En son ne yazdım?

Hafta sonu dört kafadarın Yunan adaları macerası…

Hafta sonu dört kafadarın Yunan adaları macerası…

Evet dört kız karar verdik Bodrum’dan gemi ile Yunan adaları demosu sayılabilecek bir geziye çıkmaya. Bu kısacık gezi için öncesinde ciddi bir hazırlık sürecimiz oldu. Geçireceğimiz saatler kısıtlı olduğu için her iki adaya da indiğimizde şaşkın ördek olmamak için nereye gidilir, ne içilir, hangi yollar kullanılır, hangi araç en mantıklısıdır gibi soruların cevapları hazır gittik…Allahtan internet hayatımızın en önemli parçası, hooop Santorini adasının haritası elimde, hoop diğer elimde de Mikonos’un haritası, yollar, plajlar hepsi üzerinde işaretli hatta. Daha evvelden giden birkaç arkadaş da arandı mı işlem tamam.Bodrum’dan gemimiz Cuma akşamı hareket edecek, tüm gece yol alacağız ve sonrasında ilk olarak sabah Santorini’ye ulaşacağız. Yalıkavak’tan Bodrum içine taksi ile gidiyoruz ama evvelinde Xuma Beach’te içtiğimiz mojitolar daha biz yola başlamadan neşemizi en üst seviyeye çıkartmış durumda. Her şeye gülüyoruz. Dördümüzde de minik sırt çantası, ne olacak sadece hafta sonu orada olacağız, ağırlık yapmasın diye minimumda eşya ile gidiyoruz. Eşya peşinde koşmayalım eğlence peşinde koşalım istiyoruz. Gemiye doğru barlar sokağından yürürken tutturuyorum deniz gözlüğü alacağım diye. Bir evvelkini kaybettim, iki güncük tatilimde de illa Yunan balıklarını görmek istiyorum denizin dibinde. Maalesef istediğim gibi bir şey bulamıyorum gemi de kalktı kalkacak, yeter İrem daha fazla arama diyorum kendime. Koştur koştur gemiye zar zor yetişiyoruz. Dört kafadardaki enerji ve coşku nedir böyle! Mojitonun etkisi ile birbirimizi güldürmek için yarışıyoruz adeta. Pasaport kontrolünden geçtikten sonra ömrümün ilk gemi yolculuğu başlayacak. Niyetimiz gece boyunca geminin barında, orasında burasında içmeye devam etmek, eğlencenin dozunu aşmak. Ama minik kamaramızı görünce ve ertesi günün heyecanı ile erkenden yatalım ki enerjimiz bol olsun diyerek uykuya geçiyoruz. Dolunay var gökyüzünde, denize vuruyor ışığı, minicik camımızdan muhteşem olduğu kadar ürkünç de olabilen görüntüye bakıyoruz sırayla. Kamarada dördümüz arasında geçen, bize çok komik gelen ve önümüzdeki yıllarda birbirimize anlatıp katıla katıla güleceğimiz olayları yazmıyorum buraya. Sadece dördümüze komik gelecek nitelikte oldukları için. Sabah sakin, sütliman bir denizde volkanik bir adanın yamacına doğru uyanıyoruz. Adaya inmek için sabırsızız. Yunan botları gelip gemilerden turistleri alıyor ve birkaç dakika içinde Fira’ya çıkacağımız teleferiğe ulaştırıyor. Teleferik çok dik bir yamaçtan hızlıca yukarıya doğru bizi çıkarıyor. Yükseklik korkumu bir türlü yenemediğim için huzursuzum. İlk iş aracımızı kiralamak. Sabah saat 08:00, açık yer var mı yok mu bilmeden ara sokaklardan birinde ATV’lerimizi kiraladığımız dükkanı buluyoruz. ATV’lerin tepesinde dört kız Santorini adasını boydan boya gezmek için yola çıkıyor. Bu nasıl bir keyif! Hava sıcak ama ATV üzerinde hafif rüzgarla bu sıcaklığı hissetmeden elimizdeki harita ile Kamari Beach’e varıyoruz. Benim Santorini’deki favori plajım Kamari. Red beach ve Perissa da güzel. Kamari’da hızlıca denize girip çıkıyoruz. Plaj sakin, 3-5 uzak doğulu 1 euroya masaj yapmak için dolanıyor etrafımızda. Kurulandıktan sonra hemen ada turumuza devam ediyoruz. Bir an kaybolduğumuzu sanıp 75 yaşlarında yaşlı bir Yunanlıya yol soruyoruz. Zar zor İngilizce konuşuyor ancak hem yolu tarif ediyor bize hem de İstanbul’a selam söylüyor, konuşmalarınızdan Türk olduğunuzu anladım diyor. Yaşlı Yunanlıya Allaha ısmarladık dedikten sonra esas hedefimiz olan İa kasabasına doğru ilerliyoruz. Maide’nin ATV’si bozuluyor yolda. Biraz uğraştıktan sonra “tamirci Tülin” hallediyor sorunu ve yolumuza kaldığımız yerden devam ediyoruz. Adada dolaşırken gemideki Türklerle karşılaşıyoruz hepsi bize şaşkın bir şekilde bakıyor, çünkü çoğu otobüs bekliyor ada içinde ulaşımı sağlamak için. İşte burada tatil öncesi etüt çalışmasının işe yaradığını net bir şekilde ve gururla öğreniyoruz. İa, Santorini’yi Santorini yapan, resimlerde, internette, tüm Santorini tanıtımlarında gördüğümüz mavi beyaz evlerin, kiliselerin olduğu kasaba. Daracık sokaklarındaki denize bakan kafeleri, otelleri ile gerçekten keyifli bir yer. Onlardan birinde oturup buz gibi bir içki sipariş ediyoruz. Manzara önümüzde, güneş tepemizde. Ama ne sıcaktan isyan eden var aramızda ne de kafasından o anın keyfi dışında başka bir şey geçiren. Herkes mutlu. Öğle yemeği için çok fazla vaktimiz yok. Dedim de demo adalar gezisi bu. Hafta sonu kaçamağı. Santorini’ye bakıp dönme turu gibi bir şey. İa’dan Fira’ya dönüp hediyelik, hatıra olacak malzemelerin alışverişini yapıyoruz. Özellikle bayanlar için volkanik taşlardan yapılmış takılar çok güzel. İrili ufaklı taşlar kolye olarak çok şık duruyor boyunda. Tülin bakkallardan birinden aldığı karpuzlu buz gibi votkalar elinde yanımıza geliyor. Evet bu seyahatimizin simgesi oluyor bu karpuzlu votkalar. Her durduğumuz yerde alıyoruz ve keyifle içiyoruz. Döndükten sonra bile arıyor gözlerimiz İstanbul’daki marketlerde ama nafile, kimse ithal etmiyor sanırım…

