Hatırlarsanız, 21 Haziran 2014’te Viyana Turizm Derneği İstanbulluları İstanbul Bebek Parkında müzik, dans ve resim sanatlarının halka açık bir performansına davet etti. Üsküdar Karadeniz dans topluluğu ve Viyana devlet balesi sanatçıları dev bir kâğıt yüzey üzerinde dans ederek bir sanat eseri yarattı.
Bu performansın fikri, Viyana’da yaşayan Perulu sanatçı Luis Casanova Sorolla‘ya ait. Sorolla devlet operası dansçılarını, üzerine boya pigmentleri serpili bir kağıt zemin üzerinde dans ettirdi. Böylece dans hareketleri farklı grafik şekiller yaratmayı başardı. “Choreography Diagrams Signapura” adı verilen bu şekiller, farklı koreografilere göre çok özel, büyüleyici özellikler sergiledi.
Bebek Parkı’nda bu sanat performansı 21 Haziran 2014 günü büyük ve merkezi bir sahne üzerinde gerçekleştirildi – Hayran olduğum sanat şehri Viyana’nın Boğaz kıyısındaki İstanbul’a bir yaz başı selamı olarak: Klasik Viyana müziğinin ve geleneksel Türk müziğinin verdiği ilhamla toplam üç dev ebatta resim ortaya çıktı.
Saat17.30‘da Viyana devlet balesinin dansçıları Johann Strauss’un dünyaca ünlü Tuna valsının ezgileriyle sahne üzerinde izlerini bırakırken, valsı Türkiye’den bir müzik topluluğu canlı olarak çaldı.
Saat 19.00′da ise Üsküdar Karadeniz dans topluluğu, Türkiye’nin geleneksel Karadeniz halk oyunlarıyla sahnenin üzerine eşsiz bir tablo oluşturdu.
Saat 20.30‘daki finalde ise Viyana devlet balesinin kadın dansçıları eşsiz bir tablo yaratacaklar: Viyanalı balerinler Luis Casanova Sorolla tarafından tasarlanan “simasimetric” klasik dans yorumunu Carlos Pino’nun bir bestesi eşliğinde sahneledi. Performansın ve bu sırada yaratılan resimlerin izleyiciler tarafından iyi görülebilmesi için, bu yaratıcılık etkinliği canlı olarak iki dev ekrandan naklen gösterildi. İzleyenlerin bedensel keyfi için de Viyana’nın geleneksel kahve üreticisi Julius Meinl parkta orijinal, enfes kokulu Viyana kahvesi ikram etti.
Ne kadar çok sevdiğimi pek çok kişi bilir. Yazı, kışı başka güzeldir, şehir ayrı güzeldir, her sokağının sanat kokması ayrı güzeldir. Doyulmaz Viyana’ya.
Ve şimdi Viyana İstanbul’da! Nasıl mı? 21 Haziran’da Bebek Parkı’nda müzik, dans ve ressamlık performansları sunuluyor olacak. Üsküdar Karadeniz Dans Topluluğu ve Viyana Devlet Opera Balesi üzerinde büyüleyici diyagramlardan oluşan bir resmin meydana geleceği, dans adımlarının kaydedildiği kâğıt üzerinde dans gösterisi ile harika bir gün geçirilecek.
Bu performans fikri, Viyana’da yaşayan Perulu sanatçı Luis Casanova Sorolla ’ya ait. Renk pigmentleri ile bezenmiş bir zemin üzerinde dans etme fikri ile ortaya harika bir görsel şölen çıkıyor.
Sanat şehri Viyana’dan Boğaziçi’ne bir yaz selamı olarak, İstanbul Bebek Parkı’nda büyük bir ana sahnede gerçekleştirilecek. Kaçırmayın diye saat saat yazıyorum: 21 Haziran Cumartesi günü 17.30’da Viyana Devlet Opera Balesi’nin dansçıları tarafından tasarlanmış bir klasik koreografi sayesinde bir Viyana Resmi ortaya çıkaracaklar. 19.00’da Viyana’nın dünyaca ünlü vals topluluğu Wiener Walzer sahneye çıkacak. 20.30’da Üsküdar Karadeniz Dans Topluluğu ise bizden renkler olarak sahnede olacak.
Performansın ve bunun sonucunda ortaya çıkan resimlerin daha iyi izlenebilmesi için 2 büyük duvara yansıtılacak.
Viyana’da dolaşırken sokaklar kahve kokar. İşte bu noktada da Julius Meinl’ın enfes kahveleri devreye girecek. Şimdiden afiyet olsun ve keyifli seyirler.
