14 Şubat yaklaşıyor, her ne kadar benim için bu sevgililer gününe kadar sevgili bulup bir de seyahat organize etmeye geç kalmış olsam da belki sevgilisi olanlar için ilham verebilirim diye düşünerek İrem’in sevgililer günü için ideal tatil rotalarını yazıyorum. Belki Tripsta’dan uygun bilet bulup, uçağa atlayıp gidersiniz, gidince de ben bir ara aklınızdan geçerim. Ne mutlu olurum!
Favori lokasyonlarımdan biri Roma.
Roma’yı kelimelere dökmek çok zor. Fotoğraflar da yetmez, gidip görmek gerek. Hatta bir kez görmek de yetmez, farklı zamanlarda yeniden gitmek yeniden beslenmek gerek Roma’dan. Herkesin bildiği Aşk Çeşmesi’ne para atmak, köşedeki pizzacıdan bir dilim pizza alıp Colleseo’ya kadar yürümek, oradan bir taksiye atlayıp Pantheon’a gitmek, bir kafede oturup espresso içmek. Ertesi gün Trastevere sokaklarında kaybolmak, Sistine Şapeli’nde yasakları delip gizli gizli fotoğraf çekmek. Roma’ya aşık olmak, Roma’da aşık olmak.
İkincisi mi? Belgrad. Ben neden bu şehri bu kadar sevdim bilemiyorum ama Ada Ciganlija’sı, Beton Hala’daki restoranlar, kafeler, Zemun’daki Saran restoran, gece kulüpleri, oldukça uygun yeme, içmesi, konaklaması ile Belgrad ideal şehirlerden biri. Hem de vize de yok, uçak biletini al, pasaportun elinde hoop Belgrad’dasın.
Bir diğer aşık olduğum yer ise Viyana. Sanırım ben orada evlenmek istiyorum, ya da biri bana evlenme teklif edecekse lütfen adres Viyana olsun. Şu ana kadar 2 kez gittim, biri yaz mevsiminde diğeri ise Kasım ayıydı. İkisinde de ayrı keyif aldım. Bir defa küçük bir şehir olduğu için öğrenmesi, gezmesi çok kolay, ister sadece hafta sonu için gidin tadı çok iyi bir şekilde çıkarılacak şehirlerden biri. Ancak tabi birkaç hafta sonu gerekebilir. Çünkü Viyana sanat galerileri, müzeleri, kafeleri ile dolu dolu yaşanacak bir şehir. Sarayları ise yarım gününüzü alabilecek ölçüde büyüklükte. Schönbrunn, Belvedere sarayları, Albertina sanat galerisi, Kunsthistorisches Müzesi…
Atina pek çok kişinin ilgisini çekmese de bendeki Yunan sevdası ve gidince de görünce nasıl güzel bir şehir olduğunu herkese anlata anlata bitiremiyorum Atina’yı. Dünyada az şehir var açık hava müzesi olarak gezilebilen. Bunlardan biri de Atina, diğeri Roma ve eskiden belki İstanbul da listedeydi. Halen listede olduğunu pek sanmıyorum. Atina öyle güzel ki, biz gibi ama değil, Avrupalı gibi ama değil, kendine has edasıyla, çatal bıçak sesleri ile, pek çok kişiye kaba gelen ama benim bayıldığım Yunancasıyla dünyadaki en özel şehirlerden biri. Hem uçuş mesafesinin kısalığıyla da zamandan tasarruf edilebilecek bir yer. Özellikle Doğu Atina tarafına gidip pek çok kafe, restoran, gece hayatının tadı çıkarılacak noktalardan
Ve Paris, Paris olmadan böyle bir liste bitirilemez. Bana kalırsa Londra daha iyi bir aşk şehri, sanki gerçek aşklar Londra’da geçici aşklar Paris’te gibi bir izlenim var benim beynimde. Ama her durumda Paris müziği ile o akordeon sesi ile biraz daha önde gidiyor gibi. Eğer bu sevgililer gününde Paris’e giderseniz St. Germain’de herhangi bir sokakta, herhangi bir şarap butiğinde oturup, şehri koklayın, şehri hissedin.
