En son ne yazdım?

Bir Parça İtalya…

Bir Parça İtalya…

İki ayak bir pabuçta İtalya gezilir mi? İtalya’ya doyulur mu?
Olmaz. Ama başka alternatif yok. Hem bu gezi de değil, iş için fuara gidiyoruz Rimini’ye, Adriyatik kıyısına. Bundan 3 yıl önce de aynı fuara gitmiştim, İtalya’ya ilk gidişimdi ve aşık olmuştum. Şimdi aşkımı perçinleme zamanı…
Samuray ile bavullarımıza ne koyduğumuzu bile bilmeden havaalanına doğru gidiyoruz. Blue Panaroma havayolları ile bir gün önceden süper fiyata alınmış biletlerimizle. Ekibin diğer iki üyesi de havaalanına varmak üzere. Sabiha Gökçen’in yeni binası açılmış, şık, ferah ve henüz yoğun bir havaalanı olmadığı için de işlemlerimiz kolaylıkla bitiyor ve uçağımıza geçiyoruz. Keyif insanıyız vesselam, uçakta daha şampanya içiliyor ki vaktin nasıl geçtiği anlaşılmadan uçak korkusu da hatırlanmadan Milano’ya varalım diye. Milano’ya iner inmez Rimini’ye giden trenlerde yer olmadığı için mecburen araba kiralayarak İtalyan otobanında elimizde harita yolumuza koyuluruz. Öncesinde Samuray’ın ulvi görevlerinden biri olan “birine yardımcı” olma konusunda Zülfikar’ı kocasına teslim etme faslını bitiriyoruz. Zülfikar da mı kim? Elazığ’dan Milano’ya kocasının yanına giden ve check-in sırasında babasının Samuray’a emanet ettiği genç kadın.

İtalyan otobanında Parma-Bologna üzerinden esas hedefimiz olan Rimini’ye doğru henüz kaybolmadan ilerliyoruz. Bir dostumuzun “aman dikkat Milano çok karışıktır kesin kaybolursunuz” uyarısı kulaklarımızda. Allahtan otobanda yönlendirmeler çok sık ve çok net. Hatta sol şerit için bile yönlendirme var. Samuray’ın elindeki harita ile doğru yolda olduğumuza emin olduktan sonra rahat bir şekilde akşam Toskana bölgesinin sınırından akşam güneşinin batışını izleyerek, Parma’da kahve, Bologna’da da bolonezli makarna planı ile yola devam ediyoruz. Hava kararmaya yaklaştığı için Parma’yı pas geçip, biraz da Bologna girişinde kaybolarak şehrin içine pürtelaş ulaşıyoruz. Bologna’dayız.
Arabayı mavi çizgiye park edip, meydanı bulmak üzere hafif de akşam serinliğinde üşüyerek caddede ilerliyoruz. İngilizce bilmeyen birinden hem iyi restoran hem de meydanı nerdedir bu şehrin sorusunun cevabını zar zor alarak ilk gördüğümüz restorana oturup ben bolonezli makarnamı, Murat mürekkep balıklı makarnasını, Samuray da limon suyunda pişmiş midyesini ve ev yapımı şarabımızı sipariş ediyoruz. Adnan’ın ne yediği aklımdan uçup gitmiş nedense…

Restoran belli en az 50-60 yıllık. Mimarisi, çalışanları ile eskiyim ben diyor. Şarap su niyetine her masada. Özellikle de ev şarapları. Hepsi mi güzel olur? Daha evvel de hangi restorana gittiysen İtalya’da ev şarabı sipariş etmiştik ve hepsi birbirinden güzel çıkmıştı.

Saat ilerliyor ve daha önümüzde 1 saatlik yolumuz olduğu için yemek sonrası hemen kısa bir şehir turu ile Bologna’dan çıkıp Rimini’ye doğru yola çıkıyoruz. Bundan sonrasında sorun yok. Tüm tabelalar zaten Rimini’yi gösteriyor. Gece olmuş, yollarda kedi gözleri ve diğer araçların farları dışında başka bir şey yok. Rimini şehir içinde oteli bulmak için birkaç tur attıktan sonra sahil yolunun dibinde küçük ama sempatik otelimize ulaşıyoruz. Gece saat 1’e yaklaşmış. Odaya girer girmez günün heyecanı bitmiş yerini yorgunluğa bırakmış halde yatağın içine atıyoruz kendimizi. Yarın çok iş var. Koca fuar alanı kim bilir kaç kez dolaşılacak?…

Rimini çok sempatik bir sahil kasabası, Adriyatik kıyısında uzun, dümdüz bir plajı ile…Silivri’nin daha büyüğü ve tabi daha güzeli diyebiliriz. O küçücük kasabada bu kadar büyük bir fuar alanı! Ve bu kadar ilgili insan! Tüm İtalya spor fuarına gelmiş olamaz herhalde? Ama içlerinde Alman da, Hollandalı da, İspanyol da var. Tabi bir de biz Türkler…

Daha evvelden de bildiğim gibi fuar çok keyifli, şaşırtıcı ve bir o kadar da yorucu geçiyor. Adı üzerinde spor fuarı, her köşede ayrı bir sahne, her köşeden, her stanttan ayrı bir müzik. Her sahnede dans eden, aerobik yapan yüzlerce insan. Çok ama çok keyifli. Her yer genç dolu bundan daha iyi ne olabilir ki?

Fuarın ilk yorucu gününün ardından akşamüzeri kısa bir şehir turu yapıp, yağmur altında gelenekselleştirmeye çalıştığımız şımarık şampanya seansımız ve mini alışveriş sonrasında otele geri dönüş. Akşam yemeğe davetliyiz zira…Muhteşem bir deniz mahsulleri restoranına hem de! Bu Kuyruksuz daha ne ister ki?