Santorini volkanik bir ada, şarapları ile ünlü, pek çok yerde üzüm bağları var. Ama öyle kalabalık bir ada değil, sakin bir tatil için ideal. Hem İa’da hem Fira’da çok güzel butik oteller var. Romantik gün batımı sevenler ve balayı için ideal bir yer. Hatta pek çok web sitesinde dünyanın yeni harikalarına aday olduğu yazıyor. Öyle aday olacak bir özelliği yok ama görülmeye değer. Bir daha gider miyim bilmem, hakkımı başka yerlerde kullanmayı tercih ederim.

Gemimize geri dönüp, günün yorgunluğunu uyuyarak üzerimizden atıyoruz. Mikonos’a varır varmaz limandan şehir merkezine kadar ulaşım için otostop çekiyoruz. Bir araba duruyor o da ne! Adam Adanalı çıkıyor. Adanalı ve Yunanlı! Ne ilginç anakara Yunanistan’da da benzer şeyler yaşamıştık. Elimizde yine haritamız ilk ATV’ciye girip araçlarımızı kiralıyoruz. Mikonos Sanrotini’ye göre ATV kiralarında ve diğer her şeyde biraz daha pahalı. Santorini’de günlüğü 25 Euro, Mikonos’ta 30’dan başlıyor. Bu arada ehliyetsiz kimseye kiralanmıyor bu araçlar. İktisatlı davranıp bu sefer iki ATV kiralayarak dolaşıyoruz adada. Hedefimiz Super Paradise Beach, gidip çılgınlar gibi eğlenmeyi düşünüyoruz orada. Yol boyunca yüzlerce gay görüyoruz, motosikletlerinde birbirlerine sıkıca sarılmış vaziyette. Gözlerinde markasını bilemediğim kocaman gözlükler, boyunlarında rüzgardan uçuşan fularları.Hepsi bizim gibi dört kızı görünce kornalarına basıyor, el sallıyorlar. Herkes çok rahat bu adada. Herkes çok mutlu. Super Paradise’a o dik yokuştan inerken yine birimizin ATV’si bozuluyor. İtalyan iki gay bize yardım ediyor, ATV’yi itiyorlar ancak o arada ben uzunca bir süre İtalyanın yüzünün güzelliğini izliyorum. Sanırım hafızama da kazındı bu surat. Dünyanın başka yerinde karşılaşsak bu o derim. O kadar kazındı hafızama! Nasıl bu kadar yakışıklı olunur ve gay olunur? Şaşırıyorum, ama diyecek bir şey yok.Super Paradise’ın eğlencesi bize göre değil diyip adayı turlamaya devam ediyoruz. Adalardaki favori plajımız da Psarou oluyor. 8-10 tane plaj var, küçücük bir ada Mikanos. Hepsi de minicik koylar aslında. Üç günde tüm plajlar biter. Ama zaten asıl amaç buradaki gece hayatı. Tüm Avrupa gece yaşamı için geliyor Mikonos’a. İnsan neden diye soruyor kendine, Bodrum, güney Ege hatta tüm sahillerimiz Mikonos’tan kat be kat güzel. Ama turist orada ve parasını da orada harcıyor. Şehir merkezinde Little Venice, Bodrum’un barlar sokağı gibi bir yer, her yer ünlü markaların mağazaları ile dolu. Aralarda barlar, restoranlar…

Mikonos’un gece hayatı anlatıldığı kadar var. Restoranlarda mum ışında baş başa yemek yiyen gayler, ya da sokakta el ele yürüyenleri ile özgür bir ada. Özellikle balık restoranları güzel ve hepsi çok kalabalık. Barları, sokaklara taşan eğlenceleri de oldukça keyifli. Ama biz yine Caprise’te bir şeyler içtikten sonra eğlenceli gezimizi sosyal araştırmaya dönüştürmek için karpuzlu votkalarımızla sokakta oturup gelen geçene bakıyoruz. Aramızda önümüzden geçen en yakışıklıyı seçme oyunu oynuyoruz ancak hepimiz erkeklere değil de kızlara baktığımızı fark ediyoruz. Hepsi birbirinden güzel ve birbirinden havalı. Kıskançlıkla Little Venice’te salına salına gezen hoş kadınların ya ayakkabılarını, ya minicik elbiselerini ya da bu da giyilir mi dediğimiz kıyafetlerini inceliyoruz. Avrupa’nın çeşitli ülkelerinden hepsi, sadece Rus veya sadece Alman değil Mikonos’taki turistler. Sabaha kadar sokaklarda dolaşıyoruz, çünkü sabaha kadar hareketli her yer. Gemiye dönmek istediğimizde taksi durağına gidiyoruz, ATV’leri teslim ettik çünkü. Adada toplam 9 tane taksi var ve o kuyrukta beklesek sıramız 3 saat sonra ancak gelir diye düşünerek gün aydınlanırken gemimize yürüyerek ulaşıyoruz. E bu da başka bir tadı gezimizin. İsyan eden yok, herkesin keyfi yerinde, Özlem sadece üşüdüğü için yol boyunca bildiği tüm küfürleri sıralıyor peş peşe… Mikonos Santorini’ye göre çok hareketli bir ada. Çok da kalabalık. Hatta o kalabalıkta bizim spor merkezine üye bazı arkadaşlarımızla bile karşılaşma şansımız oluyor birbirimizden habersizce. Hafta sonu için gelmişler, gün boyunca neler yaptığımızı anlatıp İstanbul’da görüşmek üzere ayrılıyoruz.