Geçen yıl, Temmuz’du. Sıcacık bir Viyana’da çılgınlar gibi gezeceğim hayalleri ile gitmiştim ilk kuşatmama. Ancak Viyana yılın şanssızı olarak beni seçmiş, 5 günlük gezimin 3 gününde üşütmüş, ıslatmıştı. Kader utansın. Ama ben Viyana’yı sevmekten vazgeçmedim. O 5 günü yetiremedim. Albertina’ya doyamadım, Schönbrunn’da tüm güzel çiçekleri koklamak istedim, labirentinde bir kez daha kaybolmak, Ottrakringer’den bolca yudumlamak, her Bipa’ya girip acaba değişik kozmetik ne var diye bakmak istedim. Klimt’i arkadaşım saydım, Kokoschka ile flörte başladım.
Yetmedi ki ikinci sefer için yollardayım. Münih’ten trenle, öğle yemeği molası Salzburg’da ve sonra her seyahatimde ayrı bir maceraya sebep olan tren yolculuğum.
Akşam saatlerinde Viyana Westbahnhof tren istasyonuna varıyoruz. Hava karanlık ve Münih’e göre daha soğuk. 2 aktarmalı metro ile otelimize varıyoruz. Seyahat öncesinde Viyana Otelleri için HRS sitesinden farklı seçeneklere sahip pek çok otel arasında bizim için ideal olana karar verdiğimi görüyorum. Bizden önce İstanbul’dan Viyana’ya gelmiş olan ablam lobide karşılıyor bizi. Otel şahane, tertemiz ve yeri de gayet iyi. Üstümüzdekileri attıktan sonra 2 güne sığdıracağımız Viyana gezim başlıyor.
Önce Rathaus, Maria Theresa meydanı, Museum Quarter’da o gece başlamış olan yılbaşı etkinliği, DJ eşliğinde açık alanda insanlar mini barlardan aldıkları içkilerle soğuk kış gecesini keyiflendiriyorlar. Leopold’u mapping ile böyle iskambil kağıdı gibi görmek gülümsetiyor. Ben de aralarında kaybolmak istiyorum ancak bizim ekip bir an önce sıcak bir yere oturalım ve hemen schnitzel yiyelim istiyorlar. Stephanplatz restoranlar için uygun bir yer. Yine yürüyerek ulaşabiliyoruz. Düşünüyorum geçen sene geldiğimde sanki bana çok daha büyük bir şehir gibi gelmişti ancak aslında yine küçücük bir Avrupa kentindeyiz, her şey el altında sanki. Öğrendim ondan mı acaba?
Akşam yemeği için iyi bir yerler araştırıyoruz ancak ya kalabalık sıra var, ya da istediğimiz gibi. Neyse ortalama bir yerde bu işi halledip, geçtiğimiz sene de gittiğimiz Cafe Havelka’da kahve faslına geçiyoruz. Geçen sene karşılaştığımız olağanüstü yakışıklı garson yok. Platin ve saç kesimine bayıldığım soğuk yüzlü bir garsonumuz var bu sefer. Havelka yine eski kokuyor. Ama herkes de orada. Kahve sonrası artık gece yarısına da yaklaştığımız için otele geçip yarın sabah başlayacak olan 2. günümüze enerji toplamalıyız.
Sabah erkenden tek bir metro ile Schönbrunn Sarayı’na giriş yapıyoruz. Günlerden Pazar ancak kalabalık, hem turistler hem de Viyanalılar spor yapmak ya da aileleri ile dolaşmak üzere sarayın bahçesini tercih etmişler. Ben Sisi’nin kayınvalidesi Maria Theresa’nın rokoko sarayını daha evvelden gezdiğim için direkt Gloriette’ye çıkıp kahvemi içmek istiyorum. Hava soğuk ama pırıl pırıl. Çok özel bir not, kışın gelmeyin! Bahçe sönük, çünkü tüm çiçekler seraya kaldırılmış don ihtimaline karşın. Nisan gibi yeniden ekilecekmiş. O görkemli ve simetrik kesilmiş ağaçlar da cılızlaşmış, bahçedeki matematiksel çizimler vurgularını kaybetmiş. Labirent de kapalıydı. Buna rağmen içerisi turist kaynıyor. İsyan etmeyeceğim, güneşin gözüme tecavüz ettiği bir masayı tercih ediyorum. Melange sipariş edip, canlı klasik müziğin tadını çıkarıp, yalnız gezgini oynuyorum. Keyfim yerinde. Benim ekip ise abartılı saraya hayran kalmakla meşgul. Ben hakkımı geçen sene kullanmıştım o nedenle başka zevkler peşindeyim şimdi.
Günler kısa hızlı hareket etmek lazım. Şehir merkezine geçip öğle yemeğimizden sonra grup ikiye ayrılıyor, bir grup sanat sever Albertina’ya gelmiş olan Matisse’e, diğer grup ise Viyana kahvelerinde ısınmaya gidiyor. Matisse güzel, Matisse etkileyici, iyi ki gelmişim. Ruhum tatmin olmuş vaziyette çıkıyorum. Hava yine ısırıyor. Ama özgürce sokaklara girip çıkmaya engel değil. Ekiple tamamlandıktan sonra bir de Tuna nehri kıyısına gidelim diyoruz. Akşam oldu olacak. Yemek için Figlmuller değil Plachuttas Gasthaus zur Oper’e rezervasyonumuz var. Schnitzel’in alasını yiyeceğiz. Detay yazmayayım can çeker, günah. Yemek sonrası yürüyüş şart, en ideal cadde ise değişik mağazaları ile 1. Wollzeile.