Gideceğimiz restoran otelimize çok yakın, Le Meridien’in sahile bakan tarafında. Yine yağmur yağıyor. Kalabalık bir Türk grubuz restoranda. Hepsi sektördeki spor kulüpleri bizim gibi. Herkes az çok birbirini tanıyor. Akşamüzeri içilen şampanyanın da damaktaki tadıyla keyfimiz yerinde. Bir an önce gelsin yemekler istiyoruz. Somonlu, zencefilli bir başlangıç, ardından muhteşem bir deniz mahsullü makarna ve ardından da tam ne balığı olduğunu bilmediğim ancak tadının lokum olduğu kağıt gibi kesilmiş patates ile servis edilen bir balık. Lezzetler oldum olası muazzam. Aklı kalıyor insanın. Yemekler biter bitmez ne kadar yorgun olduğumuzu hatırlayıp, ertesi günü de hesaplayarak otelimize, odamıza dönüyoruz. Yine yoğun bir gün bizi bekliyor.

Fuarın ikinci gününde çılgın yağmur devam ediyor. Oysa ne hayallerim vardı, hava güneşli olacaktı, masmavi gökyüzü eşliğindeki fotoğraflarımın hepsi muhteşem çıkacaktı…Hepsi hayalde kaldı. Deli yağmur altında biz iliklerimize kadar ıslanmış vaziyetteyiz. Kimse fotoğraf için poz vermez bu haldeyken.
Oradan oraya koştura koştura yine vaktin nasıl geçtiğini anlamadan akşam oluyor ve bir fuar günü daha bitiyor. Yolcuyuz. Milano’ya gidiyoruz, ertesi gün de eve dönüş…Bu kadar kısa mıydı? En azında yol üstünde bir outlete uğrasak, biraz şımartsak kendimizi. Bologna’ya gelmeden önce bir outlete giriyoruz elbet. Saat belirleyip herkes bir yere dağılıyor. Türkiye çok ucuz bir ülke İtalyan outletine göre bile! Elime bir tshirt alıyorum, euro değerini Türk Lirasına çeviriyorum, ben bunu İstanbul’da üçte birine alırım diyip bırakıyorum. Yine de sembolik ve İtalya’dan almıştım hatırası için birkaç parça şey alınmadan edilmiyor. Bir de tabi markalar ve tasarım kıyafetler var. Onlar normal mağaza fiyatının altında olduğu için, paraya kıyabilen için neden olmasın, alınabilir tattalar. Yağmur devam ederken yola devam taa ki Parma tabelasını görene kadar. Milano yolları karışık aman kaybolmayın uyarısı akla geri geliyor. Samuray da hadi Parma’ya girelim, hatta geceyi de orada geçirip sabah direkt Malpensa havaalanına gidelim der demez, ilk sapaktan giriyoruz.
Veee Parma, ayrı anlatılacak bir konu oluyor Kuyruksuz Uçurtma ve onun gibi spontane yaşamı sevenler için…

Kuyruksuz Uçurtma BÖ’de Finalde!

Kuyruksuz Uçurtma’m 2010 Blog Ödülleri yarışmasında Gezi kategorisinde finale kalan bloglar arasında! Heyecan dorukta! Bugün ilk 3’e girenlere email ile 8 Mayıs Cumartesi günü gerçekleştirilecek olan ödül törenine davet gönderilecek. Kimse kaçıncı olduğunu Cumartesi gününden önce bilemeyecek. Benim gibi heyecanlı bir tip herhalde zor yaşar Cumartesiye kadar, eğer ilk üçe giden maillerden biri de bana gelirse. Ha eğer gelmez ise taşikardim geçer, rahat uyurum bu gece:) Gezi kategorisinde ilk 5 içinde yer almak bile benim için büyük mutluluk. Buradan, sevgili blogumdan, tüm arkadaşlarıma, dostlarıma ve onların arkadaşları ve dostlarına teşekkür ederim. Bir de hiç tanımadığım ama Kuyruksuz paydasında buluştuğum insanlar var. Onlara ekstra teşekkür ederim.

http://2010.blogodulleri.com/

Küçük Kaçamaklar- Antalya

Küçük Kaçamaklar- Antalya

Tüm kışı ve evvelindeki yazı, yoğun, stresli ve mutsuz geçirdim. Uzun zaman sonra ilk defa önümde bir fırsat var. Akka Hotels’ten bana % 50 indirim hakkı çıkmış ve değerlendireceğim günü bekliyor Akka Hotels!
Tam bir dinlenme hayali ile dolu bir tatil görünüyor önümde. Perşembeden Pazara geçecek 4 günde tek amacım, bol bol yemek yemek, denize girmek, biraz D vitamini için güneşlenmek, dinlenmek, dinlenmek…Ekstra detaylı bir gezi planına ihtiyaç ayrıca, sadece uçak ve otel rezervasyonu…
Antalya’yı oldum olası severim. Kemer’i daha da çok severim. Dağ, şnorkelle ile yüzülecek pırıl pırıl bir deniz, orman ve güzel oteller…
23 Nisan tatilini fırsat bilip, Perşembe öğleden sonra otele varışımızla önce yoğun bir şaşkınlık yaşıyoruz. Akka Antedon internetten baktığımın çok çok ötesinde muhteşem bir mimari, dekorasyon ile bizi beklemiş bugün. Odaya çıkar çıkmaz bizden evvel gelen Özlem ve İsmail’in yanına havuza gitmek için hazırlanırken, oda servisi 1 şişe kırmızı şarap ile kocaman bir tabak meyve getiriyor hoş geldiniz otelimize mektubu ile birlikte. Daha ilk dakikadan şımartılmak paha biçilemez bir duygu! Ne iyi yapmışız da gelmişiz dedirtiyor Önümüzdeki 3 gün boyunca da aynı duygu ile otelin sınırları içinde dolanıyoruz. Akka’nın şefinin ellerinden çıkan lezzetli yemekler, güzel plajı, tamamen çim olan ağaçlar ile kaplı bahçesi ile otel bizi büyüledi. ve kaldığımız süre boyunca gelmeden önce kafamdaki her şeyi yaptım, yedim, içtim, yattım. Bu küçük kaçamak sonrasında İstanbul’a geri gelmek hiç iyi olmadı. Sanki aylarca kalabilirdim orada. Otelde çalışmak hatta Antalya’ya taşınmak bile aklımdan geçmedi değil. Bazen uçuyorum işte böyle. Mantıktan uzak pek çok şey olabilir gibi geliyor.
Herkese tavsiyem 4 gününüzü organize edin ve böyle şımartılacağınız bir otele gidin. Yatın, yuvarlanın, yemek yemekten yorulun. Ama yanınıza çok sevdiğiniz insanları da almayı unutmayın. Ben zira Maide ve Tülin’i unuttum. Bir dahakine onlarsız gitmem bir yere…
www.akkahotels.com
Es Es Eskişehir…