Santorini ve Mikonos’ta havaalanı var. Türkiye’den direkt uçuş yok ancak Olimpik havayolları ile Atina ve oradan da adalara ulaşılabilir. Hiç ucuz değil bu yolculuk. Şu sıralar Pegasus da Atina’ya uçmaya başladı, oradan da feribot ile geçilebilir adalara. Sadece Santorini ve Mikonos değil diğer irili ufaklı adalara da Atina’dan feribotla ulaşılabilir.

Bu yaz yolum şansa hep Yunanistan tarafına düştü. Şimdi yazı bitiriyoruz, kış gezilerini mi hayal etmeliyim yoksa kışı pas geçip bahardan itibaren 2010 yazını mı planlamalıyım karar veremedim… Enteresan önerilere açığım. Bu dörtlü ile olması öncelikli tercihim tabii ki…

Komşu ülke Yunanistan – Bölüm II

Komşu ülke Yunanistan – Bölüm II

Yunanistan’da Selanik,  Atina ve diğer şehirleri gördükten sonra dönüş yolumuzda orta Yunanistan’da gezi boyunca en çok merak ettiğim yer olan Meteora Bölgesine yöneliyoruz. Atina otobanından ayrıldıktan sonra önce yüksek bir dağı aşıp sonra sonsuzmuş gibi görünen Teselya ovasına doğru iniyoruz. Sağımızda solumuzda Toskana bölgesindeki köyleri anımsatan yerleşimleri görüyoruz. Tren yoluna paralel ilerleyerek üç iyi anlamına gelen Trikala kasabasını ulaşıyoruz. Bu kadar küçük bir yerleşimde o kadar çok iş makinesi görünce merakla rehberimize soruyoruz. Teselya ovasının Yunanistan’ın pamuk üretiminin gerçekleştiği bölge olduğunu öğreniyoruz, hatta Türkiye’nin dev tekstil sektörü için buradan pamuk aldığını da duyunca şaşırıyoruz. Bu iş makinelerinin hepsi bu ovada tarım ve zirai amaçlı kullanılıyormuş. Teselya ovasında ilerledikten sonra gezimizin büyüleyici ve akıllarımıza kazınan noktası olan Meteora Manastırlarına yani Kalambaka’ya ulaşıyoruz. Kayaların tepesine rahiplerin ve rahibelerin korunma amaçlı yüzyıllar önce yaptıkları büyük manastırlar bunlar. İnanılır gibi değil, nasıl o kayalara çıkmışlar, nasıl inşa etmişler, nasıl yaşamışlar; karda, yağmurda, buzda, nasıl ısınmışlar, nasıl o merdivenleri çıkmışlar? Ben bile en büyük manastıra çıkarken zorlanıyorum, ne asansör var ne teleferik! Manastırlardan aşağıya doğru bakmak, o yükseklikten Kalambaka’yı buğulu görmeye çalışmak muhteşem. Yüksek bir haz duyuyorum içinde Kalambaka olan turu seçtiğim için. Yunanistan’a gidildiğinde görülmesi en önemli yerlerden biri Kalambaka. Kimisi Kapadokya ile kıyaslama yapıyor, her iki bölge de size dünyada olduğunuzu unutturuyor ancak çok belirgin farkları var aralarında. Ortak noktaları ikisi de muhakkak görülmeli.

Kalambaka’da 1 gece dinlendikten Batı Trakya’ya doğru ilerliyoruz. Yolumuzun üstünde Yunanistan’ın 3. büyük kenti olan Larissa’dan geçiyoruz. Larissa’da NATO’ya ait bir yerleşim mevcut, hatta Türk ordusundan da 10 subayın orada görevli olduğunu öğreniyoruz.

Yunanistan’da son noktamız Kavala! Kavala’ya gelmeden önce geliş yolumuzda da geçtiğimiz Vardar ovasını ikinci kez görüyoruz. Vardar ovasının kuzeyi Makedonya. Bulunduğumuz bölgenin adı Makedonya, ülke olan Makedonya da 60 km uzaklıkta.

Kavala sempatik bir sahil kenti. Günlerden Pazar olduğu için pek çok yer kapalı. Gittiğimiz balıkçıda şansımıza Türkçe bilen garsonumuz bile var! Ama servis yine kötü, kavga ettik, edeceğiz. Grubumuzda kökeni Kavala civarındaki köylerde olanlar taksiye binip köylerini, akrabalarını görmeye gidiyorlar. Döndüklerinde hepsi duygulu, hepsi ağlamaklı…

Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın evi de Kavala’da, tarihte Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın Osmanlı’ya ihanet ettiği yazıldığından, gruptaki herkes duygusal davranıp gezmek istemiyor müze haline getirilmiş olan evi.

Batı Trakya’ya yaklaştıkça, öncesinde gördüğümüz güzel, zengin bahçeli köy evleri birer birer kaybolmaya başlıyor. Yerini daha yoksul görünümlü binalar alıyor, köylerde, kentlerde. Ne zamanki köylerde kilise değil de cami gördünüz, o zaman anlıyorsunuz ki Batı Trakya’dasınız. Yine duygulanıyoruz, daha çok hüzünleniyoruz.

