En son ne yazdım?
Kuyruksuz Uçurtma BÖ’de Finalde!
Küçük Kaçamaklar- Antalya
Es Es Eskişehir…
Kuyruksuz Uçurtma misali, bu bahar hafta sonlarım dolu…
Garipçe
Deniz, güneş ve anason kokusu…
Özlemini çekiyorum şu sıralar. Hayal ediyorum, güneye gitmişim. Uçakla Dalaman’a, oradan arabayla Üçağız’a, oradan da pansiyonun teknesi ile Kaleköy’e. Yol yormuş gözlerimi, o koydan bu ormana bakacağım diye kendimi şaşırmışım. Hiçbir şeyi kaçırmak istemiyorum, tüm koyları incelemek, ne kadar bol kuş varsa hepsini görmek, ne kadar ulu çam varsa hepsini gökyüzü ile birleştirmek istiyorum. Pansiyona çantayı atar atmaz denizde buluyorum kendimi. Yüzmek değil benimkisi, suya kendimi armağan ediyorum. Antik kentin kalıntıları arasında ben de tanrıçalardan biri oluyorum. Yılın, kışın yorgunluğu ve stresini Akdeniz’e bırakıyorum. Deniz sonrası günün sıcağı akşamüzerine kavuşurken, odanın balkonundaki sedir üzerinde biraz kestiriyorum hatta. Nasıl bir keyif! Neden bu kadar bekledim bunun için diyorum kendi kendime.
Şirince’ye kaçmak…
Ege’deyiz, yıllardır adını duyduğumuz, şarapları ile meşhur olan Şirince köyüne doğru yol alıyoruz.
Topu topu bir gece kalacağız ama benim mini bavulum tepeleme dolu. Havaya güvenemiyorum, ya yağarsa, ya açarsa, ya ısınırsa, ya rüzgar olur da üşütürsem. Bir kayak takımlarım yok bavulda. Şirince’ye akşam üzeri Bozdağlar’ı aşıp ulaşıyoruz. Öyle açız ki otelimize yerleşmeden önce yemek için Arşipel restorana oturuyoruz. İlgilenen garsona geleneksel, o yöreye ait ne varsa getirmesini söylüyoruz. Tabii bir de kırmızı güzel bir şarap. Akşam üzerinden itibaren aperatifler ile birlikte şarap içmek en büyük keyfimiz. Yavaş yavaş ana yemeğe geçişimizle günün yorgunluğu çıkıyor ortaya. Saatler ilerledikçe de yorgunluk yastık özlemine dönüyor. Tülin her zamanki enerjisi ile ee şimdi ne yapıyoruz diyor, sabaha kadar oturalım desem oturur. Bana ise hadi İrem git artık sen deseler diyenin gözlerinden öpesim gelir. Nitekim gözlerimin küçüldüğünü görenlerin, sabırsızlıkla beklediğim “hadi İrem yat istersen” demeleriyle odamda buluyorum kendimi. Kırkınca Evlerinde kalıyoruz. Butik bir otel, bizim kaldığımız odanın bulunduğu evin 300 yıllık olduğunu söylüyor İlkan. Ürpertici değil mi? Kim bilir kimler ne yaşamlar sürdüler o evde, ne mutluluklar, ne acılar, ne sevinçler, yaşandı, ne kavgalar edildi. Odanın içinde yürürken ahşap çıtır çıtır ediyor. Şöminesi var, 60’lardan kalma iki adet koltuk, cibinlikli bir yatak, perdeler el işi. Mini komedinin üzerinde gece lambası, odanın eskiliğini loş ışıkla aydınlatmaya çalışıyor. Duş ve klozet ve lavabo da odanın içinde! Herhangi bir ayrım yapılmamış. Kalın bir perde var sadece, kalın perde ne yapar ki? İlk başta tuhaf geliyor ama odanın içinde dolaştıkça ısınıyorum. Uykum nereye gitti? Kırkınca evlerini ve odamı keşfedeceğim derken kendisi beni terk etti. Her zamanki gibi yarını düşünerek, bol enerji lazım diyerek kitabımı açıp yatağıma giriyorum. Üç sayfa okuduktan sonra rüyadayım nasıl olsa.