Es Es Eskişehir…

Kışa hoşça kal der demez hafta sonu planlarımızı başlattık…Hem de çok hızlı ve çok spontane bir şekilde. Bir şey yapsak, bir yere gitsek, hatta o gittiğimiz yere daha evvel gitmemiş olsak derken aklımıza Eskişehir geldi.
Hemen karar verildi, tren saatlerine bakıldı, biletler rezerve edildi. Otel araştırıldı. Her şey olması gerektiğinin 5 kat fazla hızda gerçekleşti. Ve trendeyiz. Sabahın 7’si, Haydarpaşa soğuk, tren kalabalık. Büyük bir grup turla Eskişehir’e gidiyor yine bizim gibi hafta sonu gezisine. İnsan farklı ve nostaljik olarak nitelendirilen bir araca bindiğinde ayrı bir duygusallığa kapılıyor, heyecanlanıyor. Hep ayakta durmak ya da dolaşmak istiyor. Her yöne bakmak istiyor, bir yerlerden farklı manzaralar yakalamak… Sürekli biniyor olsam eminim kulaklığımı takıp kitabımı okuyor olurum ancak en son 4 yıl önce İtalya’da bindiğimi düşünürsek, sabırsızlıkla beklediğim an oluyor tren seyahati. Hele ki bilinmeyen bir yere gidiliyorsa…Hareket düdüğü çalar çalmaz trenimiz İstanbul’dan uzaklaşmak üzere yola koyuluyor. İzmit’i geçene kadar İstanbul’dan uzaklaştığımıza Anadolu’da olduğumuza dair hiçbir ibare göremiyoruz. Ne zaman ki İzmit’ten çıkılıyor o zaman hem baharın güzelliği, hem köyler, kasabalar, hepsi erken saatte kalkmanın verdiği yolculuk heyecanına “işte bu!” dedirtiyor.
Sabah kahvaltımızı trenin restoranında yapıyoruz. Lezzet, servis eh idare eder. Grup sebebiyle biraz gürültü de mevcut. Ancak diğer vagonlara göre daha aydınlık olduğu için yolculuğumuza orada devam etmeye karar veriyoruz. Doğa hayran bırakıyor kendine, dereler, yeşeren ağaçlar, açan çiçekler, güzelim meyve bahçeleri. Sürekli gitme, durmama hissini aşılıyor insana. Kahvaltı sonrasında güzel bir Türk Kahvesi içelim diyoruz ekip arkadaşlarımla. Ancak kahve olmadığını duyunca biraz buruk ama yaramaz bir ifade ile sabahın 09:30’unda o zaman bira diyorum! ben. Ne olacak? Sabah 05:00’te kalkmışım, kahvaltımı etmişim, günü ortaladım bana göre, içebilirim. Maide de hemen tamam diyor, Özlem çekingen. Buz gibi biramızı içe içe, şaşkın bakışlara birkaç dakika maruz kalarak ama diğer yandan da cesaret vererek yolumuza devam ediyoruz.
Dört saat anlamadan geçiyor ve hooop Eskişehir garındayız. Taksi ile otele birkaç dakikada ulaşım ile çantalarımızı bırakır bırakmaz sokağa atıyoruz kendimizi. İlk defa bir gezi öncesinde planım yok. Spontane başladı, spontane devam ediyor. Nereye gidilir, ne yenir ne içilir, çiğbörek dışında belirli bir şey yok. Otelin resepsiyonuna nerden başlasak diye sorup dolmuşla Kentpark’a ulaşıyoruz. Kentpark’ın geçmişi sanırım birkaç yıllık, tertemiz, şıkır şıkır bir yer. Geçtiğimiz yaz haberlerde bol bol gördüğümüz meşhur plaj orada. Dendiği kadar var Büyükerşen, büyük adam. Başka hangi şehrin belediye başkanının ismini biliyoruz ki? Eskişehir’e gideceğiz dediğim zaman herkes aaaa super bir şehir olmuş, çok değişmiş, Avrupa kenti gibiymiş diyor. Doğru da diyorlar. Kentpark, tramvayı, Porsuk nehri içinde dolaşan tekneler ve gondollar hepsi kesinlikle Eskişehir’i diğerlerinden ayırıyor. Kentpark’ta öğle yemeği niyetine muhteşem menemenimizi yedikten sonra Odunpazarı’na gitmek üzere tramvaya biniyoruz. Odunpazarı eski evlerin olduğu bir semt ve evlerin çoğunluğu şu an restore edilmiş durumda. Sokak aralarında el işi, hediyelik eşya satan bayanlara ait tezgahlar var. Tam turistik bir yer. Atlıhan’a girip sembolik lületaşından hediyeliklerimizi alıyoruz. Amacımız bir an önce şehrin içinden geçen Porsuk’a ulaşmak. Odunpazarı’ndan sonrasına yürüyerek devam ediyoruz. Ancak karasal iklim, İstanbul gibi değil, güneş ve üşütüyor. Nasıl bir kalabalık, her yer insan dolu, mağazalar, sokaklar, kafeler. Bu ne güzel bir şehir dedirtiyor. Herkes keyifte. Yıllar geçiyor tabi unutuyoruz ÖSS öncesi her yer böyle oluyor, gençler stresini atmak için sokaklara vuruyorlar kendilerini. Ne şans bizdeki de gündüz ÖSS sebebiyle her yer kalabalık. Ertesi sabah da yine ÖSS sebebiyle her yer bomboş olacak.
Sokak sokak gezdikten sonra gondol ile mini bir Porsuk turu yapıyoruz. Sanki Venedik’teyiz. Karnımız iyice acıktı Papağan’da çiğbörek yeme vakti geldi de geçiyor bile. O da ne kapıda bir kuyruk. Herkes sadece Papağan’ı biliyor sanki. Yalnız oturan bir teyzenin masasına ilişip siparişimizi veriyoruz. Maksimum 3 tane yiyebilirim diye düşünüyorum. Benim hassas mideme yağlı gelebilir çünkü. Nitekim kızlar bayıla bayıla 4’er 5’tane yerken ben 2 tanede kalıyorum. Benim damak tadıma çok uygun değil, midemi yoracak gibi duruyor. Özlem ve Maide’ye daha versek yerler gibi o kadar bayıldılar lezzetine.
Yemek faslını da bitirdikten sonra sabah erkenden kalkıp hamama gitme planımızı uygulamak için gerekli olabilecek malzemeleri satın alıyoruz. Detay vermiyorum ama her şeyi düşündük, her şeyi aldık.
Otele gidip biraz dinlenip sonra resepsiyondaki görevlinin bize söylediği gece kulüplerine gitme planımız var. Buda, 222 ve Hayal Kahvesi. Tabi unutuyoruz hepimiz 30’u geçtik, sabah 6’ya doğru kalktık ve tüm gün yürüdük. Yatıp uyuma fikri dışarı çıkma fikrini öyle bir unutturuyor ki sabaha kadar deliksiz uyuyoruz.
İkinci gün uyanır uyanmaz daha kahvaltı etmeden hamama gidiyoruz. Tavsiye edilen ilk hamama girip bir bakalım ona göre karar veririz diyoruz. Ancak tabi bizim alıştığımız hamamlardan uzak. Hatta sorguluyoruz da kendimizi İstanbul’da SPA’ları bilince küçük şehrin hamamı bize yok girme, işe gidince nasıl olsa bizim bünyemizde yer alan SPA’da hamam keyfi yaparız dedirtiyor. Biraz hayal kırıklığı yaşıyoruz. Çünkü sıcak ve şifalı su var şehirde ancak gidilebilecek, termal turizmi canlandırabilecek bir tesis yok. Yazık, oysa hava alanı bile var. Düşünsenize güzel bir termal otel olsa, şehir zaten turizme çok müsait, nasıl güzel olur. Sayın Büyükerşen duy sesimi! Hamam sefamızı yapamadan kahvaltı kısmını bitirip İstanbul’a dönüş trenimiz için kalan vakti de Espark’ta geçiriyoruz. Her marka var bu alışveriş merkezinde. Eskişehir’de zaten yok yok. Öğrenci şehri olarak biliniyor ancak çok kolay ve keyifli yaşanabilecek bir şehir, sadece öğrenciler için değil herkes için.
Eskişehir’de son kahvemizi de içip gündüz gözüyle İstanbul’a doğru yola çıkıyoruz. Yine restorandayız, yine buz gibi biralarımız elimizde, bundan sonra nereye gidiyoruz planları yapıyoruz. Amaysa, Antakya, Konya, Bursa, Sinop, Artvin ve Samsun ilk aklımıza gelenler…
Kuyruksuz Uçurtma misali, bu bahar hafta sonlarım dolu…

