda güneş enerjisi görüyorum. Sanırım sıcağı fena yakıyordur Amasya’nın…
Şehzadeler şehrinde bavulumuz ile Yeşilırmak kenarında rezervasyon yaptırdığım Grand Pahsa Oteli arıyoruz. Bulmamız 3 dakika sürüyor. Yeşilırmak kenarı minik otellerle dolu. Yalıboyu evlerinin çoğu otele çevrilmiş. E iyi de olmuş, turist olarak o tarihi evlerde geceyi geçirmek hele ki bir de balkonu varsa değmeyin keyfimize. Oteli bulup, odaya bavulu atar atmaz günün batışını geçirmeden sokağa çıkıyoruz. Önce bir şeyler yiyelim diye geleneksel Amasya mutfağından örnekler yapan Amasia isimli restorana gidiyoruz. Siparişimiz önceden belli keşkek ve baklalı yaprak sarma. Keşkek bana göre değil, ağır. Bir de salçalısı gelmiş bize ekstra yoğun ve benim migrenimi tetikleyecek cinsten. Ama baklalı dolma şahane. 15 dakika sürmüyor yemek ve şehirde dolaşma zamanı. Şehzadeler yolunda yürüyüş. Şehir halkı da sokaklarda. Yaz geliyor herkes Yeşilırmak kenarında ya çekirdek çitliyor ya da dondurmalar ellerde akşam yemeği üzeri ailecek yapılan yürüyüşler gerçekleşiyor. İki turdan sonra otele dönüyoruz, bundan sonrası yarına kalacak şekilde ablam yatağa bense balkonda İtalya’dan dönerken aldığım Henkell köpüklü şarabımla odanın balkonunda keyif yapıyorum. Bir de misafirim gelecek onu beklemem lazım uykuya dalmadan. Samsun’dan gelecek olan Sevil gecenin sonuna doğru otele ulaşıyor, biraz lafladıktan sonra tüm enerjimizi yarın kullanmak üzere uykuya geçiyoruz.
Sabah erkenden kalkıp, kahvaltı sonrasında önce Amasya kalesine çıkıyoruz. Ne bir bekçi var ne de bizden başka insan. Biri gelse bıçağını çıkarsa hart hart dalsa, bittik orada. O güzelim manzaraya bakan o güzelim kale ıssız mı ıssız. Restore edilmiş ancak sanki dün yapılmış gibi hali. Deli oluyorum böyle restorasyonlara. Yeni taş konur mu öyle bir yere. Yüzyıllardır duruyor orada, eskitme taş koy ki orijinal gibi dursun. Bizimkiler parlak parlak olsun diye ekstra çaba sarf ediyorlar Topkapı surlarında olduğu gibi. Ürke ürke hızla gezdik kaleyi, hemen şipşak fotoğraflar ile aşağıda bizi bekleyen taksimize ulaştık. Gündüz gözü ile yine Şehzadeler yolu, tarihi Hazeranlar Konağı, mini alışveriş, saat kulesi ve son olarak da ablamın duruşması öncesi Ali Kaya restoran. Kale ve Ali Kaya restoran iki ayrı tepede birbirine bakar konumda. Arada da akan nehir ve nehrin her iki yanına yayılmış bir şehir. Manzara muhteşem, coğrafya muhteşem, yediğimiz Tokat kebabı muhteşem. Amasya az kişinin bildiği ancak kesinlikle görülmesi gereken şehirlerimizden biri. Hep diyorum ya al biletini git bilmediğin bir şehre, gez, gir sokaklarına. Keşfet kendince… Heyecanlan sık sık.
Duruşma biter ve şehirden ayrılma vakti gelir. Kısa gezi 24 saati doldurmadan biter. Havaalanı yolu yine incecik, ara ara mıcır yol.Veee geri dönüş.
Bu kısa seyahatten çıkarılan dersler.
1. Hafta içi izin almaman gerektiğini öğren artık. Susmayan telefonlar ve sonu gelmeyen emaillerle gezdiğin yeri tam anlayamazsın.
2. Bir dahaki şehir gezini planlamak için güzel bir Türkiye haritası al artık evine.

