Buralar biraz daha memleket. Biraz daha biz, biraz daha babam.
Bosna’ya gidince de buralar anam demiştim.
Ama Sofulu‘nun yaşamımızdaki yeri çok başka.
Köydeyiz, yaşım 7 olmamıştır daha. Evin balkonundan önümüzde Meriç ovası, set boyu ve nehri saklayan yüksek ağaçlar. O ağaçların arkasında bir kasaba. Hava temiz olduğunda çan sesini bizim eve kadar getiren bir rüzgar.
Babamla oyun oynuyoruz. O ağaçların ardından görünen incecik bir yol var ve babam onun otoban olduğunu söylüyor. TIR’lar sağa ya da sola doğru hızlıca geçiyor. Oyunumuz şu, içimizden sırayla bir dilek tutup, bir sonraki TIR’ın ağaçların arasındaki o yoldan sol taraftan mı sağ taraftan mı geçeceği. Sağ deyip sağdan geçerse dileğin olacak. Geçmezse olmayacak. Basit, eğlenceli, kaybedeceğim bir şey yok, hatta oyundan 10 dakika sonra unutacağım bile. Ama kazandığım çok, babamla geçirdiğim keyifli vakitler bu yaşıma kadar hatıramda capcanlı.
Onu kaybedeli 40 gün kadar olmuş. Annemin çocukluk arkadaşları İstanbul’dan baş sağlığına geliyorlar. Ben de bu tatlı kadınları ve babama olan özlemi ile savaşan annemi, yasını biraz olsun unutması, kendini biraz iyi hissetmesi amacıyla “haydi kızlar sizi Yunan’a götüreyim” diyorum. Hepsi yeşil pasaport. Arabamda yeşil sigortam var ve hızlıca Pazarkule’den geçip Yunan sınırında, Meriç’e paralel ilerliyoruz. Amacım önce Sofulu, ardından da Dedeağaç’a gidip yemek yemek ,akşam da Edirne’ye geri dönmek.
Sofulu’ya bu 3. gidişim. Ama babamdan sonra gidince hep daha buruk, hep daha içim yanar şekilde.
Babam hayattayken anlatıyordu. Çocukken Meriç nehrinden karşıya geçtiklerini, orada bir eve oturmaya, misafirliğe gittiklerini ve o evde çok güzel keman çalan bir kız olduğunu hatırlıyordu ve özlemle anımsıyordu. Sonra da “ulen İrem bir keman çalamadın” diye bana sataşarak sohbeti bitiriyordu. Bunu kim bilir kaç kez anlatmıştır, aynı tonda, aynı bitiş ile. Olsun onun çok kez anlattığı hikayeleri ben her seferinde ilk kez duyuyormuş gibi dinlerdim. İşte öyleydi bizimkisi…
Sofulu’da annem ve arkadaşlarını önce kilisenin yanındaki ipek müzesine, ardından da kasabanın merkezindeki kahvelerden birine götürüyorum. Yunan işte, keyfi esirgemiyorlar hiç kimseden.
Küçük, derli toplu, tertemiz bir kasaba Sofulu. Arada Türkçe bilen yaşlılara denk geliyoruz ya da plakadan anlayıp el sallayan, selam veren teyzelere. Ne de olsa bizim köyler 1 kilometreden de yakın Yunan’a.
Yolumuz devam ediyor Dedeağaç‘a kadar. Ancak günler kısa, vakit bizden hızlı yine. Yemeğimizi Nisiotiko‘da yeyip geri dönebiliriz şehre. Dönüşte spontane bir kararla bir de Dimetoka‘ya girelim diyoruz. İsmi hafızamda sanki çok bilindik gibi. Bir şeyi mi ünlüydü, neydi diye düşünüyorum. O arada Turkcell çekiyor ve hemen internetten araştırıyorum. Tarih kitaplarında bolca okumuşuz oysa Dimetoka’yı. Hatırlıyoruz bir bir. Osmanlı için önemli kentlerden biri olduğu zaten eski mahallelerinde bulunan, bize benzeyen o harika evlerden anlaşılıyor. Tepede bir kale, etrafında dar sokaklar içine serpiştirilmiş Osmanlı mimarisi. Yıldırım Bayazıd‘ın doğum yeri olduğundan şehirde büyük bir caminin ismi de Yıldırım Bayazıd. Dimetoka’nın Osmanlı’ya Edirne’den önce başkentlik yaptığı söylenebilir deniyor pek çok kaynakta.
Yine aklıma geliyor babamla yatakta uzanmışız, Osmanlı’nın padişahlarını sırası ile saymaya çalışıyoruz. O tarihe olan düşkünlüğü ile ansiklopedi tadında, ben ise kayıp balık Nemo gibi bir hafıza ile yine yeniliyorum ona.
Bu yazıyı yazdığım gün, bugün 52’si. Zaman böyle işte, geçiyor gidiyor özlemle.