Garipçe

Garipçe

Pazar sabahı. Tuhaf bir hafta sonu geçiyor. Cuma gecesi sabah 4’e kadar sokaklarda gez, Cumartesi erken kalk, spor yap, işe uğra aradan bir toplantı çıkar, eve git 7’de hafif kestirmek için yatağa gir, gecenin 12’sinde uyan ve Disko Kralını izle sabahın 4’üne kadar sonra uyu… Hiç bana uygun değil bu. Erken yatarım erken kalkarım melodisi ile yaşamaya alışkın olan ben, böyle dengesiz bir hafta sonu geçiriyorum .Pazar sabahı kahvaltı sonrası her zaman açık olan bilgisayarımda friendfeeddeki arkadaşlarımla konuşurken birinden bir fikir çıktı ve kendimi geç kalırmışçasına telaşlı bir şekilde hazırlanırken buldum. İstikamet  Rumeli Feneri, Garipçe Köyü! Önce Beşiktaş’ta Feşın Dizaynır ve Meriç ile buluşma, oradan da kabus gibi görünen trafiği atlatmak için ara yollardan Rumeli Fenerine doğru yol alma. Pazar günü, bahar yeni yeni gösteriyor kendini, kışın kasvetinden bunalan herkes sokaklarda! Her yer ama her yer insan, araba kalabalığı. Ne zaman ki Maslak’tan Bahçeköy yoluna doğru giriyoruz  o zaman rahatlıyor trafik Ağaçlar daha tam cılızlıklarından kurtulmamışlar. Birkaç haftaları daha var yemyeşil ve diri görünüşlerine. kavuşmalarına. Sarıyer üstüne yaklaşınca ve sağa bakınca aşağıda dere kıvamında bir boğaz manzarası ile karşılaşıyoruz. Karadeniz’den bulutlar boğaza geçiş yaparken, herhalde gördüğüm ne güzel görüntülerden birine bakıyorum. Durup hemen fotoğraflanıyor o an. Fotoğraf faslından sonra, karnımız öyle aç ki bir an önce Garipçe’ye varıp balığımızı söylemek istiyoruz.
Garipçe’ye köy denemez herhalde. 30-40 hane var yok. Yokuştan aşağı inerken yol kenarında derme çatma balıkçı tekneleri, tamir edilip denize inecekleri günü bekler gibi hüzünlü… Evler de hüzünlü, ya da bana öyle geliyor, güneşli bir tepeden deniz kenarına inince, Karadeniz’den boğaza giren yoğun bulutun içinde kalmış olmak ve kışı yeniden hatırlamak burdu içimi. Meydana gelince 3 restoran var gidebileceğimiz. Beyaz masa örtülü yeri tercih ediyoruz, Meriç de servisi iyidir diyor. Hemen her şey gelsin ve yiyelim istiyoruz. Kalamar, salata ve mezgit söylüyoruz yanında da buz gibi biraz ne güzel olur derkeeen ”köyümüzde alkol yoktur” ifadesi ile karşılaşıp e o zaman ben soda diyorum, hevesim kursağımda kalmış vaziyette…
Önce salatamız, kalamarımız geliyor. Hemen ardından da balığımız. Ancak gözümüz bile doymuyor. Üşüdüğümüz için de hemen yiyip kalkmak istiyoruz. Gözümüz de gökyüzünde acaba açar mı yine güneş diye…Ama nafile. Köy çok güzel, küçücük, içinde ineğini gezdiren teyze bile var. Bir eve aklım çok takıldı, yere kadar camının önünde ne keyif yapıyordur sahipleri diye. Kıskandım…Garipçe’ye hem doyamadım hem de başka planlarım için aklıma yerleştirdim. Havalar biraz daha toparlansın kahvaltıya gidilir en güzeli. Daha erken bir saatte, trafiğe hapsolmadan, hem de buzz gibi biraz hayalim olmadan. Gider kızarmış ekmeğimi, taze çayımı içer, acaba yunus sürüsü var mıdır bu yakınlarda diye gözümü denizden almam… 2, 3 haftaya kadar, bekle Garipçe geleceğiz, belki daha da kalabalık hem de!
Boşuna Kuyruksuz demiyorlar bana…
Deniz, güneş ve anason kokusu…