Aynen aktarıyorum: Siz de Tripsta‘nın web sitesine uğrayın, infografiye bir göz atın. Fırsat biletlerine de bakmayı unutmayın. Ben en az haftada 3-4 kez girip bakıyorum ne var ne yok diye. Birkaç ay önce çok uygun fiyata Viyana bileti yakaladım mesela.
“Herkese merhaba, bu infografiğimizde İstanbul ile İzmir’deki turistik ve günlük yaşam arasındaki farkları ortaya koyduk. İstanbul tarafını Ender Özdemir’den, İzmir tarafını da renkli yazılarıyla dikkat çeken gezi blogger’ı İrem Özer’den dinledik. İşte bu iki metropol arasındaki temel benzerlikler ve farklar… Hepinize iyi tatiller!”
Trendeyiz, hava hafif yağmurlu, hafif puslu. Fotoğraflamak istiyorum Almanya, Avusturya arasındaki masal köyleri. Trenin lambası cama yansıyor, istediğim gibi çıkmıyor hiçbiri. Yanımdaki yaşlı kadın ingilizcesi için özür diliyor, belki 30 yıldır konuşmuyorum kusura bakma diyor, oysa benden iyi konuşuyor. Sırasıyla geçtiğimiz yerleri, dağların isimlerini, eğer hava iyi olsaydı görebileceğimiz gölleri anlatıyor. Nerelisin diyor, İstanbul, Turkeey diyorum. Nasıl yani diyor, inanmıyor, asimile olmuşsun, değişiksin, Türk gibi değilsin diyor. Benim gibi çok Türk var İstanbul’da diyorum. Onlar bizi yanlış biliyor. Neler yapmam gerektiğini kısaca anlatıyor. Söylemiyorum daha evvel gittim ve şimdi de gitmeden önce çalıştım diyemiyorum. Öyle tatlı anlatıyor ki… Münih köy gibi ama Viyana bambaşkadır diyor.
Soruyorum hala Almanya’da mıyız yoksa Avusturya’ya geldik mi diye. Birazdan gelmiş olacağız diyor, çizgi yok ama geçmişten biliyor sınırın neresi olduğunu. Ojelerini sürmüş, açık gri mus çorabını giymiş, bembeyaz saçlarını taramış, Salzburg‘a arkadaşına yemeğe gidiyor. Fotoğrafını çekmek istiyorum, izin vermiyor, güzel değilim bugün diyor. Oysa benim gözümde peri kızı kadar güzel bu Avusturyalı…Salzburg tren istasyonunda ayrılıyoruz. Yağmur var havada.
Kocaman bavullarımızı istasyonda bulunan ve kullanmayı ancak 10 dakikada becerebildiğimiz kilitli dolaplara yerleştirdikten sonra otobüse atlayıp şehir merkezine geçiyoruz. Hava güzel olsa, bir de vaktimiz daha uzun olsa yürünebilecek bir yol aslında. Ancak şartlar elverişli değil. Babama Salzburg’da çektiğim fotoğrafları gösterince aa bizim Amasya gibi diyor, haksız da değil. Ortasından nehrin geçtiği bir vadide. Vadinin iki cephesinde de yerleşim. Kalesi, şehir merkezi, Mirabell sarayı, 803’ten beri açık olan Avrupa’nın en eski restoranı St. Peter, dükkanlar, kiliseler ve muhakkak görün denilen ünlü isimlerin yattığı St. Sebastian mezarlığı bir tarafta. Diğer tarafta ise biraz daha yakın tarihe ait binaların olduğu ve daha geniş bir alanda bulunan yerleşim, ofisler vs…
II. Dünya savaşı sırasında Hitler Salzburg’u öyle seviyormuş ki oraya asla bir bomba atmayacaksınız talimatı vermiş. Ne kadar doğrudur bilinmez. Salzburg’a tepeden bakan bir yerde Hitler’in dağ evi ise şu an ziyaretçilere açık bir müze… Söylenti doğruluğa yaklaşıyor gibi.
