En son ne yazdım?
Dekorasyon fikirleri, modern evler
Annemin evinde yaklaşık 1 aydır tadilat var ve bu zaman uzadıkça uzuyor. Bu süreçte de ilgi alanımız tabi ki, banyolar, duvar boyaları, çeşitli aksesuarlar… İnsan her yıl böyle bir değişiklik yapmıyor neticede, sık sık bocalamamız ondan. Kimi insanda doğuştan gelen bir yetenekle, nerede ne güzel durur, hangi renkler birbiri ile uyumludur hissi kuvvetli. Kimisi de bu konuda eğitimli.
Bir de ne eğitim ne de his var. Kör topar istediğimiz gibi bir şey yapmaya gayret ediyoruz sadece.
Bu süreçte de tabi girip çıktığım evlere, otellere, web sitelerine sıkça bakıyorum. Daha bir dikkatliyim. Kim, neyi, nasıl kullanmış. Annemi evinde banyo ve eski evlerin çoğunda bulunan küçük tuvalet değişti, sırada mutfak var ancak biraz dinlenme ve araştırma zamanı bırakıyoruz kendimize.
Bu arada ben de yeni bir şey keşfettim ve görsellere bakmaya doyamadım. Hayallere daldım. Şu an oturduğum ev dışında başka, yeni bir evim olursa düzenlemek için pek çok fikri barındıran modern bir ev mi, klasik mi? Farklılaştıracak aksesuar fikirleri, bahçe düzenlemeleri, stil sahibi evler, yeni moda mozaikler, modern ile klasiğin bir arada nasıl harmanlandığını gösteren örnekler, mutfak raflarında şaşırtıcı pratiklikteki ürünler, koltuk takımları, köşe takımları hatta hayalimdeki bir sallanan koltuk bile, akla gelebilecek pek çok şeyi artık internet sitelerinde bulmak mümkün.
Benim hayalimdeki ev yavaş yavaş da şekilleniyor bu süreçte. Her ne kadar klasik bir insan olsam da modern evler sanırım benim tarzım. Az eşya, aydınlık bir mekan ile birlikte konfor bana ait bir evin olmazsa olmazları. Bu kadar seyahat ederken her yerden aldığım ıvır zıvırları düşününce az eşya nasıl olacak pek kestiremesem de belki alışverişi azaltıp sadece yaşamı sürdürecek konforlukta eşya sayısı ile ilerlemek mantıklı olacaktır. Başka bir alternatif ise seyahatlerde alışverişi kesmek, minimal, sembolik şeyler alıp belki onlara özel bir alan yaratıp, koleksiyona döndürmek. Olur, hepsi olur…
Bu kimine soluk gelebilecek modern bir evde belki yöresel bir halı ya da Türk bir ressamlardan Turgut Zaim’in “Yaylada Yörükler” isimli resmi, orjinali pek ala olur ancak elbette bir kopyası istediğim eve beni iyice yaklaştırır ve kimseye de soğuk görünmez.
Banyo ya da mutfak. Muhakkak mozaik muhakkak, mavili, turkuaz tonları benim içimi açar. Mutfak eşyaları ise ya düz beyaz porselen ya da klasik karışık renkli farklı farklı pek çok tabak. Abartmayacak şekilde elbette.
Netice mi? Hayaller bol gerçekler biraz sabret diyor.
Bana her sene Bodrum!
10 yıldır gidiyorum. Sanırım sadece 1 yıl fire verdim. Çeşme insanı olamadım, Bodrum tatilcisi olarak kaldım. Her gittiğimde de düşünüyorum, burada yaşayabilir miyim diye? Yaşarım sanırım. Çünkü Bodrum büyük şehir tadında. Yok yok, her şey var! Hatta artık bolca trafik de var, hafif bir keşmekeş. Sakin bir Ege kasabasından çok uzak artık.
Her yıl Yalıkavak’ta kalırken bu sene bir değişiklik yaparak çok eski arkadaşım Osman’ın işlettiği Göltürkbükü’ndeki Daphnis Hotel’e yerleşiyoruz. Deniz dibimizde, hemen bir gir çık, üstüne bir damla sakızlı frozen ile ferahla. Akşama kadar keyifle dinleniriz biz burada.