Sabah 8! İrem ayakta, yağmur sekiyor taşlarla kaplanmış Şirince sokaklarında. Bavulumu açıp güne en uygun kıyafetimi giyiyorum. Kahvaltı binanın yanındaki küçük evde. Hava güzel olsa bahçede edeceğiz ama burası da güzel. Çeşit çeşit reçel var ev yapımı. Çay demleme, tavşan kanı. En güzeli de kızarmış ev ekmeği ve üzerine sürülmek üzere yapılmış olan ev salçası. En sevdiğim lezzetlerden biri, kızarmış ekmek ve salça. Kıtlıktan çıkmış gibi yiyorum. Tülin de kalkar kalkmaz bana eşlik ediyor. Rehberimizle randevumuz erken saatte. Günü kaçırmamak ve sonrasında da Efes’e gidebilmek için hızlı hareket etmemiz gerekiyor. Köyün yerlisi olan ve aynı zamanda Kırkınca Evlerinin de sahibi olan İlkan yakışıklı oğlu Bulut ile birlikte köyü gezerken bize eşlik ediyor. Köy çocuğu olduğum için çok uzak gelmese de turizm girdiği için her şey farklı Şirince’de. Restore edilmiş evler, avlularda pazarda satılmak üzere hazırlanmış erişteler, el işleri. Nitekim turist bol. Turist bol olunca çarşı bile oluşmuş. Şarap, zeytinyağı, el işi satan dükkanlar, kuyumcular, hatta dericiler bile var. Halk Nişanyanların tepede yaptırdıkları evler için şikayetçi, aslına uygun yapmışlar ve tipik Şirince mimarisini uygulamışlar ama var bir husumet. Aklıma geliyor Şirince’yi de Şirince yapan onlar değil mi? Yazdıkları kitaplarda, gazetelerde pek çok yerde yer alıp ün sahibi olmasını sağladılar. E böylelikle turist geldi köye. Köylü kızıyor belki onlara ama faydası da bol Nişanyanların…
Öğlene kadar köyü adamakıllı gezip, şarap alışverişimizi yaptıktan sonra arabaya atlayıp Efes’e gidiyoruz. Efes, Şirince arası zaten çok yakın. En son 13-14 yaşlarındayken Efes’i gezmiştim. Uzun zamandır da en büyük isteklerimden biriydi. Çünkü ben küçükken Yamaç Evler daha kazı aşamasındaydı, şimdi ise açıldı ve beni bekliyor görmem için. Müze girişinde 20 TL’ye kimliğinizi verip hemen müze kart sahibi olabiliyorsunuz. 1 yıl boyunca tüm Türkiye içinde pek çok müzede geçerli. Hazırlanması da çok kısa sürüyor. Kesinlikle edinin. Efes hem bildiğim Efes hem de ilk kez geziyormuş gibi heyecanlandırıyor beni. Turist bol burada da. Gurur duyuyorum ülkemle bol turist görünce. En son Kapadokya’da da aynı şeyi hissetmiştim. Brezilya’lı bir grup şaşkınlıkla geziyordu orada da. Taaa Brezilya’dan kalk ve Kapadokya’ya gel, takdire şayan. Efes de aynı şekilde, dünyadaki tüm milletlerden insan var sanki. Elimde fotoğraf makinem bir daha göremeyecekmişim gibi her detayı çekiyorum. Efes’i gezerken yanınızda bir rehberin olması şart. Yoksa anlamazsınız hiçbir şey. Her bölümün ayrı da hikayesi var. Onları dinlemek ve o zamanlarda yaşayan insanları anlamak daha kolay oluyor rehber desteği ile. Yamaç evler özel bir bölüm, giriş için ekstra ödeme yapıyorsunuz müze kart geçmiyor ama gitmişken kesinlikle girin gezin derim. O zamanı, ticareti, zenginliği daha da iyi kavrıyorsunuz.