Bizim zamanımız gerçekten çok kısıtlı, Mirabell sarayını göremeyeceğiz, kısa bir şehir turu, açık pazarda bir gezinti, kaleye uzaktan bir bakış ve bir yemek molası. Yanlış bir planlama yapmışım. Keşke akşam Münih’ten çıkıp gelseydik ve gece Salzburg’da kalıp sabah erkenden şehri geze bilirdik tüm gün boyunca. Hem belki Mozart‘ın evini de detaylı dolaşabilirdik, ya da konserli bir akşam yemeğine katılırdık. Kültür seviyemiz Viyana öncesi kıvama gelirdi. Hatalıyım. Saatlere sıkışmış bir Salzburg bana yetmedi. Hem yakınlardaki Redbull‘un tesislerini de görme şansım olurdu. Ama nafile, boşuna konuşuyorum şu an. Başka bir sefere. Bilemiyorum ama içimden bir ses Münih’i tekrar göreceksin diyor. Eğer öyle bir şansım yeniden olursa neden olmasın?
Bundan tam 18 yıl önce hayalimdi. Florian Keisinger sebebi ile. Kendisi Münih’in bir kasabasından olup, benim de en büyük aşkımdı. Büyük hikaye var bu ismin içinde. Belki bir gün üşenmem ve yazarım. Güzel ama acıklı bir aşk hikayesi. Şimdi o bir yerde ben bir yerde farklı yaşamlarda…
Bu yazı onun için olsun o zaman…
Aylar öncesinden alınan bir uçak bileti yine, yine Allah’ım inşallah bir aksilik çıkmaz da gidebilirim duası, hızlıca bulunan bir otel, her türlü detay yine hızlıca çalışılıp hazırlandı ve uçuş günü geldi çattı. Bende aksilik yok ancak ablamın işlerindeki yoğunluk sebebi ile seyahatimizin Münih kısmına yetişemeyecek, son 2 gün Viyana’da bizimle olabilecek. Yapacak bir şey yok.
Münih’e iner inmez hafif yağışa aldırmadan hemen tren biletimizi alıp şehir merkezine, otelimize ulaşıyoruz. Almanya’da şöyle bir güzellik var, eğer grup ya da aile ile birlikte geziyorsanız 5 kişiye kadar 24 saatlik metro bileti 10.60 Euro. Devlet ben sana bu hizmeti zaten vermek zorundayım senden sadece destek bekliyorum diyor, metro hem çok kullanışlı hem de çok ekonomik. Zaten Münih de Bakırköy kadar bir şehir, dümdüz, metro ağı son derece mantıklı ve dakika sekmeden çalışıyor. Arabaya ihtiyaç yok, şehrin yerlileri bisiklet sahibi herkes bisikletleri ile ulaşımı sağlıyor, hatta metrolara da gerekirse bisikletleri ile biniyorlar. Trafik yoğunluğu gibi bir şeyi Münih’ta asla duyamaz, asla göremezsiniz. Güzel Avrupa şehirlerinin kıskandıran özelliklerinden biri daha. Tabi biz hep İstanbul ile kıyaslıyoruz. İstanbul kocaman bir ülke, keşmekeş, plansızlık ve kural ihlalleri ile iyice içinden çıkılmaz bir halde.
Hemen Münih gezi notlarıma geri dönmek istiyorum. Otelimiz Sendling bölgesinde ve Rathaus’a yani Marienplatz’a 5 durak uzaklıkta. 5 durak da 8 dakika kadar bir zaman sürüyor ya da sürmüyor. Metroların hepsinde iyileştirme çalışmaları var, sanırım yaza kadar iyice pırıl pırıl olacak. Almanya’nın en sevdiğim özelliği çok temiz olması. Gitmeden önce Münih için de Almanya’nın en temiz şehirlerinden biri yorumunu okumuştum, elbette çok temizdi ancak yazıldığı kadar da değildi. Olsun ben her halini seviyorum bu Almanya’nın.