Yunanistan’ın en büyük gelir kaynağı turizm ama bizim hizmet sektörümüzün onda biri onlarda yok. Ama pazarlamaları ve Helen kültünün çocukları olmaları bizden öne geçiriyor onları. Sanayileri yok denecek kadar az, hatta olsa olsa bizim Hadımköy, Büyükçekmece civarındaki sanayi tüm Yunanistan’da yoktur bile. Sanayi diye görülen tesisler Türkiye’deki organize sanayi bölgelerindeki küçük atölyelere benziyor. Bunu düşününce ülkeme olan hayranlığım biraz daha artıyor. Yunanistan keyifli bir ülke,  gezdikçe,  yaşadıkça. Tarihi etkileyici, bizden bir farkları yok aslında dinlerinden ve AB vatandaşlıklarından başka.

Ben hayalimi gerçekleştirdim, sıradakini heyecanla bekliyorum…

 

Komşu ülke Yunanistan – Bölüm I

Komşu ülke Yunanistan – Bölüm I

Bölüm I
Kuyruksuz Uçurtma Yunanistan’da!

Çok heyecanlıyım! Yıllardır hayalini kurduğum ve çocukluğumdan beri merak ettiğim ülkeye gidiyorum. Hem de karış karış gezeceğim, uçakla 1,5 saat uçtum ve geldim demeyeceğim. İpsala’dan geçip Kipi kapısından komşu ülkeye giriş yapıp, yavaş yavaş aşağılara kadar ineceğim.
Gece boyunca yol alıyoruz, sabaha karşı uyandığımda kendimi Antalya- Kemer arasındaki bol kayalıklı ve tünelli yoldaymışım gibi hissediyorum. Otobüsümüzde o an tek uyanık olan ben ve yan koltukta oturan babam. Bu onun da büyük hayallerinden biri. O da çocukluğundan beri Yunanistan’ı dinliyor büyüklerinden. Hem komşu ülke hem de Edirne gibi bir sınır kentinde yaşayınca aynı kara parçasındaki en yakın ülkeyi daha da çok merak ediyorsunuz. E bir de kökeniniz oralara dayanıyorsa…Yunanistan’da ilk durağımız Selanik. Rehberimiz ön bilgi olarak İzmir’e benzerliği ile bilinir diyor Selanik için. Evet, kordon boyu, sahil boyunca yer alan kafeleri, restoranları, barları, havalı, hoş kadınları ile İzmir’i andırıyor. Bindiğimiz taksilerdeki şoförlerin hepsi biner binmez nereli olduğumuzu soruyor “Turkey, İstanbul” dediğimizde “Haaa, Konstantinopolis!” diye cevap alıyoruz. Çünkü onlar ve diğer Avrupalılar tarih derslerinde böyle öğreniyorlar. Ve tüm Yunanistan’da aynı diyalog geçiyor.Selanik güzel, İtalyan mimarların yaptığı binaların arasından Aristotales meydanına doğru yürüyoruz ve ilk frappemizi Selanik’te içiyoruz hızlıca! Daha sonra öğreniyoruz ki frappenin çok yavaş içilmesi gerekirmiş. Oysa bize bu sıcakta pek güzel geliyor buzlu buzlu kahve. Selanik’in bizim için en önemli unsurlarından biri de Atatürk’ün doğduğu evin müze halinde orada olması. İçine girip odaları dolaştığınızda gözleriniz dolabilir. Özel bir duygu orada olmak. Selanik’e gelmişken gece herkes tavernaya gitmek istiyor, çünkü Yunanistan eğlenceye çok düşkün bir ülke, insanlarının %80’i akşam yemeklerini dışarıda yiyor. O gece bense yarınki yolculukta pür dikkat olmak için uyumayı tercih ediyorum.

Selanik’ten sonra hedefimiz Atina. Yol boyunca mola verdiğimizde, yemek yemek için durduğumuz benzinliklerde yiyecek doğru düzgün bir şey bulamıyoruz. Kırmızı etlerin hepsi domuz, tavuk eti görmek pek mümkün değil. Düşünüyorum İstanbul’dan Bodrum’a, ya da Antalya’ya, ya da Ordu’ya gitmek istediğinizde yollarımızda ne çok seçenek var! Hepsi de birbirinden lezzetli yerler…

Yunanistan’da şehirler arası yollarda, yol kenarlarında minik kilise maketleri görüyoruz. Bu kilise maketleri bulundukları noktada yaşanmış olan trafik kazalarında ölen kişileri anma amacıyla, yakınları tarafından yaptırılıyormuş. Çoğunun içinde minik mumlar var. Tüm Yunanistan’da geçerli olan bir gelenek bu ve tanısın tanımasın insanlar durup bu kiliseciklerin içindeki mumları yakıp orada ölenler için dua ediyorlar.

Olimpos dağı sağımızda solumuzda Ege denizi ilerliyoruz. Otoban gayet rahat, tabelalar sık sık yerleştirilmiş, kaybolma şansınız yok Yunanistan’da. Nüfusları ve anakara büyüklüğünü düşününce yine ülkemizle karşılaştırılamayacak küçüklükte Yunanistan. Bizde herhangi bir sahil yolundan ilerleseniz her yerde yazlık evler görürsünüz. Yunanlıların bizimki gibi yoğun bir yazlık açlığı yok sanırım. Öyle siteler, komple betona benzeyen sahil görmüyoruz. Her yer yeşil, seyrek yerleşimler ve sakin bir görüntü.