Deniz, güneş ve anason kokusu…

Özlemini çekiyorum şu sıralar. Hayal ediyorum, güneye gitmişim. Uçakla Dalaman’a, oradan arabayla Üçağız’a, oradan da pansiyonun teknesi ile Kaleköy’e. Yol yormuş gözlerimi, o koydan bu ormana bakacağım diye kendimi şaşırmışım. Hiçbir şeyi kaçırmak istemiyorum, tüm koyları incelemek, ne kadar bol kuş varsa hepsini görmek, ne kadar ulu çam varsa hepsini gökyüzü ile birleştirmek istiyorum. Pansiyona çantayı atar atmaz denizde buluyorum kendimi. Yüzmek değil benimkisi, suya kendimi armağan ediyorum. Antik kentin kalıntıları arasında ben de tanrıçalardan biri oluyorum. Yılın, kışın yorgunluğu ve stresini Akdeniz’e bırakıyorum. Deniz sonrası günün sıcağı akşamüzerine kavuşurken, odanın balkonundaki sedir üzerinde biraz kestiriyorum hatta. Nasıl bir keyif! Neden bu kadar bekledim bunun için diyorum kendi kendime.

Pansiyonun terasında hummalı bir akşam yemeği hazırlığı var. Güneşin batışı kaçmamış olmalı masaya oturduğumda. Metropol yaşamının verdiği alışkanlıkla hızlıca duş alıp, tiril tiril elbisemi geçiriyorum üstüme.Deniz börülcesi, beyaz peynir, kavun masada ilk dikkatimi çekenler. Izgaradan kalamarın kokusu geliyor. Bir de masanın kralı duruyor baş köşede. Buz kovasının içinde mağrur ama bir o kadar da coşkulu. Buyur ediyor bizi sofrasına Yeni Rakı. Yalnız değilim, yanımda gerçek sofralara eşlik eden dostlarım ve onların gerçek muhabbetleri var…

Masanın en başında her yere hakim olan iskemleyi seçiyorum kendim için. Özlem karşımda, Tülin yanımda, Maide de Özlem’in yanında. İlk kadehi dostluğumuza kaldırıyoruz. Telefon çalıyor o anda. İstanbul’daki başka bir gerçek sofradan dostumuz Ece Asmalımescit’te Hakan ile rakı-balık keyfinde, gerçek muhabbet özleminde…

Bu hayal burada yazılı kalmasın gerçek olsun bir an önce, gözümü kapatıp açacağım ve yaz gelecek…
Şirince’ye kaçmak…

Şirince’ye kaçmak…

Ege’deyiz, yıllardır adını duyduğumuz, şarapları ile meşhur olan Şirince köyüne doğru yol alıyoruz.

Topu topu bir gece kalacağız ama benim mini bavulum tepeleme dolu. Havaya güvenemiyorum, ya yağarsa, ya açarsa, ya ısınırsa, ya rüzgar olur da üşütürsem. Bir kayak takımlarım yok bavulda. Şirince’ye akşam üzeri Bozdağlar’ı aşıp ulaşıyoruz. Öyle açız ki otelimize yerleşmeden önce yemek için Arşipel restorana oturuyoruz. İlgilenen garsona geleneksel, o yöreye ait ne varsa getirmesini söylüyoruz. Tabii bir de kırmızı güzel bir şarap. Akşam üzerinden itibaren aperatifler ile birlikte şarap içmek en büyük keyfimiz. Yavaş yavaş ana yemeğe geçişimizle günün yorgunluğu çıkıyor ortaya. Saatler ilerledikçe de yorgunluk yastık özlemine dönüyor. Tülin her zamanki enerjisi ile ee şimdi ne yapıyoruz diyor, sabaha kadar oturalım desem oturur. Bana ise hadi İrem git artık sen deseler diyenin gözlerinden öpesim gelir. Nitekim gözlerimin küçüldüğünü görenlerin, sabırsızlıkla beklediğim “hadi İrem yat istersen” demeleriyle odamda buluyorum kendimi. Kırkınca Evlerinde kalıyoruz. Butik bir otel, bizim kaldığımız odanın bulunduğu evin 300 yıllık olduğunu söylüyor İlkan. Ürpertici değil mi? Kim bilir kimler ne yaşamlar sürdüler o evde, ne mutluluklar, ne acılar, ne sevinçler, yaşandı, ne kavgalar edildi. Odanın içinde yürürken ahşap çıtır çıtır ediyor. Şöminesi var, 60’lardan kalma iki adet koltuk, cibinlikli bir yatak, perdeler el işi. Mini komedinin üzerinde gece lambası, odanın eskiliğini loş ışıkla aydınlatmaya çalışıyor. Duş ve klozet ve lavabo da odanın içinde! Herhangi bir ayrım yapılmamış. Kalın bir perde var sadece, kalın perde ne yapar ki? İlk başta tuhaf geliyor ama odanın içinde dolaştıkça ısınıyorum. Uykum nereye gitti? Kırkınca evlerini ve odamı keşfedeceğim derken kendisi beni terk etti. Her zamanki gibi yarını düşünerek, bol enerji lazım diyerek kitabımı açıp yatağıma giriyorum. Üç sayfa okuduktan sonra rüyadayım nasıl olsa.