Koca bir kent Efes. En az 3-4 saatiniz geçmeli Efes’te. Geçirmiyorsanız üstün körü bakmışsınız derim. Akabinde Selçuk merkezindeki Arkeoloji Müzesini de gezmelisiniz.
Biz ne yaptık, önce Selçuk’un meşhur çöp şişini midelerimize indirdik. Meryem Ana’ya çıkıp, meşhur suyundan içtik, kente inip Arkeoloji müzesini gezdik sonra İstanbul uçağına yetişmek için iki ayağımız bir pabuçta koşturduk. İstanbul daha ismi bile geçtiğinde bir telaş, hareket başlatıyor insanda. İyi mi kötü mü bilemedim? Ama gezimi çok sevdim.
Pendore Bağlarında Bağbozumu
Güneşli memleketin bereketini alan topraklarda yetişen üzümleri uğurluyoruz şarap fıçılarına doğru…
İzmir’den iki araba Manisa Alaşehir’e doğru yol alıyoruz, Kavaklıdere’nin yaklaşık 2000 dönüm ve tek parça olan bağlarını ziyaret etmek, bağ içinde keyifli bir gün geçirmek, süreci yaşamak üzere. Yol aslında çok kısa değil ama İzmir’in ard ülkesi içinde olmak, geçtiğimiz yol boyunca sağlı sollu ürün dolu tarlalara, bahçelere bakmak yolumuzun uzunluğunu hissettirmiyor bize. Bağa vardığımızda güneş tam tepemizde karnımız aç gibi, kışa girdiğimiz bu günde nasıl bir hava diye şaşırıyoruz. Tişört ile dolaşsam yeridir, şansımıza o kadar güzel hava! Bağ içinde dolaşmaya başlarken ikramlar da geliyor, en sevdiğim kısım işte bu. Önce Altın Köpük ile başlıyoruz, buz gibi köpüklü çok özel bir şarap ki Altın Köpük’ün kız kardeşi olan Pembe Köpük de favorilerim arasındadır. Daha şarap üzerine grubumuzla hoş sohbetteyken hafif aperatifler, dolup boşalan kadehler beni benden alıyor. Ne iyi ettim de geldim diyorum kendime. Pendore bağları sessiz, sadece hafif rüzgarın hışırtısı duyuluyor ortalıkta. Öyle özel bir yerde ki, önünde koca bir dağ, dağın tepesinde şimdi yağacağım üzerinize diyen bir kara bulut, bizim tarafta ise korkmayın bir şey yapamaz diyen ışıl ışıl bir güneş. İnişli çıkışlı bağ içinde oradan oraya koşmak istiyorum. Üzümlerin hepsinden aşırıp ceplerimi doldurma fikri geliyor bir an aklıma. Çocukken Edirne’de kiraz ağaçlarının olduğu bahçelere izinsiz girerdik, topladığımız tüm kirazları da taşıma kolaylığı olsun diye beyaz tişörtlerimizin içine doldururduk, kim bilir kaç tişörtüm çöpe gitmiştir bu sebepten. İşittiğim azarlar da cabası! Ama heyecanı tarif edilemez. Aynı duygudayım, koşturmak, hoplamak, zıplamak hatta yerlerde yuvarlanmak. Ben bu duygular içerisindeyken Levon bey bize bir yıl boyunca üzümün nasıl da meşakkatli bir süreçten geçtiğini, soframıza keyif vermek üzere gelmeden önce başına nelerin geldiğini anlayabileceğimiz bir dilde anlatıyor. Bu iş cidden zor bir iş. Detayı çok ve her şey bağda, üzüm salkımındayken bitiyor neredeyse. Sulama sisteminden tutun da, bulunduğu toprağın özelliği, rüzgarı hangi yönden aldığı, sabahın köründe yapılan özel işlemler, budama usulleri … liste uzayıp gidiyor. Elbette sadece bağda bitmiyor iş, sonrasında da yine detaylı bir süreç bekliyor üzümleri. Soframıza gelen her özel şişenin kıymetini iyi bilin derim. Ben bu gezi sonrasında daha bir farklı düşünür oldum, şaraplarım baş köşede artık…Bağcılık, üzüm üretimi derken, arada da çeşit çeşit şarapları içerken artık iyice acıktığımızı fark ediyoruz. Bağ evine geçtiğimizde mangalın kokusu hepimizin aklını alıyor. Bağ içinde dolanırken bize muhteşem bir