Veee Atina, saat tam öğlen 2, Yunanlıların mesaileri bittiği için şehre girişte ciddi bir trafik sorunu yaşıyoruz. Trafikten kurtulmak için şehrin içine girmekten vazgeçip direkt Korint Kanalına doğru yol alıyoruz. Korint kanalı Ege denizi ile Adriyatik arasında insan eli ile yapılmış olağan üstü bir kanal. Kesinlikle görülmeli. Fikri bile muhteşem. Üzerindeki köprüden yaya olarak geçerken ürküyorsunuz yükseklikten, çünkü boğaz köprüsünden aşağı yukarı 10 metre daha yüksek! Aşağıdaki gemiler minicik kalıyor gözünüzde. Atina açık hava müzesi gibi bir şehir. Dünyada 3 şehir olduğu söyleniyor benzer niteliklere sahip olan; Atina, Roma ve İstanbul. Roma’yı henüz görmedim ama Atina ve İstanbul konusunda hemfikirim. Akropolis muazzam bir yapı. Gece görüntüsü özellikle büyüleyici. Otelimizin terasından bakmaya doyamadık. Şehrin içindeki diğer tüm tarihi kalıntılar da Akropolis kadar etkileyici. Atina’da yapılması gerekenler; Sindagma meydanındaki parlamento binası önündeki geleneksel kıyafetli askerlerin nöbet değişimini izlemek ve askerlerle hatıra fotoğrafı çektirmek, Pire limanına gidip balıkçılardan birinde yemek yiyip, hey gidi ülkemin hizmet sektörünün üstünlüğü diye boğazdaki balıkçılarımızı anmak. Çünkü burada yemek servisi yapan garsonlar sanki tabakları masanıza fırlatıp gidiyorlar, içeceğinizi 4 kez söylediğinizde ancak masanıza geliyor. Bizde ise kıyaslanmaz bir üstünlük söz konusu. Ben Atina’yı gezen şanslılardandım, Türk konsolosluğunda çalışan bir arkadaşım bizi gruptan ayırıp Atina’nın doğusuna tarihten uzak, modern apartmanların ve gece kulüplerinin bulunduğu zengin ve gelişmiş bölgeye götürüyor. Yunanlılar keyifli yaşamı seviyorlar. Mesaileri 14:00’dan sonra bitiyor ve o saatten sonra taksiyi bile durduramıyorsunuz. Öğleden sonra dinlenip, akşam ortaya çıkıyorlar ve sabahlara kadar da eğleniyorlar! Onlara göre biz o kadar çok çalışıyoruz ki ve o kadar zor bir yaşamımız var ki, yazık bize diye içinizden geçiriyorsunuz…

Atina’da alışveriş yaparken esnafın özellikle yaşlı olanları ile sohbet ediyoruz. Hepsi bizi şaşırtıyor, çünkü ya Urlalıyım diyor, ya Yeşilköylü çıkıyor ya da akrabaları İstanbul’da ve en büyük hayalim bir gün İstanbul’a gitmek diyor. Mübadele zamanları akla geliyor, ne büyük acılar yaşanmış. Nasıl ki benim büyüklerim Yunanistan’dan, Makedonya’dan göç etmişler Trakya’ya ve akılları bırakıp geldikleri memleketlerinde kalmış, onların da çoğu Türkiye özlemiyle yaşıyor. Öyle ki, Türkiye’den o zamanlarda Yunanistan’a gelip yerleşenler, yerleştikleri yerlere Türkiye’deki memleketlerinin isimlerini koymuşlar ve oralara benzetmeye çalışmışlar…Atina’da geçen 2 günden sonra orta Yunanistan’a doğru yol alacağım. Dünyanın yeni tanımaya başladığı harikalardan birisi olarak adlandırılan Meteora Bölgesini gezeceğiz. II. bölümde…

En Favori Mekanım (ız)

En Favori Mekanım (ız)

Kuyruksuz Uçurtma’nın en sevdiği…

İstanbul muhteşem bir şehir. Burada yaşamak çok büyük bir şans. Negatif yönlerini hiç düşünmüyorum. Hatta çok fazlasını yaşasam da umurumda bile değil. Yaşadığım keyifleri içimde 100 ile çarpıyorum…Daha ne! Hafta sonları Tülin’in terasına gidiyoruz. Nerede, hangi semtte, yeni mi açıldı, sahibi kim, aşçısı kim, ünlü müdavimleri var mı, basında görmedik herhangi bir yerde çıkmadı??? gibi sorular uzayacak. Ama bilen biliyor. Yeri uzakta, yeni açılmadı ama sezona hızlı bir giriş yaptı. Sahibi Tulinbo, aşçısı Tulinbo, ünlü müdavimleri çok. Hatta haftada bir özel partiler yapıyor bu ünlüler. Basında çıkmaz çünkü halka kapalı bir yer.

Herhalde benim ve arkadaşlarımın en keyif aldığı yer Tülin’in evi ve özellikle terası. Günün her saati güzel. Sabah ışığında gözler güneşten kamaşa kamaşa kahvaltı yapmak da güzel, gece minderlerde yatıp, hangisi büyük ayı, hangisi küçük ayı diye gökyüzüne merakla bakıp, ilkokul bilgilerimizi tazelemeye çalışmak da… Genelde aşçımız Tülin, Maide ve Özlem de salata işinde uzmanlaştılar. Melih mangalda, yemek sonrası közde kahve yapımında. Ben ambiyansta, müzik ve mumların yerleşiminden sorumluyum, bir de alt kat üst kat trafiğinden. En şanslımız Murat, keyifte elinde şarabıyla… Bu 2009 yazının güzel geçmesinin sebebi Tülin’in terası…

 

Neler yapmışım?