Akşam için ise planımız Bodrum merkeze gidip yemek yemek ve biraz dolaşmak. İçki içeriz hesabı ile arabayı almıyoruz. Sabah 3’e kadar Bodrum merkezden Göltürkbükü’ne dolmuşlar var ve kişi başı 5 TL’ye yaklaşık 20 dakika süren bir yolculukla gelinebiliyor.
Bodrum’da yemek için ilk durak Balık Pazarı’ndaki Nazlı Meyhane. İlk defa gidiyorum. Mezeler enfes, kalamarı tavada sevmiyorum, yağlı geliyor tadı bana. Izgara yok mu diyorum, kalamarım yok ama balıkçıdan alırsanız ben ızgaraya atarım, hiç sorun değil diyor. Sevgilim atik bir hareketle yarım kilo, taze mi taze kalamarları alıp geliyor. Değmeyin keyfimize. Hep Yunan’ı över dururum, tüm sözlerimi geri alıyorum. Bizde de deniz mahsulünü iyi pişirenler var, tazeliğin de önemi büyük elbette. Üzerine balzamik sirkeli, zeytinyağlı bir sos yapıyoruz. Her gün gidip yiyebileceğim şekilde damak hafızama yerleşiyor Nazlı Meyhane. Hesap mı? 3 kişi, bol meze, bol salata, balık, 1 büyük, 200 TL. Balıkçıdan alınan yarım kilo kalamar da 20 TL.
Yemek sonrası yürüyüş, sırasıyla; Marina Yacht Club, Mandalin, Kule, Körfez. Favorim Mandalin, canlı müzik ergen tabiri ile yı-kı-lı-yor! Ancak benim pil bitmek üzere, adımlarım tükeniyor ve bir an önce otele gidip derin uykuma geçiş yapmak istiyorum. Ekibe isterseniz siz kalın ben gideyim bile diyorum. Gecenin ikisinde minibüs camına dayanarak uyuklayan bir kafa olarak ilk günü bitiriyorum.
İkinci günümüzün akşamında mavi dolunay sevdasına manzaralı bir yerde yemeğimizi yiyelim diyerek Yalıkavak Çimentepe’ye rezervasyonumuzu yaptırıyorum. Çimentepe her zamanki gibi iyi hizmet, güzel deniz ürünleri ve gün batımı manzarası ile öne çıkıyor. Ancak kim gördü Mavi Ay’ı bilemiyorum. Zira benim gördüğüm aynı ay’dı. Unutmadan Yalıkavak’ta Palmarina tabi ki on numara.
Cumartesi- Pazar benim en en en sevdiğim plaj olan Xuma Beach‘te Chill – Out Festival’deyiz. Gündüzden geceye, güzele müzik, güzel deniz, güzel insanlar, bolca dost görüyoruz.
Gitmeden önce pasaportlarımızı da atmıştık bavula, belki Yunan’a geçeriz diye. Alternatifler neydi, Kalimnos, Leros hadi olmadı Kos.
Ancak Kalimnos ve Leros’a her gün sefer olmadığı için ve kalış zamanı olarak da 4-5 saat için 47 Euro vermek zor geldiğinden vazgeçiyoruz. Biz sonbaharda başka Yunan adalarına saklıyoruz kendimizi şimdilik.
Şahane geçen Bodrum seyahatim 5. günün sonunda, hava alanında, bavulumu teslim edip güvenlikten geçtikten sonra ani gelişen bir hastalık ile önce ilk yardım odası, doktorun bu halde uçamazsın, hatta daha da kötü olursun uyarısı, kaçan bir uçak ve sonra da iyileşememiş olmanın verdiği rahatsızlık ile hastanede biten, serum yiyen bir İrem. Bodrum tatili 2 gün zorunluluklar sebebi ile uzuyor. Bodrum Acıbadem acil servise selamlarımı iletiyorum. Serumdan sonra beni canlandırdıkları için.