2 hafta sonra gitmiş olsaydım eminim daha da çok üşüyecektim ancak yılbaşı çarşısı Hofburg sarayı etrafında ve Rathaus civarında kurulmuş olacak, o coşkuyu hissedecektim. Buna da şükür!
Bir video beni uzun zamandır gel diye çağırıyordu. Nitekim oldukça spontane bir karar ile uçak biletimi aldım, gitmeye kesin kararlıyım. Hatta Berlin mi Viyana mı diye düşünürken bu gezi Viyana’ya olmalı dedi içimdeki ses vurgulu bir şekilde. Yalnızım gibi görünüyor. Yalnız gitme fikri önce heyecan veriyor sonra bir arkadaş olsa daha da keyifli olur diyerek Ekin‘i de peşime takıyorum. O da sanki bu daveti bekliyormuş gibi gecenin 1’inde, söylediğim andan 20 dakika sonra uçak biletini alıyor. Daha da heyecanlanıyor şimdi bu gezi fikri kafamda. Zaman çok hızlı ilerliyor daha 1 hafta var derken uçakta buluyoruz kendimizi. Pilot anons ediyor “şu anda Viyana’da hissedilen sıcaklık 13 derece!” Biz yangından çıkmış haldeyiz, tamam kuzeye gidiyoruz ancak Temmuz’un ortasında da ne olur olmasın bu kadar soğuk ve yağmur. Hava durumuna daha evvelden ikimiz de bakmıştık ancak nedense çok ciddiye almamışız. Bunu inince daha da iyi idrak ediyoruz. Otelimizi booking.com’da günün fırsatı olarak yakalamıştık ve kişi başı geceliği 28 Euro’ya ederinin çok altında bir rakama konakladık. Hosteller bile daha yüksek kalıyor bu rakamın yanında. Lokasyonu ve odaları muhteşemdi, kesinlikle Viyana’ya gideceklere Arcotel Wimberger tavsiyemiz olur.
Otele eşyalarımızı bırakır bırakmaz 72 saatlik Viyana kartımızı alarak turumuza başlıyoruz. Biz kartı otelden 19,90’a aldık ancak şehir merkezindeki turist info’da aynı kartı 17,90 Euro’ya satın alabilirsiniz. 72 saat boyunca Viyana’daki tüm ulaşım araçlarında geçiyor bu kart ve pek çok müze ve galeride de özel indirim sağlıyor. İlk aldığınızda metroya inerken mavi kutucuklara kartı okutuyorsunuz daha sonra yapmanız gereken herhangi bir şey yok. Tamamen ulaşım güvene dayalı bir sisteme göre işliyor. Herhangi biri size bilet sormuyor. Londra ya da Paris metrosundaki gibi turnikeler yok. Biz elbetteki 72 saatimiz dolduğunda çakallık yapmadan ekstra bir de günlük kart satın aldık, tatilimiz bitene kadar kullanabilmek için. Kontrol olur da yakalanırsanız cezası 100 Euro.
Neyse bence hemen Viyana’da gezmeye başlayalım, faydalı yazının sonunda kısa kısa paylaşacağım.
Hava serin, yağmurlu, biraz ıslandıktan sonra şemsiye satın alıyorum. Ekin de üşüdüğü için bir anorak alıyor. Biz Viyana’ya alışverişe mi geldik diye kendimize ara ara sormuyor değiliz. Elimizde birkaç Viyana şehir kitabı ile kendimize plan yapmaya çalışıyoruz ancak yağmur ve serin hava bizi engelliyor. Hemen ilk müzeye kendimizi atıyoruz. Selçuk Efes’teki kazılardan elde edilen eserlerin Efes ismi ile başlı başına olduğu müze. İçim acıyor, olması gereken yer bizim memleketimiz diyorum. Londra’da da aynı şeyi hissetmiştim. Berlin’i de gördükten sonra Efes kalıntıları ile ilgili eksiğim kalmayacak. Efes müzesinin hemen yanında müzik aletlerine ait müzeyi ve silah müzesini de hızlıca aradan çıkarıp haydi artık meşhur bir Viyana kahvesi içelim diyoruz. Adresimiz belli Havelka! Merkezde olduğumuz için pek çok yer yürüme mesafesinde. Ekin’in müthiş harita okuma becerisi sayesinde kaybolmadan Havelka’ya ulaşıyoruz. Nasıl eski bir yer anlatamam. Dekorasyon anlamında hiçbir yatırım, yenileme yok, bohem bir kafe. Koltuklar sanırım 60 yıllık falan. Bir kahve ve meşhur elmalı turtalarından sipariş ediyoruz. Servis inanılmaz yavaş. Yani gittik mi gittik. Hafızaya kazınan yakışıklı garsonu dışında illa gidilmesi gereken yerlerden biri değil bence. Pek çok güzel kafe var Viyana’da.