masa hazırlanmış. Öyle açım ki gözüme kestirdiğim iskemleye atıyorum kendimi. Hafif yokuş önümde, masa sevdiğim yiyeceklerle dolu, manzara görülmeye değer. Bağın içinde dağa doğru, mangaldan çıkan etleri, sıcak mantarları şarabımı yudumlayarak gönderiyorum ilgili yere. Herkes hayatından en az benim kadar memnun. Yemekler yenirken sohbet de artıyor, grup kaynaşıyor ne güzel. Yemek sonrası yere serilmiş minderlere kendimi atıp ayakkabılarımı da çıkarıp uzanma hayali kuruyorum, hatta belki orada 5 dakika uyuyabilirim bile diye düşünüyorum! Ayağı yanık kedi gibi hoplaya zıplaya minderin üzerine atıyorum kendimi. Uzun zamandır böyle kendime özel bir keyif yaşamamıştım herhalde. Diğerleri yemek sonrası bağ içinde off road yapadursun ben minderlerde keyfime keyif katıyorum. Güneş uzaklaştıkça hava ısırmaya başlıyor. Günün bitmesine az kalmış. Ayrılma fikri kötü geliyor her ne kadar yeni ve yine bir yere gidecek olsam da.
İzmir Büyük Şehir!
Hafta sonu kaçamağına ne dersiniz? Cumadan Pazar’a minicik bir Ege turu… Önce İzmir…
Sabah erkenden kalktım heyecanlıyım bir o kadar da gergin. Planlanan ne gerçekleşti ki hayatta, bu kez de 1 gün önceden İzmir’e adım atmak ve nerede kalacağımı bile bilmeden uçağa binmek düşüyor payıma. Uçağım sabahın erken saatinde. İndiğimde nerede kalacağımı ayarlarım diyorum ama yine de tek başına olmak, bilmediğin bir şehre gitmek biraz ürkütüyor. Bir de nedense saç rengime taktım kendi kendime, üç beş kişi yabancılara özellikle Ruslara benzediğimi söylediği için yalnız olmaktan bazı yerlerde ürker oldum… Neyse İrem cesaretlen ve kendi başına bu özgürlüğün keyfini çıkar diyorum. Her türlü hava şartlarına karşı hazırlanmış bavulum ve ben havaalanındayız. Uçaktan da korkar oldum bu yıl o kadar çok uçak kazası olduğu için belki de. Eskiden haz duyardım, gece ya da gündüz aşağıdaki kentlerin hangileri olduğunu, göllere, yarımadalara bakarak coğrafya bilgimi kendi kendime test ederdim. Şimdi ise mümkünse koridorda oturayım ve uçak fazla sallama da indirsin yeter… Sabah 10 gibi indim İzmir’e, Havaş’a binmeden hemen taksi ile Alsancak’a. Semt isimlerini biliyorum da bir tek Kordon, Konak, Alsancak, Karşıyaka…Birisi Bayraklı, Basmane dediğinde kalıyorum acaba ne taraftaydı diye. Taksi ile istikamet Alsancak, 5 yıldızlı oteller civarı, muhakkak oralarda düzgün bir şeyler bulurum diye düşünüyorum. Bir gece evvelden de friendfeed’de arkadaşlarıma sormuştum, kısa yoldan İzmir ön bilgisine sahiptim. My Hotel diye bir otel buldum Movenpick’in yanında. Minik, butik bir otel. Ana cadde üzerinde. Şansa bak otele bayılıyorum, ancak 1 oda boş olacak ya da olmayacak, rezervasyonu kesinleştirmek için beni lobide oturtuyorlar, çay kahve ikramı. Nasıl bir otel bu lobide çalan müzik Coldplay! Hayatta gitmem bir yere demek istiyorum, kıvrılır yatarım ben bu koltukta, yeter ki Coldplay çalmaya devam etsin ben elimde kitabımla anı yaşayayım. Şanssızım, yer boşalmıyor. Beni mecburen aynı civardaki başka bir otele yönlendiriyorlar. 50 metre yürüyorum ve yeni otelime varıyorum. Şeytanın bacağı kırılıyor ve yine çok güzel bir otele denk geliyorum, aklım Coldplay’de kalsa da. Kordon Otel, denizin dibinde, odaları deniz gören, İzmir’in de ortasında Pasaport iskelesine sayılı adım uzaklığında.