Tatil planları, hayalleri bitmiyor. Geçen sene Ekim’de pek güzeldi, en güzeldi Bodrum. Belli mi olur, tazelenir belki yaşananlar.
Siz hiç Saroz denizinde yüzdünüz mü?
Efsane şu ki, Fransız okyanus uzmanı Jacques Cousteau Saroz Körfezi’ne gelmiş ve hayran kalmış. Kendi kendini temizleyebilen ender denizlerden biri demiş burası için. Farklı akıntılar sebebi ile tabi bu mümkün. Yalan dememiş Cousteau.
Diğer yandan Saros körfezini kuzeyde kaldığı için Ege’den saymayanlar, bilmeyenler de var. Var oğlu var.
Benim bildiğim ise, çocukluğumdan beri Edirne’min kıyısında bulunan bu deniz çok güzel, çok berrak. Her ne kadar sezonu güneye göre kısa olsa da özellikle sabah erken saatlerde tadına doyulamayacak bir deniz.
Nereden mi çıktı şimdi Saroz yazısı? Geçtiğimiz bayram tatilinde ailemle gittim 2 günlüğüne. Annem, ablam ve ailemizin tüylü üyesi ile. Tabi bayram tatili zamanı, trafik bol, deniz, plaj kalabalık. Yine de Ege’nin diğer sahil kasabalarındaki üst üstelik yok. Yine bir esinti, ferahlık var. Etrafta bir de bolca Trakyalı varsa değmeyin eğlenceye.
Öyle işte, biz iki gün pek keyifliydik memleketimin denizinde.
Bol bol kano yaptık, bol bol yüzüp çekirdek çitledik .
Saroz’a gitmek kolay. İstanbul’dan yola çıkıp, Tekirdağ, Malkara, Keşan istikametinde gidip akabinde Enez ya da Erikli ayrımından sapıp Saroz Körfezi’nde bulunan köylere, yerleşimlere ulaşmak mümkün. İster Tekirdağ’da köfte molası, ister Keşan’da Çamlıbel‘de satır et molası, hepsi olur, hepsine tamam derim ben. Ha bir de dönüşte Keşan’a varmadan evvel Kılıçköy‘den bamya alırsanız afiyetle evde yersiniz.
Trakya keyiflidir, Trakya özgürdür, insanı ile doğası ile ve denizi ile herkesi ferahlatır.
Hamburg
Göcek
– Neredesin?
– Göcek,
– Aa teknede misin?
-Yoo, evdeyim.
Oralarda olanlar Göcek’te ve civar koylarda teknede olabilir, bunu tercih edebilir. Biz; iki yakışıklı yeğenim, çok sevgili kuzenim ve bir de Tamam’ımızla 5 gün boyunca Göcek’te, evdeyiz! Bir de harika komşular Senem, Onur ve güzel suratlı, özgür ruhlu olacak Yaz var.
Sakin Göcek koyuna yukarıdan bakan bir balkon. Bilgisayarım açık, sabah 7 olmuş, bol oksijenden erkenden capcanlı uyanmışım. Çalışıyorum. Sadece çam ağaçlarının hışırtısı ile cırcır böceklerinin sesleri var. Arada da birkaç kuş. Ne bir araba, ne bir korna, ne bir kavga sesi. Hırçınlık yok, sükunet çok.
Kahvaltı sonrası belki bir yerlere gideriz. Belki Göcek içinde D- Marine’in Mısır’dan getirilmiş beyaz kumlu plajında denize gireriz, belki Fethiye’ye Ölüdeniz‘e gider Babadağ’dan yamaç paraşütü ile atlayan cesur yüreklerin süzülüşünü izleriz. Dalyan da yakın, Köyceğiz gölünden İztuzu plajına, denize açılan sazlıklar arasında tekne ile dolaşıp, caretta carettaları görme heyecanı yaşarız. Görünce de eğer görmeseydik günümüz şanssızdı deriz. Saklıkent de yakın, serin sularında uzunca bir yürüyüş de yapılabilir. Tekne turu? O da olur, ama bizim için bu sefer değil. Akyaka, Azmak deresi şimdi çok popüler, bize uzak değil, ancak daha özel bir zaman ayırmak lazım ona da.