Genelde hep önce başlığımı koyuyorum o da anlık aklımdan geçen oluyor ve sonra başlıyorum yazımı yazmaya. İkinci cümleyi yazıyorum şu an ama hala bir şey geçmiyor aklımdan adam akıllı.
İşten şu günlerde erkenden çıkmak istiyorum 21 Haziran’a kadar. 21 Haziran’dan sonra günlerin kısalmaya başlaması ile yazın bitişi hızlanacak daha başlamadan. Bir arkadaşım bugün bu hesabı yaptığımı söylediğimde sanırım senin hiç derdin yok dedi. Düşünecek başka şey bulamamışım. Derdim olmaz mı hiç ayrıca! Bin tane! Ama o kadar önemli bir şey gün ışığı, gün ışığında boğazın keyfi, soğuk beyaz şarabın keyfi…
Tülin’imle yine spontane bir akşam yaşadık. Peşimize birkaç kişi daha takmak istedik ama düşmediler ağımıza. Nereye gitsek diye düşünürken Anjelique’e gitmeye karar verdik. Bundan evvel hep gece geç saatte gitmiştim, yemek sonrası eğlence olarak. İlk defa bir akşam üstü, kapalı, yağmurlu bir günün ardından hafif serin olabilecek bir sıcaklıkta oturdum boğaza karşı. Hava bulutlu, hafiften bulutların arasından sıyrılan güneş, batarken Anadolu yakasındaki bazı evlerin camlarına hoşça kal diyor. O yansıma muazzam. Parlak bir kiremit rengi.
Yine Cotes D’Avanos söyledik. İstinye Park’taki Masa’ya oranla çok daha ucuz bir fiyata hem de! Sağlam kazık yemişiz orada. İşin ilginci Anjelique 20 basar Masa restorana. Kıyaslamam bile. Bizim gittiğimiz saatte henüz kimse gelmemiş, birkaç yabancı dışında. Kimseyle paylaşmak istemediğim için bayıldım o haline. Karanlık çöktükten sonra birkaç hoş bayan geldi, 5 yıldızlı otele düğüne gider gibi giyinmiş, hepsi sabah 09:00’da mesaide olmanın eminim ne olduğunu bilmezler. Hatta gitsem sorsam bugün günlerden ne diye onu bile bilmezler veya lotus programı bilir misiniz desem, lotus oturuşunu bilirler onlar özel yoga hocalarının anlatmasıyla:) Neyse konumuz kıskandığım kadınlar değil, gidip keyif aldığım mekan. Bar masasına oturduk, ikimiz de karar veremedik önce hangi tarafa oturacağımıza, hangi manzaraya hakim olmak istediğimize. Ben her zamanki gibi İstanbul’da en sevdiğim yer olan Topkapı Sarayı’nı görmek istedim, komple o minik yarımadayı… Sıkılırsam Tülin’i kaldırırım yerinden diye planladım içimden de. Hava iyice karardıktan sonra arka tarafımda kalan görüntü karşımdaki cama aynen yansıdı. Tülin’i kaldırmaya da gerek kalmadı. Günlerden Perşembe, ama saat 9’dan sonra nasıl güzel bir kalabalık öyle? Tüm masalar doldu neredeyse. Şahane! O saatten sonra o kalabalıkta olmak istemedim, zaten uykum çoktan gelmiş, kimse yokken, paylaşım azken de tadını çıkarmıştım miss gibi her şeyin… Gece karanlığında evlerin ışıklarının yansıdığı boğaz onlara kalsın. Ben evime gidip uyuma hayalleri kurmaya başladım bile…

Benim duygusal halimden uzaklaşıp, Anjelique için mini bir değerlendirme yaparsak; manzara tartışılmaz. Servis başarılı, bol garsonlu bir yer ilk başta göze batıyor ama sonrasında gelen kalabalığı görünce doğru bir matematik olduğu anlaşılıyor. Dekorasyon sade, şık ve elegant. Alt katı yeniden dekore etmişler. Gayet hoş olmuş. Hep bir sade şıklık ön planda. Hiçbir şey göze batmıyor.
Yemek yemeyip sadece aperatif aldığımız için yemekler konusunda bir değerlendirme yapamıyorum. Ama yan masalara gelen tabakların kokuları tok halimle bile beni çekti.
Çok yabancı var yemeğe gelen. Demek ki ya otellere verilen dergilerde yer alıyorlar bolca ya da her yabancıya şehri bilen biri iyi akıl veriyor ve onlar da geliyorlar.
Hesap ee ucuz değil. Değer mi? Gecenin toplamına bakınca değer tabii ki. Arkadaşımla hoş sohbet etmişim, boğaza bakıp kaç ev hesabımı yine düşünmüşüm, arada birilerine sinirlenip 2 küfür etmişim, yarın ne giyeceğimi planlamışım, hafta sonunu hayal etmişim…
Dönüş yolumda da Frank Sinatra My Way’i söylemiş bana… Çok şanslıyım diye düşünüyorum bu hayatta…
Edirne