Kahve molamızdan sonra ünlü ressamların eserlerini görebileceğimiz yine yürüme mesafesinde olan Albertina sanat galerisine gidiyoruz. Cezanne, Juan Miro, Picasso, Paul Klee, Chagall gibi ressamların eserleri Albertina’da. Viyana’da hemen hemen her müzede bir müze mağazası mevcut. Genel olarak hepsinde benzer ürünler var. Tabi Gustav Klimt‘in 150. yaş günü sebebiyle şehrin her yerinde Klimt ile özdeşleşmiş ürünleri bulabilirsiniz.
Akşam Viyanalı olmuş arkadaşımız Gökalp ile buluşup Aperol’ümüzü içiyoruz. Bu da yapılacaklar listesindeydi, çentik atıp ilk gecemizi bolca dinlenerek tamamlıyoruz. Gökalp biz Viyana’ya gitmeden önce de hava ile ilgili bize detaylı bilgi vermişti ancak güneşli memleketten gelen bu iki çılgın kız bu kadar üşüye bileceklerini hesap edememişti. Ders oldu bize. Kasım’da Roma’ya giderken içlik alacağım kendime.
Gezimizin ikinci gününde meşhur Schönbrunn Sarayına gidiyoruz. Hava biraz daha güzel hatta ara ara güneş açıyor. Bunu kaçırmamamız lazım. Çünkü içeri girince arka bahçeye doğru çıkınca anlıyorum ki burada uzunca vakit geçireceğiz. Muazzam bir bahçe, ucu bucağı görünmeyen. O zamanda Maria Theresia (Marie Antoinette’in annesi, Sisi’nin de kayınvalidesi) bu bahçe ve sarayı yaptırmış. Bahçede çantamızdan piccolomuzu çıkarıp günün keyfini yaşıyoruz. Viyana’da turist çok. Özellikle sarayı gezen kalabalığı gördükçe yine kendi ülkemizi, İstanbul’u düşünüyorum. Bizde yapılacak daha o kadar çok şey var ki.
Bahçeyi gezdikten sonra saray kısmı için aldığımız biletteki içeri giriş saatimiz gelince kapalı alana giriyoruz. Ekin’den Rokoko ve Barok tarzının farklarını öğreniyorum. Bu kadar tarih ve sanat yeter diyorum sonrasında. Yine bahçeye çıkıp güzellikleri keşfetmeye devam ediyoruz.
Öğleden sonra ise şehre karışma ve Birkenstock alışverişi için Mariahilfer Caddesine gidiyoruz. Hemen hemen her marka var bu caddede. Ancak mağazaların çoğu Cumartesi günü 16:00’da kapanıyor. Hızlıca halletmeliyiz işimizi. Bizim yüzümüzden 10 dakika geç kapatan mağazadan fırçamızı da yedikten sonra karnımızın acıktığını hatırlayıp kendimize yer arıyoruz. Bir de nöbetçi eczane bulmalıyız bu arada bir sushici görüp giriyoruz. Ana caddeden biraz uzaklaştığımız için daha çok mahallelinin tercih ettiği lokal bir restoranda oturmanın keyfi başka oluyor. Yağmur sanki bize inat olanca hızı ile devam ediyor. Otele gidip biraz dinlensek iyi olacak. Akşam yemek için yine çıkarız nasıl olsa. Belediye binasının önünde akşamları dev ekranda müzikal gösterimi oluyor, ayrıca pek çok mutfağa ait büfeler de oraya yerleştirilmiş, hem sosyalleşip hem de karnımızı doyurabiliriz.
Viyana’daki üçüncü günümüzde önce Leopold Museum‘u sonra da yazlık saray Belvedere‘yi görüyoruz. Klimt’in meşhur ve resim sanatında bakış açısı değiştirdiği iddia edilen “Öpücük” isimi eseri de bu sarayda sergileniyor. Görmeden olmaz şimdi.
Öğle yemeği için Cafe Prückel‘deyiz, yine eski ve meşhur bir yer daha. Kredi kartı geçmiyor, ahım şahım bir lezzet de yok.
Gökalp ile buluşup eee Tuna nehri nerede diyoruz. Hemen metroya atlayıp Tuna’yı fotoğrafladıktan sonra e bir de Hundertwasserhous vardı o nerede diyoruz. Gökalp sesi çıkmadan bizi oraya da götürüyor. Gaudi tarzında bir mimarın yaptığı apartmanı da fotoğrafladıktan sonra tekrar acıktığımızı fark edip artık şinitzel zamanı diyoruz! FiglMüller yerine biz Plachuttas‘a gidiyoruz. Gerçekten enfesti, hatta canım istedi şimdi.