En güzel yemekler D-Marine içinde Breeze, Göcek merkezde West Cafe. Kusursuz bir hizmet kalitesi ile tüm övgüleri hak ediyor West Kafe. Ortaca’dan Göcek’e gelirken yolda sağda bir de Toprakana var, hem yemekler, hem bahçe, hem de çocuklar için doğal aktivitelerle her günün sonunda o günü değerlendirirken puanları artırıyor.
Bir de ismine güldüğüm ama lezzeti güzel olan Kebap Hospital var.
Dalaman yakın, Göcek küçük ancak yeter bile. Kelebekler Vadisi, Kabak koyu hala tamamlanamayanlar listesinde. Ama biliyorum daha ömrüm var.
Hamburg
Her yerde yazıyordu ben gitmeden önce Berlin Hamburg karşılaştırması. Fikrim yok. Beklentim minimumda. Tek bildiğim uzunca zamandır Hamburg’u görmek istediğim, içten gelen bir duygu ile… Bir Almanya sever olarak diğer büyük şehirlerinden sonra Hamburg eksik kalmamalı, Almanya ile ilgili görüşlerim başka bir boyuta geçmeli.
Yalnız gitmeyi planladığım seyahatime sevgilim de sürpriz yaparak bana eşlik ediyor. O nedenle daha bir keyifliyim. En azından uçakta saçma sapan korkarken kafamı dağıtacak biri var, ya da şu ana kadar seçtiğim en kötü otel olan Kieler Hof’ta 5 gün boyunca kalırken kendimi daha güvende hissedeceğim.
İşte şans yine İrem’den yana! 3 saat süren yolculuğun ardından Hamburg havaalanındayız. Hava nefis, inişte Elbe nehri üzerinden geçerken şahane çatıları, evleri, yeşillikleri olan bir yerleşim görüyorum, rüya gibi bir kasaba. Allah’ım burası Hamburg mu? Olamaz elbette, ikinci gün gideceğimiz bu kasabanın sokaklarında kendimizi kaybedeceğiz, parklarında yatıp yuvarlanacağız. Yazısı burada.
Hamburg’a iner inmez S1 trenine binerek yaklaşık 25 dakika sonra hauptbahnhoftayız. Yani ana tren istasyonunda. Seyahat öncesi Maps.me uygulamasından Hamburg şehrini indirmiştim ve offline olarak da çalışan bu harika program sayesinde, tam karşı sokağa girip 30 metre yürüdükten sonra, 5 gün boyunca ben nasıl böyle yanlış bir tercih yaptım diye konuşacağım otelimize ulaşıyoruz. Sokak biraz enteresan. Semtin ismi St. Georg. Dünyanın pek çok memleketinden insan bu sokakta! Ancak merkezi olması konusunda mükemmel puan alıyor. Otele yerleştikten sonra ben her zamanki gibi bilgisayarımı açıp, yaklaşık bir saat kadar çalışıyorum. Akabinde özgür olabileceğim ve Hamburg sokaklarına karışabileceğiz.
Meydana yeniden çıkıyoruz, istasyondaki currywurst kokusuna kendimizi teslim edip hemen bir körili, hafif acılı Alman sosisinden tadıyoruz. O pek beğenmiyor, daha doğrusu bayılmıyor. Benim de Berlin’de yediğim daha mı güzeldi ne?
Acele öğle yemeğimizden sonra yürüyüşe başlıyoruz, önce mağazalar caddesi Spitalerstasse üzerinden Rathaus’a kadar yürüyoruz. Oradan Neustadt, hatta devam edip St.Pauli’ye kadar ilerliyoruz. İlk gün için şahane bir performans. Her ne kadar kolay bir metro ve tram ağı olsa da yürümek, şehri hissetmek başka güzel. Arada The Bird’de harika bir hamburger yiyerek depoyu dolduruyoruz.