Sabah 8! İrem ayakta, yağmur sekiyor taşlarla kaplanmış Şirince sokaklarında. Bavulumu açıp güne en uygun kıyafetimi giyiyorum. Kahvaltı binanın yanındaki küçük evde. Hava güzel olsa bahçede edeceğiz ama burası da güzel. Çeşit çeşit reçel var ev yapımı. Çay demleme, tavşan kanı. En güzeli de kızarmış ev ekmeği ve üzerine sürülmek üzere yapılmış olan ev salçası. En sevdiğim lezzetlerden biri, kızarmış ekmek ve salça. Kıtlıktan çıkmış gibi yiyorum. Tülin de kalkar kalkmaz bana eşlik ediyor. Rehberimizle randevumuz erken saatte. Günü kaçırmamak ve sonrasında da Efes’e gidebilmek için hızlı hareket etmemiz gerekiyor. Köyün yerlisi olan ve aynı zamanda Kırkınca Evlerinin de sahibi olan İlkan yakışıklı oğlu Bulut ile birlikte köyü gezerken bize eşlik ediyor. Köy çocuğu olduğum için çok uzak gelmese de turizm girdiği için her şey farklı Şirince’de. Restore edilmiş evler, avlularda pazarda satılmak üzere hazırlanmış erişteler, el işleri. Nitekim turist bol. Turist bol olunca çarşı bile oluşmuş. Şarap, zeytinyağı, el işi satan dükkanlar, kuyumcular, hatta dericiler bile var. Halk Nişanyanların tepede yaptırdıkları evler için şikayetçi, aslına uygun yapmışlar ve tipik Şirince mimarisini uygulamışlar ama var bir husumet. Aklıma geliyor Şirince’yi de Şirince yapan onlar değil mi? Yazdıkları kitaplarda, gazetelerde pek çok yerde yer alıp ün sahibi olmasını sağladılar. E böylelikle turist geldi köye. Köylü kızıyor belki onlara ama faydası da bol Nişanyanların…

Öğlene kadar köyü adamakıllı gezip, şarap alışverişimizi yaptıktan sonra arabaya atlayıp Efes’e gidiyoruz. Efes, Şirince arası zaten çok yakın. En son 13-14 yaşlarındayken Efes’i gezmiştim. Uzun zamandır da en büyük isteklerimden biriydi. Çünkü ben küçükken Yamaç Evler daha kazı aşamasındaydı, şimdi ise açıldı ve beni bekliyor görmem için. Müze girişinde 20 TL’ye kimliğinizi verip hemen müze kart sahibi olabiliyorsunuz. 1 yıl boyunca tüm Türkiye içinde pek çok müzede geçerli. Hazırlanması da çok kısa sürüyor. Kesinlikle edinin. Efes hem bildiğim Efes hem de ilk kez geziyormuş gibi heyecanlandırıyor beni. Turist bol burada da. Gurur duyuyorum ülkemle bol turist görünce. En son Kapadokya’da da aynı şeyi hissetmiştim. Brezilya’lı bir grup şaşkınlıkla geziyordu orada da. Taaa Brezilya’dan kalk ve Kapadokya’ya gel, takdire şayan. Efes de aynı şekilde, dünyadaki tüm milletlerden insan var sanki. Elimde fotoğraf makinem bir daha göremeyecekmişim gibi her detayı çekiyorum. Efes’i gezerken yanınızda bir rehberin olması şart. Yoksa anlamazsınız hiçbir şey. Her bölümün ayrı da hikayesi var. Onları dinlemek ve o zamanlarda yaşayan insanları anlamak daha kolay oluyor rehber desteği ile. Yamaç evler özel bir bölüm, giriş için ekstra ödeme yapıyorsunuz müze kart geçmiyor ama gitmişken kesinlikle girin gezin derim. O zamanı, ticareti, zenginliği daha da iyi kavrıyorsunuz.

Koca bir kent Efes. En az 3-4 saatiniz geçmeli Efes’te. Geçirmiyorsanız üstün körü bakmışsınız derim. Akabinde Selçuk merkezindeki Arkeoloji Müzesini de gezmelisiniz.

Biz ne yaptık, önce Selçuk’un meşhur çöp şişini midelerimize indirdik. Meryem Ana’ya çıkıp, meşhur suyundan içtik, kente inip Arkeoloji müzesini gezdik sonra İstanbul uçağına yetişmek için iki ayağımız bir pabuçta koşturduk. İstanbul daha ismi bile geçtiğinde bir telaş, hareket başlatıyor insanda. İyi mi kötü mü bilemedim? Ama gezimi çok sevdim.