Parma sen ne güzel şehirmişsin!

Milano sokaklarında kaybolma stresini daha otobandayken hissetmeye başlayınca Parma fikri kurtarıcımız, kaçamağımız oluyor.

Italy 338

Neyle karşılaşacağımızı hiç bilmiyoruz. Tek bildiğimiz ünlü bir futbol takımı olan İtalyan şehrine girmek üzereyiz. Her şehirde bir Fiera yani fuar alanı var, şehir ne büyüklükte olursa olsun. Fiera’yı geçince Centro tabelasını takip ederken aslında küçücük bir şehre girdiğimizi, şehir merkezine 3 dakika gibi bir zamanda ulaştığımızda anlıyoruz. Bir meydan, ince uzun bir cadde, yan yana mağazalar, kafeler, şarküteriler… Hemen arabadan kurtulup sokağa atmalıyız kendimizi. Yağmur hala kesilmedi ama Rimini’deki gibi değil en azından, buradaki ahmak ıslatan…

Italy 260

Mavi çizgili alanı bulup arabamızdan anında kurtuluyoruz. Bir an önce meydana ulaşmak, ritüelimiz olan şampanyamızı açtırmak ve akşam üzerinin keyfini bu küçük İtalyan şehrinde çıkarmak. Nerede kalacağımız belli değil, niyet Milano’ydu, hoş orada da nerede kalacağımızı bilmiyorduk ama buluruz elbet diyorduk. Parma’da gördüğümüz ilk Otel tabelasını takip edip kalacağımız yeri de organize ettikten sonra rahatlıkla şampanya ve Smoke Cafe’nin ikramı olan bir tepsi kanepeyi mideye indirme zamanı. Yağmur da azalıyor gibi. Şehirde turist görünmüyor hiç. Sanki bir tek biz varız. Geri kalan üniversitede okuyan gençler ve Parma’lılar. Herkes çok sıcak kanlı, güler yüzlü, yardımsever. Ana cadde üzerinde dolaşan bisikletlileri, Vespa üzerinde elbiseli, topuklu ayakkabılı, arkadaşları ile buluşmak üzere Cumartesi gecesi için hazırlanmış genç kızları şaşkınlıkla izliyoruz. “Ah benim ülkem ah” geçiyor akıllardan…

Aç mıyız, yoksa kanepeler yetti mi acaba diye düşünürken kafedeki bayana nerede yemek yiyelim diye soruyoruz ve bizi öyle bir yere gönderiyor ki tüm akşam boyunca onu anmadan edemiyoruz. Spontane diyorum ya işte tadı burada. İki minik salondan oluşan bir aile restoranı Trattoria Del Ducato. Dört yol ağzındaki eczanenin sokağında. Kime sorsanız gösterir. Tipik bir Parma restoranıymış, sahibinin söylemi ile. Restoranın kırmızı şarabı en sevdiğim kadehlerde geliyor. Aromalı bir kırmızı bu sefer. Yediklerimizi anlatmayacağım yoksa yarınki uçaklara bakılır, hemen orada olmak ister insan. Şarap, yemekler, tatlımız, orman meyvelerinden oluşan tabağımız, limoncello, grappa ve fiyat. Muazzamdı demem yeterli olur sanırım. Gecenin 11’inde bile gruplar yemeğe geliyorlarsa burası gerçekten belki de Parma’nın en güzel restoranı.