St. Pauli biraz enteresan tabi, çok kalabalık, çok hareketli, İstanbul’un İstiklal Caddesi gibi. Reeperbahn bölgesi ise Amsterdam’ın Red Light’ı! Her türlü gece kulübü, seks dükkanları, sokak barları, dönerciler, Hintli bakkallar burada. Bir de şimdi çok moda ya bekarlığa veda için gelen gruplar kendilerine özel tshirt, şapka ya da kostümlerle neredeyse 15’erli gruplar halinde gündüz ya da gece sarhoş vaziyette dolaşıyorlar. Özgürlük? Evet kimse kimseye bir şey demiyor, herkes istediği gibi eğleniyor.
Yürümeye devam! 15 kilometre tamamlanacak gibi. Limana doğru inip haritadan bakınca, Altona’ya kadar gittiğimizi anlıyoruz. Dönüş acıklı olmayacak umarım! Biraz daha yürüyüp enerjimizi sonuna kadar kullandıktan sonra bir taksiye atlayıp otelimize dönüyoruz. Zaten saat olmuş gece 10, gün taze batmış. Kuzeydeyiz unutma İrem. Burada yazın günler pek uzun.
İkinci gün kahvaltı sonrası, tren istasyonundan 25 dakika uzaklıktaki o çatılarına bayıldığım kasaba olan Blankeneese’ye geçiyoruz. Tüm günü orada geçireceğimiz için ayrı bir yazıyı hak ediyor Blankeneese…
Hava Hamburg’da tahminlere riayet ediyor ve ilk iki gün sıcak sonraki günlerde ara ara yağışlı geçiyor. Haziran ayının ortası ancak akşam üzeri uzun kollu ya da hafif bir mont giydiriyor bize. Arada yağan yağmurdan bahsetmiyorum bile. Kışın gelmek benim için herhalde azap olurdu.
Berlin’in Yaam’ı varsa Hamburg’un da Strand Pauli’si var!
Biz bayıldık, çok sevdik, üşümeseydik ve benim çalışmam gerekmeseydi daha da geç saatlere kadar kalırdık.
Neden mi? Strand Pauli Hamburg’un en popüler mekanı sayılabilir. Sahilde, açık alanda, zemini kum, pek çok farklı oturma grubu var, locaları var, dekorasyonu müthiş. Arabadan bozma barbeküde sosisler kızarıyor, mojitolar elden ele dolaşıyor. Oldukça kalabalık. Yer bulmakta zorlanıyoruz, içinde 2 tur attıktan sonra içkimizi alıp biraz ayakta ortamı inceliyoruz. Şükür ki tam nehre bakan 2 iskemle buluyoruz. Müzik güzel, Hamburglular güzel, eğlence güzel. Kimisi çocuğunu kuma bırakmış, ayakkabıları çıkarmış, elde içkisi ile uzanmış. Kimi şıkır şıkır giyinmiş yanındaki kıza kur yapmakta. Kimi erkek grupları diğer kız gruplarına uzaktan keyifle laf atmakta. Gülen yüzler burada. 🙂 Bir daha yaz mevsiminde Hamburg’da olursam, Strand Pauli’de keyif edeceğim yine…
Meşhur Elbe Tüneli de Strand Pauli’ye çok yakın. 100 yılı aşkın süredir, Elbe nehrinin altında iki yakayı birbirine bağlıyor. Asansörle 25 metre yerin altına inip oradan da karşıya 436 metre serinlik içinde yürüyerek yine asansörle yukarı çıkılıyor. Bisikletler vızır vızır. Hamburg da diğer Avrupa şehirleri gibi bolca bisikletli ile dolu. Kültürleri güzel.