Otele eşyalarımı atar atmaz üzerimi değiştirip hemen sokağa fırlıyorum. Turistim ya, tadını çıkaracağım sonuna kadar. Kordon’da boydan boya yürüyorum. Nereler otursam göz ucuyla ilk turda bakıyorum. Herkes yabancı sanıyor, herkes İngilizce konuşuyor benimle. E tabi limanda da Amerikalıları taşıyan bir gemi var. Turist geldi şehre! Kordon’dan neredeyse Fuar alanına kadar bir tur yapıyorum. Alsancak’ın ara sokaklarına çok dalmadan sahile geri dönüyorum. Karnım aç. Carlsberg Beer House’a oturuyorum. Sakin, Cuma öğleden sonrası, buz gibi bir bira ile köri soslu tavuğumu sipariş ediyorum. Oturur oturmaz da hayatın bu “an”dan ibaret olduğunu gözüme sokan pembe kapaklı kitabımı açıyorum. Sayfalar akıp gidiyor, hoş bir rüzgar ılık eserken güneş yakaladığı yeri yakıyor. Yemeğim bitince biraz daha yürüyüp sırtımı ağrıtan çantamı hafifletmek için otelime uğruyorum. Ne kadar şanslıyım! Otel şehrin göbeğinde hemen hemen her yere yürüyerek gidebiliyorum. Şimdi rotamda Alsancak’ı Alsancak yapan ara sokaklar, mağazalar, restoranlar, kafeler var. Ne güzel öyle, akşamüzeri oldu olacak, İzmir’in güzel insanları hepsi sokaklarda. Keyif peşinde. Selanik ile benzerliğini düşünüyorum. Sanırım değil aslında eminim İzmir Selanik’ten daha güzel. İzmir daha haşmetli. Havaalanı şehir merkezi arasında bir de o çarpık yapılaşma olmasa, Kahire, Rio, Kalküta gibi sanki. Bu üç şehri de sadece filmlerden biliyorum ancak gecekonduları sanki aynı, tahmin de edebiliyorum…
Alsancak’ta minik bir kafede çayımı içip, akşam ne yapsam diye düşünüyorum, gelene geçene bakıyorum. Bu sefer bir an İstanbul aklıma geliyor, nasıl da dinamik bir şehirde yaşıyorum ben! İzmir hantal kalıyor yanında. Garsonun siparişi alıp getirmesi, hesap faslı hepsi uzuyor burada. Oysa İstanbul koşturmacası insana kendini unutturuyor. Otelime akşam öncesi kıyafet değiştirmek için dönerken şöyle bir sahile bakıyorum, akşamüzeri İzmir’e, Bayraklı ile Karşıyaka yolu arasındaki yola London Eye tarzı kocaman bir dönme dolap hayal ediyorum. Ne güzel olurdu, gece ışıl ışıl. Herkes gidip biner tüm İzmir’i en tepeden izlerdi… Bence çok güzel fikir, keşke olsa böyle bir şey. İzmir’i İnciraltı ve Karşıyaka turu ile bitiriyorum. Düşünüyorum şimdi İzmir büyük şehir, olur mu canım öyle şey! İyi ki gelmişim diyorum kendi kendime.
Bu fikir kafama çok yatıyor, şehir gezileri. Uçak biletini al, Denizli’ye, Trabzon’a, Gaziantep’e, Antalya’ya. Şehir otellerinden birinde kal, tek başına gez şehri, rüzgarın seni kuyruksuz bir uçurtma gibi oradan oraya savurduğu şekilde…