 

Pendore Bağlarında Bağbozumu

Pendore Bağlarında Bağbozumu

Güneşli memleketin bereketini alan topraklarda yetişen üzümleri uğurluyoruz şarap fıçılarına doğru…

İzmir’den iki araba Manisa Alaşehir’e doğru yol alıyoruz, Kavaklıdere’nin yaklaşık 2000 dönüm ve tek parça olan bağlarını ziyaret etmek, bağ içinde keyifli bir gün geçirmek, süreci yaşamak üzere. Yol aslında çok kısa değil ama İzmir’in ard ülkesi içinde olmak, geçtiğimiz yol boyunca sağlı sollu ürün dolu tarlalara, bahçelere bakmak yolumuzun uzunluğunu hissettirmiyor bize. Bağa vardığımızda güneş tam tepemizde karnımız aç gibi, kışa girdiğimiz bu günde nasıl bir hava diye şaşırıyoruz. Tişört ile dolaşsam yeridir, şansımıza o kadar güzel hava! Bağ içinde dolaşmaya başlarken ikramlar da geliyor, en sevdiğim kısım işte bu. Önce Altın Köpük ile başlıyoruz, buz gibi köpüklü çok özel bir şarap ki Altın Köpük’ün kız kardeşi olan Pembe Köpük de favorilerim arasındadır. Daha şarap üzerine grubumuzla hoş sohbetteyken hafif aperatifler, dolup boşalan kadehler beni benden alıyor. Ne iyi ettim de geldim diyorum kendime. Pendore bağları sessiz, sadece hafif rüzgarın hışırtısı duyuluyor ortalıkta. Öyle özel bir yerde ki, önünde koca bir dağ, dağın tepesinde şimdi yağacağım üzerinize diyen bir kara bulut, bizim tarafta ise korkmayın bir şey yapamaz diyen ışıl ışıl bir güneş. İnişli çıkışlı bağ içinde oradan oraya koşmak istiyorum. Üzümlerin hepsinden aşırıp ceplerimi doldurma fikri geliyor bir an aklıma. Çocukken Edirne’de kiraz ağaçlarının olduğu bahçelere izinsiz girerdik, topladığımız tüm kirazları da taşıma kolaylığı olsun diye beyaz tişörtlerimizin içine doldururduk, kim bilir kaç tişörtüm çöpe gitmiştir bu sebepten. İşittiğim azarlar da cabası! Ama heyecanı tarif edilemez. Aynı duygudayım, koşturmak, hoplamak, zıplamak hatta yerlerde yuvarlanmak. Ben bu duygular içerisindeyken Levon bey bize bir yıl boyunca üzümün nasıl da meşakkatli bir süreçten geçtiğini, soframıza keyif vermek üzere gelmeden önce başına nelerin geldiğini anlayabileceğimiz bir dilde anlatıyor. Bu iş cidden zor bir iş. Detayı çok ve her şey bağda, üzüm salkımındayken bitiyor neredeyse. Sulama sisteminden tutun da, bulunduğu toprağın özelliği, rüzgarı hangi yönden aldığı, sabahın köründe yapılan özel işlemler, budama usulleri … liste uzayıp gidiyor. Elbette sadece bağda bitmiyor iş, sonrasında da yine detaylı bir süreç bekliyor üzümleri. Soframıza gelen her özel şişenin kıymetini iyi bilin derim. Ben bu gezi sonrasında daha bir farklı düşünür oldum, şaraplarım baş köşede artık…Bağcılık, üzüm üretimi derken, arada da çeşit çeşit şarapları içerken artık iyice acıktığımızı fark ediyoruz. Bağ evine geçtiğimizde mangalın kokusu hepimizin aklını alıyor. Bağ içinde dolanırken bize muhteşem bir masa hazırlanmış. Öyle açım ki gözüme kestirdiğim iskemleye atıyorum kendimi. Hafif yokuş önümde, masa sevdiğim yiyeceklerle dolu, manzara görülmeye değer. Bağın içinde dağa doğru, mangaldan çıkan etleri, sıcak mantarları şarabımı yudumlayarak gönderiyorum ilgili yere. Herkes hayatından en az benim kadar memnun. Yemekler yenirken sohbet de artıyor, grup kaynaşıyor ne güzel. Yemek sonrası yere serilmiş minderlere kendimi atıp ayakkabılarımı da çıkarıp uzanma hayali kuruyorum, hatta belki orada 5 dakika uyuyabilirim bile diye düşünüyorum! Ayağı yanık kedi gibi hoplaya zıplaya minderin üzerine atıyorum kendimi. Uzun zamandır böyle kendime özel bir keyif yaşamamıştım herhalde. Diğerleri yemek sonrası bağ içinde off road yapadursun ben minderlerde keyfime keyif katıyorum. Güneş uzaklaştıkça hava ısırmaya başlıyor. Günün bitmesine az kalmış. Ayrılma fikri kötü geliyor her ne kadar yeni ve yine bir yere gidecek olsam da.

İzmir Büyük Şehir!

İzmir Büyük Şehir!

Hafta sonu kaçamağına ne dersiniz? Cumadan Pazar’a minicik bir Ege turu… Önce İzmir…