Italy 257

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Yemeğimizi yedikten sonra yine sokağa atıyoruz kendimizi. Yağmur gitmiş artık başka bir yere. Meydana geri geldiğimizde müziğin geldiği sokağa doğru doğaçlama giriyoruz. O da ne? Sokak gençlerle dolu, hem müzik hem de yoğun bir gürültü. Herkes sokakta, ellerinde kadehleri ile. İlk defa görmüş gibi şaşkınlıkla aralarından geçerek ne yapacağımızı da bilemeden dolanıyoruz. Dört şaşkın sonra kendilerini gecenin 1’inde kilise içinde ayinde buluyor. Ne gün ama! Her anı dolu dolu, her anı ayrı bir sürpriz. Kilisede bir grup müzik yapıyor, sokakta gördüğümüz bazı gençler dua etmek için içerdeler. Dilek kutusundan bir kağıt seçiyorum. İncil’den bir cümle çıkıyor karşıma:

 “Non angustiatevi per nulla, ma in ogni necessita esponete a Dio le vostre richieste, con preghiere, suppliche e ringraziamenti.”

Ancak İstanbul’a geldiğimde tercümesini bulabiliyorum:

“Hiçbir şey için üzülmeyin (sıkılmayın) fakat her bir ihtiyaçta dua, yakarış ve şükranlarınızla Tanrı’ya istediklerinizi iletiniz.”

Gecenin ayrı bir hoşluğuydu bu. Saat gece 2’ye yaklaşıyor ve pek çok yer artık kapalı. Hala bir şeyler yapma derdindeyiz. Neresi açıktır bu saatlerde, kime sorsak bir şekilde yardımcı olmaya çalışıyor. Hatta İtalyanca! Yapacak başka bir şey kalmadığı için sabah 5’e kadar açık olan yere yürümeye üşendiğimiz için enerjimizi ertesi güne bırakmak üzere yine otele şuursuzca uyumaya… İtalya’da kaldığımız 3 gece boyunca uykularımız deliksiz geçiyor yorgunluktan.

Italy 360

Sabah erkenden kalkıp kahvaltı faslından sonra 2 gün sonra yüzünü göstermiş olan güneşin de sevinci ile yine Parma meydanındayız. O da ne? Bir sokakta Pazar kurulmak üzere. Sanırım bu şanstan başka bir şey değil. Aramızda espri yapıyoruz “Bakla çıktı mı acaba?”. Sebze, meyve değil bu Parma’lıların kendi ürettikleri el işi, dekorasyon ürünleri, çiçekleri, resimleri sergileyip sattıkları Pazar. Nereye bakacağını şaşırıyor insan. Bir tarafta kent pazarı, diğer tarafta Pazar ayininden çıkan şık giyimli aile İtalyanlar, diğer yanda bisikletleri ile yine aile olarak caddede dolaşan insanlar, kafelerde sabah kahvelerini içen ehli keyifler

Yaşamak için can atılacak bir şehir burası. İnsanlar hayatı yaşamaya gelmişler sanki. Pazar günü İstanbul’da topukluları ile gezenlere sinir olurken buradaki şıkır şıkır hanımlara hayranlıkla baktık.

Parma çok şaşırttın bizi ve bir o kadar da aşık ettin kendine. Tekrar gitmek için can atıyorum, hatta ne yapsam da orada yaşasam?

Ve Parma’dan hüzünle ayrılış, geri dönüş yolu… Zar zor, telaşla, ucu ucuna Malpensa Havaalanını ulaşıyoruz. Kısa, hızlı, yorucu, ıslak, sürprizlerle dolu İtalya seyahati son buluyor. Bundan sonraki en güzel şey ne? İstanbul’a ulaşmak, gece ışıl ışıl büyüleyici boğazın üzerinden geçmek…

 

velhas no cio indianpornvideos.mobi fotos de novinhas dando
fotos de rola e buceta 2beeg.mobi gostosa sendo estuprada
sexo com a tia brasileira dirtyindianporn.info pauzão gostoso
vídeo da grazi massafera pornolaba.mobi travekos
contos eroticos ao vivo tubepatrol.sex xxx vídeos
fudendo a gordinha gostosa chuporn.net sexoline
furracao porno arabysexy.mobi gozadas na siririca
pica gigantesca freejavporn.mobi ponor grátis
peitinho de novinha hotmoza.tv gostosas fumando
porno brutal estupro ufym.info porno comendo cu