Klimt seviyorsanız KHM müzesine gitmeyi sakın ihmal etmeyin. 150. yaş günü sebebi ile tavanda ve duvardaki Klimt eserlerini daha iyi görebilmemiz için asma bir merdiven hazırlamışlar. Muazzamdı.
Farkındayım uzun bir yazı oldu ancak müzik, resim, mimari açısından çok dolu bir şehir ve her şeyi de paylaşmak istiyorum. Eksiklerimiz kalmasına rağmen.
Yakın şehirlere trenle gider geliriz diye düşünüyorduk ancak zaman yetmiyor. Son gün Josefstadter caddesinde biraz dolaştıktan sona şarap evleri ile ünlü Grinzing bölgesine gidip daha rahat bir gün geçiriyoruz. Yetişme ya da bunu da görmeliyiz derdi olmadan, daha özgür bir gün hediye ediyoruz kendimize. Kahlenberg tepesine çıkıp Viyana’ya bir de yukarıdan bakıp aslında ne kadar küçük bir kent olduğunu görüyoruz. Tabi İstanbul ile kıyaslıyoruz sürekli. Yine şarap, yine şinitzel, biraz da bira ile günü sonlandırıyoruz. Yetti mi ı-ıh yetmedi. Bir de yağmurlu ve serin olmasaydı nasıl duygular içinde olacaktım kim bilir?
Kuyruksuz’un minik önerileri işinize yarayabilir:
Viyana’ya giderken yanınıza muhakkak mini bir şemsiye alın. Belli olmaz her an yağabilir.
Viyana’dayken, Viyana kart ile ulaşım ve müze girişinizi sağlayın. Müzelerde tüm açıklamalar Almanca sayılabilir. Kulaklık alabilirsiniz bir tek Schönbrunn sarayında Türkçe dil seçeneği var, (Anlatıcı Maria Theresia derken beni anın) diğerlerinin hepsinde İngilizce.
Viyana’da musluk suyu içebilirsiniz. Pet şişenizi herhangi bir musluktan doldurabilirsiniz. Ayrıca duş alırken fark edeceksiniz su yumuşacık. Saçınıza krem sürmeye gerek kalmıyor.
Mozart logolu çikolataları Billa marketlerinden alabilirsiniz. Bizim Migros gibi marketler.
Kozmetik alışverişinizi de DM, Bipa gibi yerlerden yapabilirsiniz. Sadece kozmetik de değil, benim gibi ıvır zıvırı seviyorsanız, yok yaralanma spreyleri, yok saçı grileştiren şampuan, vitamin vs gibi…
Ayrıca otelde kahvaltı almıyorsanız marketlerde ve metro istasyonlarından sandviç alabilirsiniz ki bence en uygunu da bu. Daha ekonomik oluyor hem. Markette sandviçi istediğiniz gibi de yaptırabilirsiniz.
Bana Viyana için 4 gün yetmedi, daha fazla şehri yaşamak isterdim. Konsere gitmek isterdim ancak bu sefer olmadı. Başka zaman kısmet artık.
Leopold Museum’daki kafe çok güzel, kesinlikle bir şeyler yiyip, içilmeli.
Budapeşte, Viyana, Prag turunu alanları, biz Viyaya’ya 4 günü sığdıramazken anlamak mümkün olmayacak. Her şehre en az 4 gün gerekiyor.
Daha fazla fotoğraf için Kuyruksuz’un Facebook sayfasına uğrayabilirsiniz.
Son yıllarda Viyana Filarmoni Orkestrasının “Yeni Yıl” konserini canlı izlemeyi adet edindim. Ancak bu yıl bunu gerçekleştiremedim.Hemen ertesi gün Allahtan youtube var da oradan tüm konseri izleyebildim. Ve o video beni tahrik etmekle meşgul şu an. Viyana gel diyor coşkuyla…[youtube]http://www.youtube.com/watch?v=ZeEMnLZShqs&feature=share[/youtube]
Herkes gibi ben de baaa-yııııı-lıyorum bu canlılığa, ışıltılı şehirlere, o karanlık kış depresyonundan uzaklaşma bahanesine. Yeni yıl coşkusu bir motivasyon, hayata bağlanma, hayattan kopmama gayreti.
Kasım sonunda güneş kuzey yarım küreden iyice uzaklaşıyor, aydınlık saatler azalıyor, hava iyice soğuyor, bir de giyin babam giyin, aman kafan üşümesin, aman soğuktan ellerin çatlamasın, ne sıkıcı, yazarken bile üşüdüğümü hissediyorum mesela, içim daralıyor.
Budapeşte Oteli ya da George Ezra‘nın Budapeşte şarkısı. Benim gittiğim, gördüğüm ve beklentilerimin son derece dışındaki Budapeşte şehri. Bu yazı ona ithafen yazılıyor şu an.