Otelimize yerleştikten sonra merkeze varmadan acaba yakınlarda yemek yiyebileceğimiz güzel bir yer var mıdır diye sorduğumuzda, bizi geleneksel Alman yemekleri yapan Wirsthaus in Sendling’e yönlendirdiler ki kesinlikle harika bir tercih oldu. Hem çok açtık hem de Alman biralarına başlama vaktimiz çoktan gelmişti.
Yemek sonrası hemen merkeze geçip zaman kaybetmeden Münih’i yaşamalıyız. Rathaus, Marienplatz, yeşil kubbeli FraunnKirche, St. Micheal Kirche, St. Peter’s Kirche (bu arada Kirche kilise demek) derken küçük bir alanda pek çok yeri gezmiş bulunuyoruz. Çok meşhur olan Asam Kirche’ye gittiğimizde ise kapının kapalı olduğunu görüp başka sefer diyoruz. Ertesi gün gittiğimizde de açık saati bir türlü denk getiremiyoruz.
Yürümeyi seviyorsanız Sendlinger Tor,İsar Tor arası sokaklara girip çıkabilir, Münihliler nasıl yaşıyo, nasıl sosyalleşiyor görebilirsiniz. Gerçi 20:00’da tüm kafeler, dükkanlar kapanıyor, şehir birden bire sessizliğe bürünüyor. O zaman İstanbul akla geliyor, 7/24 yaşayan bir şehir, enerjisi hiç bitmeyen bir şehir. Ama o zaman da ne kadar fazla çalışıyoruz biz ve kendimize, ailemize, çevremize hiç vakit ayıramadığımızı düşünüyoruz. Sanırım onların yaptığı çok daha doğru. Hafta sonları biraz daha farklı her yer bir nebze daha hareketli. Seyahati hafta sonuna denk getirmek daha mantıklı olabilir. Pazar günleri tüm dükkanlar kapalı bunu unutmadan tabi.
Bolca yürüdükten sonra e artık bir bira evine girmeli ve bir Alman gibi günü bitirmeliyiz. Marienplatz’da bulunan ve şehirde pek çok yerde şubesi olan en meşhurlarından biri Augustiner’e giriyoruz. Herkese benden bira! Kendi imalatları olan Augustiner sipariş ediyoruz. Garsonu anlamak çok güç. Öyle kaba bir İngilizcesi var ki insan şaşırıyor. Sonra aklıma geliyor, burası Almanya’nın güneyi, her ne kadar en zengin bölgelerinden biri olsa da diğer Almanlar Bavyeralılara “kıro”, “dağlı”, “kaba” diyor. Dilleri de o nedenle biraz kaba olabilir. Hoş bu tatil süresince tanıştığım her Bavyeralı son derece sıcak, samimi ve eğlenceliydi, kabalıklarına rastlamadım.
Garsonumuz biralarımızı getiriyor ancak sanki tok satıcılar, insan daha fazla bir ihtimam bekliyor, nafile. Olsun, biz birlikte olmanın ve günün keyfini yaşıyoruz.
Münih’teki ikinci günümüzde şansımıza hava pırıl pırıl, Olimpiyat parkı, Allianz Arena ve English Garden’ı gezmek için ideal.
Olimpiyat parkı kesinlikle görülmesi gereken yerlerden biri. 1972 Münih olimpiyatlarında Mark Spitz yüzme dalında 7 altın madalya ile rekor sahibi olduğu yüzme havuzunu görebilirsiniz. Oldukça büyük bir alan ama içinde bulunan ve kişi başı 3 Euro olan shuttle ile 25 dakikalık, rehberli bir tur gerçekleştirmek en mantıklısı. Sonra da Olimpiyat kulesine çıkıp hava temiz ise Alpleri boydan boya görebilirsiniz. Kuleye çıkış 5,5 Euro ve asansörle 30 saniye kadar sürüyor. Biraz baş dönmesi yapabilir ama buna kesinlikle değer. Kulede bulunan restoranın açık olduğu güne denk gelirseniz bir şeyler de yiyebilirsiniz ancak ucuz olmadığını söylemem gerekir.