Hamburg’a gidildiğinde olmazsa olmazların başındaki diğer bir yer ise Hafencity sokaklarında dolaşmak oluyor, kendini film stüdyosunda gibi hissetmek. Sonra da hiç tereddüt etmeden Miniatur Wunderland’a giriyoruz kişi başı 13 Euro ödeyerek. Burası farklı 3 kat içinde Almanya, İsviçre, Avusturya, Kuzey ülkeleri ve Amerika’dan bir kesit içeren minyatür müzesi. İçeride kendimizden geçerek, detayların mükemmelliğinde sürekli birbirimize “Şunu gördün mü? Buna baktın mı? Dur videoya çekeyim, ay bunu da fotoğraflayayım, adamlar ne yapmışlar?, nasıl yapmışlar? demekle geçiyor. 2 saatten fazla bir zaman bu muhteşem müzede, mest olmuş vaziyette ve iyi ki girmişiz diyerek sonlanıyor. Ya sonra? Acıktık mı ne?
Notlarımda yakınlarda bir Fransız krepçisi var. Almanya’ya gelmişiz, sosis, hamburger yemişiz. Biraz da farklı lezzetler denemeliyiz diyoruz. Ti Breizh’in kanaldaki masalardan birini seçmiş olsak da yakında yağacak yağmuru işaret ediyor çizgili tişörtlü garson. İçeride henüz yer varken aklınızı kullanın ve içeri geçin yoksa karışmam da diyor hafif Fransız aksanı ile. Uyuyoruz tavsiyesine, nitekim siparişimizi verir vermez de tufan kopuyor dışarıda. Somonlu bir krep, patatesli bir salata ve içkilerimiz geliyor. Ben seviyorum her iki lezzeti de. Bizim damak tadımıza yakın olmasa da keyifli geliyor. Tatlı olarak da çikolatalı krep ile öğünü sonlandırıyoruz. Yağmur da bu süreçte hızını kesip havayı yumuşatıyor.
Biliyorum uzun bir yazı oluyor ancak güzeldi Hamburg. Sevdiğim herhangi bir detayı atlamak istemiyorum. Ben bir ara tabi Birkenstock krizine giriyorum ve tam istediğim rengi ayak numaramda bulamasam da yeni bir çift terlikle memlekete dönüyorum.
Hamburg’a gidildiğinde her nehri, gölü olan şehirde olduğu gibi tekne turu yapmak şart. Jungfernstieg’tan kalkan Alster gölü tekne turlarına biz de Pazar günü, göl içinde su sporu, yelken, kürek sporu yapan ailelere hayran hayran bakarak katılıyoruz. Yaklaşık bir saat boyunca göl kenarındaki evlerin değerlerini anlatan göl gezisi mi emlak gezisi mi oldu diyerek biz yine de yaşam tarzlarına imrenerek bakıyoruz. Bu turun bedeli kişi başı 15 Euro. Bu arada Jungfernstieg’da yer alan Cafe Alex her ne kadar kalabalık, gürültülü olsa da yemekler nefis lezzette. Hava iyiyken terası mis gibi.
Hamburg’a gelmeden önce bir bilene sorduğumda deniz mahsüllerine bayılacaksın, bol bol Baltık denizi karidesi ye demişti. St. Pauli Fischmarkt yakınındaki Lust Auf İtalien basit dekorasyonu, İtalyan mutfak becerisi ile bize aşk yaşatıyor. Menüdeki her şeyi sipariş etmek istiyoruz. Karides, somonlu bir salata, kalamar ızgara ve ev yapımı şarap ile son zamanlarda yediğimiz en güzel akşam yemeği mutluluğu ile günü 10 üzerinden 10 puan vererek bitiyoruz.
Daha fazla uzatmadan neler yapılırsa bu seyahat güzel geçer maddelerle yazayım.
- Hamburg’a yazın gitmeli! Kışını, soğuğu, fırtınasını hayal bile etmek istemiyorum.
- Hamburg’da deniz mahsülleri tüketilmeli
- St. Pauli’ye en az 1 kez, belki her gün gitmeli:)
- St. Pauli Elbe Tüneli’ninde bir karşıya bir de geriye yürümeli
- St. Pauli balık pazarında Pazar sabahı muhakkak bulunmalı. Deniz mahsulü ile kahvaltı cazip olmayabilir ancak o atmosfer görülmeli
- Strand Pauli, yaz mevsimi ile şehrin en popüler mekanı, biz çok sevdik.