Toplam 7 kişiyiz, 1 çekirdek aile, ikişer adet de kız kardeş. Uçağımız, otelimiz ve havaalanı otel arası transferimiz haricinde başka hiçbir konuya çalışmadan, 6 kişiye önderlik yapma görevi vahiy gibi iniyor üstüme. Nasıl olsa şekillenir, elbet güzel yerleri keşfederiz, ya da sadece güzel vakit geçirmek kardır diyoruz. Grup uyumlu, keşfetmeye açık. Özlem’in Ekşi Sözlük’ten toner bitirmiş olan Budapeşte notları çantasında.
Havaalanından otele doğru gelirken baharı işte, sonunda burada hissediyoruz. Her yer yemyeşil, ılık bir hava. İstanbul’da bu ışığı ve ısıyı hissetmeyeli çok uzun zaman olmuş. Hala bahara kavuşamamanın hasreti ile Budapeşte’de içimizi ısıtan güneşe minnettar kalıyoruz.
Otelimiz Rackozci Caddesi üzerinde eski bir han içinde. 5 metre yüksek tavanlı, basit ancak yeterli. Fiyatı ise mis gibi. 3 gece çift kişilik oda 105 Euro. Merak edenler için ismi Centroom Houses.
Bavullar odaya atılır atılmaz, kendimizi vuruyoruz sokaklara. Amaç bir an önce Tuna’ya ulaşmak. Tuna bizim güzergahımızı belirleyecek. Bildiğim tek şey var ki Chain Bridge pek mühim. İlk onu görmeliyiz. Elimizde harita var ancak zaten bizim caddeden dümdüz ilerleyince hem Tuna’yı hem de köprüyü buluyoruz. Aslında yürüme konusunda herkes ihtiraslı ancak öğlen birası da güzel gider diyerek hoşumuza giden ilk kafeye oturuyoruz. Plan yapmak için de ideal bir mola oluyor. Bira ve patates keyfinden sonra köprü üzerinden geçerek tam karşımıza meşhur parlamento binasını alıyoruz. Ayaklar yorulana kadar da nehir kıyısında yürümeye devam ediyoruz.
Her yer cıvıl cıvıl. Herkes uzun, herkes güzel. “Irk güzel ırk” diyerek, kabullenme sürecine geçiyoruz.
Yorulmaya az kalmışken tekli gidiş biletine 350 Forint (HUF) vererek metroya atlıyoruz. Eğer 24 saatlik bilet alsaydık 1650 HUF ödeyecektik. Almadık.
Para birimini ilk başta anlamak zor, ancak hesap basit, Macar para biriminden 2 basamak atınca TL hesabına denk getirebiliyorsunuz. Genelde kredi kartı ya da kendi para birimlerini kullanıyorlar. Adapte olmak zaman alıyor, bolca bozuk paraları ve bol sıfırlı büyük paraları mevcut.
Yeniden karşı yakadayız. İlk iki gün hangisi Peşte hangisi Buda diye sorgulamakla geçiyor. Olsun her iki tarafın da enerjisi, güzelliği başka. Metrodan indikten sonra grup dağılıyor. Akşam yemeği için otelde buluşmak üzere belirli bir saat veriyoruz. O zamana kadar da gezmeye devam ediyoruz. Meşhur Gerbeaud isimli kafede kahve molası ile biraz internet sömürüsü sonucunda akşam yemeğinde New York Cafe’ye gideceğimize karar veriyoruz. Her iki isim de oldukça popüler Budapeşte’de. Tüm önerilerde çıkıyorlar. Gece New York Cafe’ye gidince anlıyoruz neden bu kadar popüler olduğunu. Oldukça ağdalı bir dekorasyon, leziz yemekler, bol turist ve insanı özel hissettiren bir atmosfer. Bu memlekette içki ve yemek ucuz azizim. Türkiye’ye kıyasla özellikle. Kişi başı 110 TL’ye şarabımız, kırmızı etimizi yiyerek kalkıyoruz masadan. Türkiye’de ortalama bir restoranda bu fiyata çıkılır ki New York Cafe biraz elit kaçıyor. Lezzet, ikram, hizmet gayet tatmin edici.
Gezen ayaklar yorgun olur, gece de 12’yi bulmuş, hemen otelimize dönüp uyku moduna giriyoruz. Ertesi sabah Gellert bölgesi ve kaleden şehre bakış planlarımız var.
Her turistin yaptığı şeyler bunlar şu ana kadar. Biz hayatımızdan memnunuz. İkinci günün öğleninde HEV isimli trene binip 310 HUF ödeyerek, 25 km uzaklıktaki Szetendre kasabasına gidiyoruz.