Olimpiyat parkından hemen yürüme mesafesinde olan ve girişin ücretsiz olduğu BMW Welt binası da değişik bir tecrübe sunuyor. Yeni model ve eski model BMW’ler, memleketinde, fabrikasının yanında sergileniyor. Biz daha fazla vakit kaybetmemek için BMW binasında hemen bir yorgunluk kahvesi içip metroya atlayıp Allianz Arena’nın yolunu tutuyoruz. Bayern Münih’in stadı da gece ve gündüz ayrı güzel. Uzaktan şişme, elips şeklinde bir balona benzeyen Arena, gece farklı ışıklandırma ile oldukça çekici bir görünüme sahip oluyor. Gündüz de aynı şekilde, içindeki müzesi, hediyelik eşya dükkanı, restoranı ile pek çok sporseverin ilgisini çekiyor. Kısa tur 50 dakika sürüyor ve kişi başı 10 Euro. Gitmişken girilmeli, soyunma odaları, masaj odaları, müze ve çimlerin mekanik güneş ısıtma sistemi ile yetiştirilmesini görmek farklı olabilir. Bundan sonra her Bayern maçında bu stat gezim aklıma gelecek. Dönüşte metro güzergahında olan English Garden’a giriyoruz ancak biraz zamanı geçirdiğimiz için hava hem serinlemeye hem de Orta Avrupa maalesef erken kararıyor burada hava. Avrupa’nın en büyük parkı burası. İçinde göller, dereler, at binme alanları, bisiklet yolları. Kimi koşuyor, kimi bisiklete biniyor, kimi çocuğu ile kimi köpeği ile. Kimi de göl kenarında bir bira evinde demleniyor. Daha uzun vakit geçirmek isterdik ancak şartlar istediğimiz kadar uygun değildi. Yine Marienplatz’a dönme ve yemek yeme vakti.
Üçüncü günde yine şanslıyız. Hava daha da sıcak, daha da aydınlık. İlk durak merkezdeki Schwabing semti, güzel dükkanlar, güzel vitrinler. Almanya’nın güneyinde Alplerin eteğinde olunca bir şehir, dükkanların geneli outdoor malzemeleri, kayak giysileri, kar botları satıyor. Sokak aralarında gezindikten sonra geçmişi birkaç yüzyıla dayanan Viktualienmarkt’a uğruyoruz. Açık pazarda yiyecek içecek konusunda her şey var neredeyse. Çiçekçiler ve yılbaşı süsü satan standları da unutmamak gerek. Meydandaki bira evinde, açık alanda oturmaya yer bulmak imkansız gibi. Minik bir masaya yerleşip kahve ile idare ediyoruz. İstikamet Deutches Museum. Yine yürüme mesafesinde kolayca bulduğumuz bir yer Deutches Museum. Alman bilim, teknik, mekanik, denizcilik, aklınıza gelebilecek pek çok konuda benzersiz müzelerden biri burası. Oldukça büyük olduğunu söylemeliyim, öyle yarım saatte çıkarım diye düşünmeyin. Çocuğum olsa kesinlikle getirip gezdirmek isteyeceğim yerlerden biri ayrıca. Çok ilham verici şeyler var ve hepsinin sunumu da birbirinden güzel. Giriş 8,5 Euro. En üst katındaki terasta ayrıca Münih’e tepeden bakıyor, İsar ırmağının kıyısında olduğu için de güzel kareler için ideal yerlerden biri burası.
Ve biraz da yeme içme diyelim. Deutches Museum’a giderken bir hamburgerci dikkatimizi çekmişti, dönüşte uğrar akşam yemeğimizi burada hallederiz demiştik. Aynen planladığımız gibi yaptık ve şaşırtıcı derecede şu ana kadar yediğim en güzel hamburgerlerden biri ile Münih’te tanışmış oldum.
“Hans im Glück” şanslı Hans, Münih’te ve birkaç Alman şehrinde zincir olan bir hamburgerci, servis, dekorasyon, ekip, lezzet hepsi şahaneydi ve gayet de uygun rakamlara karnımızı tıka basa doyurup çıktık. Patates kızartmasını da muhakkak söyleyin, böyle güzel patates kızartması başka nerede denk gelir bilemiyorum artık.