- Blankeneese, işte o hayal kasaba. Zengin, yaşlı Almanların huzur içinde yaşadığı yer
- Miniatur Wunderland. Dünyanın en başarılı minyatür müzesi. Kaçmaz!
- Kahve için The Coffee Shop, kahvaltı için Mutterland, bayıldık 2 kez gittik.
İşte bu saydıklarım dışında ne mi var Hamburg’da? Özgürlük var, evet gerçekten Fatih Akın filmleri hissi var.
Berlin mi Hamburg mu kıyaslaması yapamam, yapmam. Benim gözümde ikisi de birbirinden güzel, keyifli ve Alman. Hamburg Berlin’e göre biraz daha mistik, biraz daha kendine has. Berlin kadar kozmopolit değil. Bir de dünyanın başka hangi şehrinde bu kadar evsiz vardır o şaşırtıcı.
Şimdi fotoğraflara bir tur daha bakıyorum da pek güzel vakit geçirmişiz…
Como Gölü, Milano
Avrupa’da ünlü bir göl, 4 harfli diye bulmacada çıksa hemen Como yazılır sevinçle.
Sevdiğimiz George Clooney, Madonna gibi ünlüler zamanında bir ev almış, sonra iyice efsane olmuş İtalya’nın kuzeyindeki etrafı yemyeşil olan bu göl.
Milano‘daki yoğun trafiğimizden sonra akşam uçağında evvel günü geçireceğimiz Como gölüne doğru yola çıkıyoruz. Yaklaşık 45 dakika süren bir yolculuk ile Como merkeze ulaşmak mümkün. İnce ve uzun bir göl burası, etrafında pek çok yerleşim mevcut. Biz tabi merkezdeyiz ve öğlen yemeğine kadar da serbest zamanımız mevcut. Akabinde de akşam üzeri Malpensa’ya, İstanbul’a uçmak üzere hareket edeceğiz.
Keşke biraz daha vakit olsa da göl içinde tekne turu yapabilsek, ama nafile, belki başka bir zamana… Varenne, Bellagio, Menaggio köylerinin hatırı kaldı hafızamda…
Como sahilinde kısa bir yürüyüş sonrasında 8 dakikada göle tepeden bakacağımız yere çıkan fünikülerle en iyi manzarayı yakalama yarışına giriyoruz. Dar ara sokaklar, büyülü bahçeli evler, yoğun bir aristokrasi kokusu…Bolca fotoğraf. Biraz daha yukarı giderken küçük yerleşimde yer alan tabelalar sayesinde panoramik göl manzarasına ulaşıyoruz. Manzara enfes, hemen oradaki banka yatıyorum, göl manzarasına karşı o kadar yokuş ve yürüyüşten sonra dinlenmek, kuş seslerini ve aşağıda göl turu yapan teknenin akis ile tepeye ulaşan sesini dinlemek hakkımdır diye düşünüyorum.
Ne eksiğim var öğlen olmamış daha, bir prosecco? İşte en sevdiğim.
Yavaş yavaş öğle yemeği saatimiz yaklaşıyor, füniküler ile geri, aşağı inmemiz gerekiyor. Video çekmek için en öndeki araca biniyorum.
Sonra mı? Nefis bir yemek, biraz Como merkezde yürüyüş, saatlerin nasıl böyle hızlı geçtiğini anlamadan artık ayrılık vakti geliyor bile.
Bu gezimiz #disaronnosourmacerasi etiketi ile tüm sosyal varlıklarda, benim dışımdaki diğer arkadaşlarımın harika fotoğraflar var, kaçırmayın derim.
En güzel şehirler listesine giriyor, Toledo
Madrid’de programda o gün outlet gezisi var. Alacak bir şeyim var mı? Gitsem muhakkak çıkar. Başka alternatif var mı? Olmaz mı? Çok eski ve hızlı trenle sadece yarım saat olan yeni bir yeri görmeyi her zamanki gibi tercih edeceğim.