Edirne

Geçtiğimiz hafta sonu yine Edirne’deydim. Her gittiğimde ayrı bir keyif alıyorum ama bu sefer nedense belki hava, belki Ferruh-Eda çiftiyle spontane fakat kısa turumuz bana daha ayrı bir keyfi verdi. Belki de dediğim gibi yaz geldi, ayağımda şıpıdık terliklerle kendimi daha çok özgür hissediyorum ya, o zaman işte anlıyorum ki benim mutlu olmama sebep tek majör duygu ayağımda bile özgürlüğü hissediyor olmak. Karışık bir cümle oldu ama basitleştiremiyorum maalesef. Çocukluğumdan beri babamın bana takmış olduğu lakap olan kuyruksuz uçurtmanın temelinde de hep aynı duygu var. Rüzgar akıllıyım ben. İşten bile çıktığımda eğer bir yere sözüm yoksa ya da yorgunluktan ölmüyorsam bir an düşünürüm acaba sağa mı gitsem sola mı diye ve o an ne hissedersem onu yaparım. İyi bir şey mi bilmiyorum. Son birkaç gündür “day dream” yaşıyorum yoğunlukla. Dün akşam Edirne’den dönerken, direksiyonda bir an yoğun yeşillik içindeyken Londra’nın kenar semtlerinde araba kullandığımı, düz bir ovaya geldiğimde ise Selçuk’tan Kuşadası’na gittiğimi, hava iyice karardıktan sonra da sanki tek başıma gece, uzun bir yol yapıyormuşum gibi anlık hayallere daldım. Ama hep gitmek, uzaklaşmak temelinde hayallerim ve hep tek başıma. Belki de bunu en kısa zamanda yapmalıyım, kendimi alamıyorum çünkü benzer hayaller kurmaktan. Çok sıkıldım ve çok bunaldım. (Hah! gene depresif bir yazıya doğru gidiyoruz, oysa başta Edirne’yi anlatacaktım)
Bu psikolojiden hemeen çıkıyorum ve anlatmaya devam ediyorum. 🙂 Eda ve Ferruh benden önce gittiler Edirne’ye, ben onlarla buluştuğumda ana turu bitirmişler, yerli birinin onlara göstereceği güzellikleri keşfetmek için hazırdılar. Meriç nehri kenarındaki turistlerin bilmediği, Edirnelilerin bildiği piknik alanına gittik. Aman allahım o mangal kokuları neydi öyle? Patlıcan, yeşil biber… Bayılırım, etten daha çok onların kokusunu severim mangalda. Nehrin iyice kenarına kadar gittik, kum öbeğinin üzerine serbestçe bıraktık kendimizi. Birkaç saat şuursuzca yatabilirdim orada. Tüm arkadaşlarımı davet ediyorum Edirne’ye. Bu kadar yakın bir şehir ve bu kadar muhteşem. 1 gün bile yeter, ben hızlandırılmış tur yaparım herkese…

Cumartesi gününe ait en güzel keyif ise nehir kenarındaki Emirgan çay bahçesinde bira bardağında bol köpüklü ayran ile sodayı karıştırmak oldu, hararetimizi aldı, içimizi ferahlattı.

Yine gideceğim, yine içeceğim…
Aklıma gelmişken chill-out’a gitmedim dün. Giden arkadaşlarım eğlenmişler, anlattılar. Benim için dün babamla başbaşa formula 1’i izlemekten daha keyifli olamazdı hiçbir şey…
Edirne’de kalınacak oteller: Kervansaray Otel (Gerçek bir Kervansaray, ama tarihi eser olduğu için odalarda lüks bir şey aramayın, yapılamıyor maalesef)
Taş Odalar, Fatih Sultan Mehmet’in süt annesinin evinden yapılmış butik, lüks otel. Çok güzel ancak geceliği 200 Euro civarında.
Efe Hotel. Temiz, küçük ama iş görür.
Balta otel, büyük ve eski, şehrin içinde ama çarşıya uzak. Bu arada şehir minicik zaten.
Altunhan Hotel, şehrin tam göbeğinde, çarşıda:) en yenisi.

Planlar-İptaller

Ne oldu bana, ciddi ciddi kötü nefes var üzerimde diye düşünmeye başlayacağım artık. Ne istediysem iptal oldu.
Depeche Mode konseri de iptal. Birinin uğursuzluğu bana mı geçti? Kurşun mu döktürsem? Hiç inanmam öyle şeylere ama belki de gerekli…Hatta bir an bu blog bile canımı sıktı, yazıyorum yazıyorum sonra her şeyin de iptal olduğunu yazıyorum. Burayı da deactive mi etsem?Offf…..
Planlar, planlar, planlar…

Planlar, planlar, planlar…

Aylardır bin tane seyahat planı yapıyordum, hepsi iptal oldu. Geçen hafta İtalya’ya iş için gitme durumum vardı, vize için tüm evraklar toplandı ancak son dakika iptal oldu. Kafamdaki pek çok şey de iptal oldu.
Şimdi yeniden planlama zamanı. Hızlıca…

En yakın plan DM konseri. Yarın akşam. 2 yıl önce de gitmiştim ama bu sefer daha farklı. Benim içimdeki DM sevgim olgunlaştı. 🙂 Heyecanlıyım, aynı gece pek çok yerin açılışı ile birlikte başka firmaların da çeşitli aktiviteleri var ancak akşamüstünden gece yarısına kadar DM yeterli olacaktır bana fazlasıyla hatta. Ayrıca ne kadar az akıllı bu insanlar, böyle bir konserin olduğu aylar öncesinden belli, önemli bir organizasyon yapmadan önce takvime bakmıyorlar mı acaba? Neden planlayamıyorlar? Neyse hedef kitleler farklı belki ve bu koca şehirde elbet hepsine yetecek kadar insan var. Ama katılım azlığı olduğunda da sebepleri çok net belli.

Gelelim hafta sonuna. Net bir şey yok Çarşamba’dan.

Belki detaylı bir Sultanahmet, Topkapı Sarayı turu hatta Arkeoloji Müzesi bahçesindeki sevdiğim bankta oturabilirim uzun süre, sabah erkenden kalkıp. Sonra akşamüstü olmadan eve gelip Kalküta’nın Çocukları izlenebilir. Bir arkadaşımın tavsiyesiydi, bakalım güzel mi?

Sonraki hafta sonları için de çok şey var kafamda Edirne’ye gitmelerim dışında.

Plajlar açılıyor, Burç Beach, Dalya olabilir. 24 Mayıs’ta Chill-Out festival gidilmesi gerekenlerden. Geçen yıl çok eğlenmiştim. Bu yıl da keyifli olacaktır. Yalınayak çimlerde dolanıp müziğin keyfini çıkarmak… Bu sene Tülin’i de götüreceğim. Bayılacak kesin…

Pek çok arkadaşım keyif insanı olduğumu söylüyor. Bir arkadaşım da geçenlerde benimle ilgili dışarıdan birinin algısını anlattı, çok şaşırdım. İçimdeki sukünetle hiç alakası yok algılanan karakterin. Hoş içimdeki sukünet konusunda ben de şüpheliyim ya neyse. Ama çok ilginç detaylar vardı anlattıklarında. Son yaşadığımın anlaşmazlığı da bir anlamda açıklıyor aslında.