Szetendre
Yaklaşık 45 dakika süren tren yolculuğu ile bu sevimli kasabaya ulaşmak mümkün. Biz biletimizi trende kondüktörden satın aldık. İlk etapta pek anlaşamasak da İngilizce bilen bir yerlinin yardımı ile durumu kotardık. Kasabanın merkezi ve aşağı inen sokakları yine Tuna’ya kavuşuyor. Giriş ve nehir sahili bana önce Viyana’daki Grinzing bölgesini, nehir kenarı ise Belgrad Zemun bölgesini anımsayıtor. İkisinin birleşimi sanki Szetendre’yi oluşturmuş. Son derece turistik bir kasaba burası. Bolca kafe, restoran, dondurmacı ve hediyelik eşya dükkanı var. Hediyelikler Budapeşte merkeze göre daha uygun fiyatlı, ya da bana öyle denk geldi. Nehir kenarında deniz mahsulleri güzel olur diyerek Macaristan’da bir Yunan restoranına oturuyoruz ki pişman da olmuyoruz. Yemek sonrası serbest zaman ve tren öncesi en sevdiğim kısım DM alışverişi ile şehre geri dönüyoruz. DM nedir diye soranlara özellikle; Balkanlar, Avusturya ve Almanya’nın her şehirde olan kozmetik marketleri. Bayılıyorum orada alışveriş yapmaya. Antin kuntin ne varsa alıyorum ki hem uygun fiyatlı hem de kaliteli ürünler mevcut. Ayrıca Kartopu için de bizim veterinerde aldığımız pek çok şeyi burada çok daha ucuza buluyorum. Bazen de sırf kendimi şımartmak için giriyorum içeri.
Karnımız tok, keyfimiz yerinde, 45 dakikalık geri dönüş yolculuğunda biraz dinleneceğiz gibi. Şehir gezileri demek bolca yürüyüş, bolca akşam saatlerinde ayak ağrısı demek. Ancak biraz dinlenme ya da güzel bir içki hepsine çözüm.
Budapeşte gece hayatı
Efsane! Genç kız ağzı ile söylersem yııkılııııyoooğr! Szimpla Kert, görülmeden havalimanına geçilmemesi gereken mekan. Ben bayıldım. Bir han düşünün, içinde bolca odası, avlusu var ve her yerde ayrı bir bar var. Dekorasyon insanı şaşkına çeviriyor. Eskici ile anlaşmalı, binlerce alakasız objeyi öyle bir harmoni içinde estetiğe kavuşturmuşlar ki insan hayret ediyor gerçekten. Gece Palinka deniyoruz, geleneksel yemek sonrası aslında bastırıcı bir tat, çeşitli aromalarda votka. Tek shot 8 TL. Ama ben sevmedim, içemedim. Oldukça sert geldi benim hassas kalbime.
Gozsdu Udvar
Bir pasaj, sağlı sollu barlarla dolu. Gündüz sakin, gece coşkulu. İçinde 34 adet bar, restoran, kafe mevcut. Öyle böyle değil, yine genç ağzıyla tarif edeyim kımıl kımıl. Eğlence garanti. Hem sokağın bir tarafında da meşhur Spinoza kafe var. Uğranılabilir. Biz gittiğimizde kapatmak üzereydiler, alamadılar içeri.
Budapeşte Avrupa’da Yahudi nüfusunun en yoğun olduğu şehirlerden biri. Özellikle Gozsdu Udvar’dan çıkıp Rakozci paralelinde devam edilirse, çok net anlaşılıyor. Koşher marketler, geleneksel kıyafetli din adamları ya da koyu Yahudileri görebiliyorsunuz. Ayrıca bana göre şehrin alternatif mekanları da bu mahallede. Özellikle Racskert benim favorim. Otoparktan bozma, Yahudi mutfağı bir büfesi gündüz işliyor, gece ise kulüp ile buluşma noktası arasında bir yer oluyor. Basit ancak cezbedici bir dekorasyonu var. Aklımda kaldı, hafızama yerleşti Racskert.
Ayrıca St. İvan Bazilika‘sı civarındaki barlar, kafeler de inanılmaz güzel. Biraz daha Nişantaşı gibi.
Central Cafe Restoran da meşhur tatlıları Dobos’u yemek için en fazla tavsiye edilen yer. Ben dobosu sevemedim. Ama zaten normalde de tatlı ile aram olmadığından ben önemli bir kıstas kişisi değilim.
Kahvaltı için tadı damağımızda kalan yer ise Alibee Cafe oluyor. Omletleri bizi kalbimizden vuruyor. Ayrıca Central Cafe ile de araları yaklaşık 200 metre. Birinde kahvaltı ettik, diğerinde kahveye geçtik.