Sabah erkenden kalktım heyecanlıyım bir o kadar da gergin. Planlanan ne gerçekleşti ki hayatta, bu kez de 1 gün önceden İzmir’e adım atmak ve nerede kalacağımı bile bilmeden uçağa binmek düşüyor payıma. Uçağım sabahın erken saatinde. İndiğimde nerede kalacağımı ayarlarım diyorum ama yine de tek başına olmak, bilmediğin bir şehre gitmek biraz ürkütüyor. Bir de nedense saç rengime taktım kendi kendime, üç beş kişi yabancılara özellikle Ruslara benzediğimi söylediği için yalnız olmaktan bazı yerlerde ürker oldum… Neyse İrem cesaretlen ve kendi başına bu özgürlüğün keyfini çıkar diyorum. Her türlü hava şartlarına karşı hazırlanmış bavulum ve ben havaalanındayız. Uçaktan da korkar oldum bu yıl o kadar çok uçak kazası olduğu için belki de. Eskiden haz duyardım, gece ya da gündüz aşağıdaki kentlerin hangileri olduğunu, göllere, yarımadalara bakarak coğrafya bilgimi kendi kendime test ederdim. Şimdi ise mümkünse koridorda oturayım ve uçak fazla sallama da indirsin yeter… Sabah 10 gibi indim İzmir’e, Havaş’a binmeden hemen taksi ile Alsancak’a. Semt isimlerini biliyorum da bir tek Kordon, Konak, Alsancak, Karşıyaka…Birisi Bayraklı, Basmane dediğinde kalıyorum acaba ne taraftaydı diye. Taksi ile istikamet Alsancak, 5 yıldızlı oteller civarı, muhakkak oralarda düzgün bir şeyler bulurum diye düşünüyorum. Bir gece evvelden de friendfeed’de arkadaşlarıma sormuştum, kısa yoldan İzmir ön bilgisine sahiptim. My Hotel diye bir otel buldum Movenpick’in yanında. Minik, butik bir otel. Ana cadde üzerinde. Şansa bak otele bayılıyorum, ancak 1 oda boş olacak ya da olmayacak, rezervasyonu kesinleştirmek için beni lobide oturtuyorlar, çay kahve ikramı. Nasıl bir otel bu lobide çalan müzik Coldplay! Hayatta gitmem bir yere demek istiyorum, kıvrılır yatarım ben bu koltukta, yeter ki Coldplay çalmaya devam etsin ben elimde kitabımla anı yaşayayım. Şanssızım, yer boşalmıyor. Beni mecburen aynı civardaki başka bir otele yönlendiriyorlar. 50 metre yürüyorum ve yeni otelime varıyorum. Şeytanın bacağı kırılıyor ve yine çok güzel bir otele denk geliyorum, aklım Coldplay’de kalsa da. Kordon Otel, denizin dibinde, odaları deniz gören, İzmir’in de ortasında Pasaport iskelesine sayılı adım uzaklığında.
Otele eşyalarımı atar atmaz üzerimi değiştirip hemen sokağa fırlıyorum. Turistim ya, tadını çıkaracağım sonuna kadar. Kordon’da boydan boya yürüyorum. Nereler otursam göz ucuyla ilk turda bakıyorum. Herkes yabancı sanıyor, herkes İngilizce konuşuyor benimle. E tabi limanda da Amerikalıları taşıyan bir gemi var. Turist geldi şehre! Kordon’dan neredeyse Fuar alanına kadar bir tur yapıyorum. Alsancak’ın ara sokaklarına çok dalmadan sahile geri dönüyorum. Karnım aç. Carlsberg Beer House’a oturuyorum. Sakin, Cuma öğleden sonrası, buz gibi bir bira ile köri soslu tavuğumu sipariş ediyorum. Oturur oturmaz da hayatın bu “an”dan ibaret olduğunu gözüme sokan pembe kapaklı kitabımı açıyorum. Sayfalar akıp gidiyor, hoş bir rüzgar ılık eserken güneş yakaladığı yeri yakıyor. Yemeğim bitince biraz daha yürüyüp sırtımı ağrıtan çantamı hafifletmek için otelime uğruyorum. Ne kadar şanslıyım! Otel şehrin göbeğinde hemen hemen her yere yürüyerek gidebiliyorum. Şimdi rotamda Alsancak’ı Alsancak yapan ara sokaklar, mağazalar, restoranlar, kafeler var. Ne güzel öyle, akşamüzeri oldu olacak, İzmir’in güzel insanları hepsi sokaklarda. Keyif peşinde. Selanik ile benzerliğini düşünüyorum. Sanırım değil aslında eminim İzmir Selanik’ten daha güzel. İzmir daha haşmetli. Havaalanı şehir merkezi arasında bir de o çarpık yapılaşma olmasa, Kahire, Rio, Kalküta gibi sanki. Bu üç şehri de sadece filmlerden biliyorum ancak gecekonduları sanki aynı, tahmin de edebiliyorum…
Alsancak’ta minik bir kafede çayımı içip, akşam ne yapsam diye düşünüyorum, gelene geçene bakıyorum. Bu sefer bir an İstanbul aklıma geliyor, nasıl da dinamik bir şehirde yaşıyorum ben! İzmir hantal kalıyor yanında. Garsonun siparişi alıp getirmesi, hesap faslı hepsi uzuyor burada. Oysa İstanbul koşturmacası insana kendini unutturuyor. Otelime akşam öncesi kıyafet değiştirmek için dönerken şöyle bir sahile bakıyorum, akşamüzeri İzmir’e, Bayraklı ile Karşıyaka yolu arasındaki yola London Eye tarzı kocaman bir dönme dolap hayal ediyorum. Ne güzel olurdu, gece ışıl ışıl. Herkes gidip biner tüm İzmir’i en tepeden izlerdi… Bence çok güzel fikir, keşke olsa böyle bir şey. İzmir’i İnciraltı ve Karşıyaka turu ile bitiriyorum. Düşünüyorum şimdi İzmir büyük şehir, olur mu canım öyle şey! İyi ki gelmişim diyorum kendi kendime.

Bu fikir kafama çok yatıyor, şehir gezileri. Uçak biletini al, Denizli’ye, Trabzon’a, Gaziantep’e, Antalya’ya. Şehir otellerinden birinde kal, tek başına gez şehri, rüzgarın seni kuyruksuz bir uçurtma gibi oradan oraya savurduğu şekilde…

 

velhas no cio indianpornvideos.mobi fotos de novinhas dando
fotos de rola e buceta 2beeg.mobi gostosa sendo estuprada
sexo com a tia brasileira dirtyindianporn.info pauzão gostoso
vídeo da grazi massafera pornolaba.mobi travekos
contos eroticos ao vivo tubepatrol.sex xxx vídeos
fudendo a gordinha gostosa chuporn.net sexoline
furracao porno arabysexy.mobi gozadas na siririca
pica gigantesca freejavporn.mobi ponor grátis
peitinho de novinha hotmoza.tv gostosas fumando
porno brutal estupro ufym.info porno comendo cu