Sabah erken kahvaltı sonrası Sema ile birlikte outlet grubundan ayrılıp otelimizden Madrid’in meşhur istasyonu Atocha‘ya doğru, kah yol kenarındaki kaldırımdan, kah yolun ortasında park mı kaldırım mı karar veremediğim yolun iki katı büyüklüğündeki kaldırımdan yürüyoruz. Barselona’daki La Rambla mantığında caddenin ortasında bir yürüyüş yolu, içinde banklar dolu, köpeğini gezdirenler, sabah sporunu yapanlar, ağaç gölgesi altında soluklananlar. İşte özendiğimiz, ağacın betondan değerli olduğu bir Avrupa hissiyatı daha.
Atocha’ya vardığımızda otomatlardan biletimizi alıyoruz, ancak akabinde trenimizi bulmamız biraz uzun sürüyor. Bir gece evvelden sabah 5’e kadar sokaklarda olmamıza yoruyorum ben bunu. Yoksa iki zeki insan bu kadar şaşkın davranmamalı.
Trenimizi bulup, kompartımanımıza yerleştikten sonra konforlu bir yarım saat sonunda Toledo’dayız. Yol boyunca şahane İspanya manzaraları görürüm diye hayal ediyordum ancak nafile. Pek bir manzara yok. Sağlık olsun.
Toledo’da enfes bir tren istasyonu bizi karşılıyor. Şehir merkezine yürümeyi sevenler yürüyebilir ancak zamanı az olanlar, 2,5 Euro vererek ring sefer yapan otobüs ile yukarı çıkabilir bizim gibi.
Fikrim var mı? Sadece birkaç fotoğraf görmüştüm evvelden, bir de biliyorum ki oldukça eski bir şehir, eski başkent. Romalılar ardından Müslüman Arapların hakimiyetinde kalmış olan Unesco dünya mirası listesinde olan bir şehir Toledo. İspanya tarihi ve kültüründe çok önemli bir yere sahip olan şehrin sokaklarında kendimizi kaybedince anlıyoruz ne manaya geldiğini.
Her yer yerel Tapas barlarla dolu. Minik minik dükkanlar, turisti bol olmasına rağmen bir o kadar da kendi halinde duruşu ile etkiliyor bizi. Pek çok sokağına girip çıkıp yemek yemek için kendimiz için ideal yeri arıyoruz, aslında karar da veremiyoruz. Bu yürüyüş sırasında daracık sokaklar, bizim mimarimize benzer binalar, cumbalı balkonları görüyoruz. Sokaklar arasında çatılarda birleştirilmiş güneşlik fikri hoşumuza gidiyor. Zaman zaman şehir içindeki küçük meydanlara birkaç kez çıkıyoruz. Şikayetçi değiliz. Sonunda buluyoruz bir yer yemek için. Bu kadar aramaya, serseri mayın gibi dolanmaya değiyor. Ne Barselona’da yediğim ne de birkaç günde Madrid’de yediğim tapaslar tapas değilmiş gibi mutluluk sarhoşuyum burada. İsmi El Trebol, İngilizce bilmeyen ama her şekilde bizi anlayan garsonumuza siparişimizi veriyoruz. Ev yapımı şarabımız, ançuez ve salatamız geliyor önce. Ançuez bizi mest edince bir ikincisini daha söylüyoruz. Sıcak olarak da patatesli, sebzeli yumurta. Hepsine ba-yı-lı-yo-ruz!
Aklımda ne içindeki katedrallerin ismi, ne sokak ismi, ne aşağıdan girdiğimiz kapının ismi var. Tek bildiğim nefis bir yemek, enfes sokaklar, güzelliğe doyduğum anlar var.
Akşam üzeri trenine yetişmek için yine otobüse binmeliyiz ancak bir şaşkınlık eseri otobüsü kaçırıp, 5 Euro’ya taksi ile istasyona iniyoruz. Trenimize daha vakit var bu esnada bu güzel istasyonun detayları ile vakit geçiriyoruz.
Sonrası malum, zaten çok yorgunuz, yarım saat boyunca sarsmayan, konforlu trende uyku ile hoop gelmişiz yine Atocha’ya, Madrid’e…