Gellert termal banyoları
En sevdiğim kısma geldik şimdi. İlk iki günü dolu dolu geçirdikten sonra 3. günde meşhur Budapeşte banyolarını keşfetmek şarttı. Otelden satın aldığımız voucher ile Gellert Termal’inde sıra beklemeden sıcak su havuzlarına kavuşuyoruz. Şehir içince birkaç tane meşhur banyo var bu şekilde. Ancak benim evvelden araştırdığım ve fotoğraflarına vurulduğum Gellert olduğu için tereddütsüz buraya geliyoruz. Diğer meşhur olanın ismi ise Szechenyi Hamamı. Gellert aynı zamanda Osmanlı’dan miras bir hamam. İç dekorasyondaki turkuaz renk hiç yabancı gelmiyor bize. 24 Nisan günü, açık alanda 26 ve 36 derece havuzlarda yüzüp sonra güneşlenmek. Akabinde iç havuzlara geçip vücudu daha da ısıtmak. Allah’ım sana geliyorum demek ile kapışır şu noktada. Seratonin son hız salgılanıyordu…
Budapeşte özetim:
* Bu şehir Paris’ten daha romantik. Yalan değil, hepimiz aynı kanıya vardık. Paris bir balon bana göre.
* Bu kadar romantik olması ile birlikte Budapeşte bana sanki Berlin’in gençliğiymiş gibi geliyor. Kaykayla kaldırımdan kayan gençler, punk kızlar, dolu dolu bir gece yaşamı. Özgürlük hissi.
* Gece bu şehir bir başka. Tekne turu muhakkak gece yapılmalı. 1 saat sürüyor ve 2100 HUF.
* Restoran ve kafelerde gelen hesaplara %10 ya da %15 hizmet bedeli, garsoniye eklenmiş oluyor. Ayrıca bahşişe gerek yok.
* Tertemiz bir şehir Budapeşte.
* Sziget Eye, yani London Eye gibi bir koca dönme dolap, 1 kişi 8 Euro ve 3 tur atılıyor. Akşam üzeri şehri gün batımında izlemek oldukça keyifli.
*Müze? Her şeyin müzesi var hemen hemen. Ancak ben son seyahatlerimde müzelerle arayı açtım gibi. Şehri yaşamak bana daha büyük keyif veriyor.
Yaz geldi, aylar öncesinden süper fiyata aldığın uçak bileti ile Avrupa’da bir şehre ya da erken rezervasyon ile güneye, denize uçacaksın! Ağır bir bavulun sana ayak bağı olmasını istemiyorsun, bir de gittiğin yerde giydiklerinle kendini iyi hissetmek ah keşke ya şunu da alsaydım yanıma dememek için türlü türlü düşünüyorsun. Birkaç öneri ile bavul hazırlarken beni anmayı unutmaman için buradayım!
1. Hava Durumu Kontrolü
Yapılacak ilk iş seyahat tarihlerindeki hava durumunu kontrol etmek. Benim gibi Temmuz’da ne olacak ki, Viyana’da mis gibi hava vardır deyip, yağmur ve soğuk havaya denk gelip, kendini alışveriş merkezinde mont satın alırken bulmamalısın. O nedenle hava durumu bilgisi şart! Bunun için accuweather.com ideal çözüm olabilir. Eğer rotan Ege denizi ise Poseidon yardımcı olacak.
2. Ve Bavul Ortaya Çıkar
Seyahatten 3 ya da 4 gün önce bavul ortaya çıkmalı, akla gelen şeyler gelişi güzel bavula konmalı. Son akşam düzenleme ve ayıklama ile ideal bavula kavuşulacak, merak etmeyin.
3. İlk Akla Gelenler
Önce pijamalar ve iç çamaşırları. İç çamaşır ve çoraplar için bez torbalar ideal. Hem kırışma derdi de yok, isterseniz top haline bile getirebilirsiniz, bavulda en uygun yere yerleşirler.
4. Ayakkabılar
Sırada ayakkabılar, her bavulda muhakkak bir flip flop olmalı, hem yer tutmuyorlar hem de gittiğiniz her yerde muhakkak lazım oluyor. İster şehir turu, ister plaj, havuz, ister otelin SPA’sında. Diğer ayakkabılara gelince, en rahat ettiklerinizden en sevdiklerinizi yanınıza alın. Unutmayın ayakkabıları bavula en son koyacağız.
5. Kozmetikler!
Kadınların en büyük derdi belki de kozmetik ürünler, saç ürünleri. Gidilen her yerde kalınan bir hostel bile olsa saç kurutma makinesi bulmak mümkün o nedenle direkt eleyelim. Saç ürünleri için de bazı kozmetik mağazalarında boş küçük şişeler satılıyor, şampuan, duş jeli ve saç kreminizi bu şişelere doldurabilir orjinal boyu götüreceğinize yerden tasarruf edebilirsiniz. Diş macunu ve fırçanız da seyahat tipi olsun. Makyaj ürünleriniz de allık, rimel, ruj ve nemlendirici yerine de şu an popular olan BB kremlerden alabilirsiniz. Hem renk verir, hem nemlendirir, hem de güneşten korur. Çantada tırnak makası, törpü ve birkaç adet pamuk da muhakkak olmalı. Başka bir şeye ihtiyacınız olmayacak emin olun.