Belki bir ara yazarım buraya da.

Daha ileriki zamanlara ait net bir şey yok ancak hayal çok.
Konsepte doğru, Edirne gezisi

Konsepte doğru, Edirne gezisi

Hadi bakalım bu sefer blogumun olması gereken konseptine doğru bir yazı yazmaya çalışıyorum.

Yine sapmalarım olacaktır muhakkak ama zorlayacağım kendimi. Hep istediğim gittiğim, gördüğüm yerleri yazmaktı aslında ama ben biraz bencillikten mi neden olduğunu bilmeden “it’s just me” dedim ve benden yazmaya başladım. Araya birkaç bilgi kırıntıları attım.
Bugün babam ve ablamla yaptığım küçük Edirne kaçamağı ve dün Tuğba’larla yaptığımız yağmurlu Edirne gezisinden sonra Edirne’ye gelmek isteyen ve burayla ilgili bilgi sahibi olmayanlara minik önerilerimden oluşacak bir yazıya başlıyorum aşağıda.

Buraya gelmek öncelikle çok kolay. İstanbul’dan sadece 220 km uzaklıkta. Bu da yaklaşık 2 saatlik bir yol demek. Yol bomboş. Otoban, hele hele Kınalı’yı geçtikten sonra 3 şerite çıkıyor ve gerçekten boş, rahat bir yol. Nasıl geldiğinizi anlamazsınız bile. Hem gerçek anlamda Trakya ile Avrupa’da olduğunuzu da hissedersiniz. Yemyeşil tarlalara bak baka keyifli bir yolculuk geçer. Arada sarı gördüğünüz tarlalar da Kanola yağı yapılan bitkinin tarlaları. Görüntüsü muhteşemdir.
Gelir gelmez eğer karnınız aç ise hemen Ciğerci Kazım’a gidip meşhur Edirne ciğerini yemelisiniz. Kazım olmazsa Aydın. Aydın’da gerçi her zaman kuyruk var.

Yemek yer yemez önce hazmetmek için Saraçlar caddesinde kısa bir tur atıp, Karaağaç yolunu tutabilirsiniz. Karaağaç Lozan antlaşması ile bize tazminat olarak verilen bölge. Hemen arkasında Pazarkule – Yunanistan kapısı var. Küçük bir köyden direkt Yunanistan’a girebiliyorsunuz.
Karaağaç’ta minik kahvelerde kahve içip, Lozan anıtı ve eski tren garı, şimdiki üniversite rektörlüğü binası gezilebilir.
Meriç nehri kıyısında muhakkak yürüyün, hatta Sinan’ın yaptığı muhteşem köprünün üzerinde yürüyün Fatih Sultan Mehmet’in oturup güneşin batışını izlediği cumbada (başka bir kelime vardır muhakkak daha doğru anlatan) oturup siz de Meriç’in akışına dalın gidin.
Fotoğraf meraklıları için çok ideal bir şehir Edirne, hem de her mevsim. Sonbaharda gelirseniz, turuncu tonlara, sarılara şaşkınlıkla bakarsınız. İlk baharda gelirseniz yeşilin canlılığı size kim olduğunuzu, dünyayı unutturur.
Sırasıyla; Selimiye Camii, 3 Şerefeli Camii, Sarayiçi, Adalet Kasrı, IV. Murat’ın avcı köşkü (şu an çay bahçesi ve çok güzel), Buçuk tepedeki Balkan harbine ait müze, Avrupa Konseyi tarafından 60 aday müze arasından sıyrılarak 2004 yılında en iyi müze ödülünü alan 1. Beyazıd Külliyesi içinde bulunan sağlık müzesi gezilmesi şart olanlardan.

Kapalıçarşı’da gezip Edirne’ye özgü meyveli sabunlardan alabilirsiniz.

Keçecizade’ye muhakkak uğrayıp, evinize ve eşe dosta, Selanik kurabiyesi, çifte kavrulmuş lokum, acıbadem ezmesi ve eğer çok fazla tatlı bir şey yiyebiliyorsanız da Deva-i misk alabilirsiniz. Hatta kesinlikle hepsinden almalısınız. Edirne içinde 4-5 yerde mağazaları var, o yüzden çok rahatlıkla bulabilirsiniz. Peynir almayı da unutmayın. Meşhurdur. İster yağlı, yumuşak inek peyniri, ister sert koyun peyniri. Vakumlatarak bol bol alabilirsiniz. Buzdolabında 6 ay kendini korur. Afiyetle yiyin:)

Doğup büyüdüğüm yer olduğu için de ben daha duygusal yaklaşıyorum Edirne’ye ama gelen, gezen herkesin hayran kaldığı bir yer burası.

Mimari ve tarihi açıdan zenginliği ile gerçek bir Avrupa kenti, ayrıca Osmanlı’ya Bursa’dan sonra başkentlik yapmış bir kent…

Yukarıda saydıklarımı hızlı bir turla 1 güne de sığdırabilirsiniz ya da ben daha detaylı gezmek istiyorum derseniz bir gece konaklayıp 2 günde çok güzel bir gezi gerçekleştirebilirsiniz Edirne’ye…
velhas no cio indianpornvideos.mobi fotos de novinhas dando
fotos de rola e buceta 2beeg.mobi gostosa sendo estuprada
sexo com a tia brasileira dirtyindianporn.info pauzão gostoso
vídeo da grazi massafera pornolaba.mobi travekos
contos eroticos ao vivo tubepatrol.sex xxx vídeos
fudendo a gordinha gostosa chuporn.net sexoline
furracao porno arabysexy.mobi gozadas na siririca
pica gigantesca freejavporn.mobi ponor grátis
peitinho de novinha hotmoza.tv gostosas fumando
porno brutal estupro ufym.info porno comendo cu