Günde ortalama 13-14 kilometre yürüyünce ayaklarımız biraz hasar görmedi değil, biraz kendimizi şımartıp Thai Masajı yapan bir minik SPA merkezinde buluyoruz kendimizi. Ayak masajı şart olmuş! Bir Münih klasiğinde sıra Hofbräuhaus! Yani Hitler’in örgütlenme konuşmalarını yaptığı, han gibi kocaman içeride geleneksel Bayvera kıyafetleri ile kızlı erkekli, oturup içen grupların olduğu bira evi. Aslında içeri girince bir an sıcaklık, havasızlık, gürültü ve yoğun koku rahatsız etmedi değil. Nereden baksanız 1000 kişi aynı anda ellerinde 1’er litrelik biralarla günün en keyifli anını yaşamakta. Biz kendimize bahçede bir yer bulup siparişimizi vermeyi bekliyoruz. Ancak öyle kalabalık ki sıranın bize gelmesi oldukça zaman alıyor. Daha sonra öğrendiğimiz kadarıyla hava güzel olunca bahçeyi de açmışlar, ancak bahçe için ekstra servis elemanlarını organize edememişler. O nedenle servis aksamış ve bizlerin bekleme süresi uzamış. Hofbräuhaus’un kendi birasını içiyorsunuz. Diğer bira evlerinde olduğu gibi. Diğerleri de güzeldi ancak ben Hofbräuhaus birasını daha çok sevdim çünkü damak tadıma, hatta bizim Efes Pilsen’e de çok benzettim. Alışkanlığıma yakın olduğu için sevdim.
Şimdi planımda Oktoberfest zamanında seneye Ekim ayında Münih’te olmak ve bir Dirndl satın alıp, festival süresince onu giymek. Bavyera eğlencesinde usulünce yer almak istiyorum. Bu sefer göremediğim Pinakothek‘lerin hepsine gitmek istiyorum.
Münih’le vedalaşmak hüzünlü oldu. Yolumuzda Salzburg ve Viyana var. Salzburg da Bavyera bölgesinde sayıldığı için “Bayern Ticket” ı alıp kişi başı 8,5 Euroya 1,5 saatte varıyoruz. 1 kişi 22 Euro, yanındaki diğer kişiler de 4’er Euro vererek bu bilete sahip olabiliyor. Almanların bir sevdiğim yanı daha çıktı, toplu seyahati, aile birliğini her koşulda destekliyorlar.
Masal evlerin yer aldığı köylerden geçerek Salzburg’a ulaşıyoruz.
Öğlen arası, trafik rahat. Belgrad gezisinde birlikte olacağım Ali Can ve Gizem’i de alıp güneşli bir havada Sabiha Gökçen’e doğru hareket ediyoruz. Hızlıca arabayı Ekopark’a teslim edip, havaalanı işlemlerimizi halledip kendimizi uçakta buluyoruz. 1 saat 20 dakika süren nasıl başlayıp nasıl bittiği anlaşılmayacak kadar kısa olan yolculuk sonrasında Belgrad Nicola Tesla havaalanındayız. İlk intiba, tertemiz bir havaalanı. Pasaport kontrolünde Sırp mısınız diye soran görevli gülümsememe neden oluyor. Bizi şehir merkezine götürecek olan aracımızla buluşup, konaklayacağımız Hostel 360’a çantalarımızı atıyoruz. Hava şahane bir an önce Belgrad sokaklarında kaybolmalıyız. Haritaya bakınca şehrin pek çok alanını yürüyerek görebileceğimizi fark ediyoruz. Bu müthiş bir şey. İstanbul gibi dev bir köyde bir yerden bir yere gitmek zulümken böyle şehirleri çok seviyorum.
Dışarı çıkınca konakladığımız evin harika bir lokasyonda olduğunu fark ediyoruz. İstiklal caddesi üzerinde bir ev düşünün ve gezeceğiniz yerlerde de hepsi birbirine yakın. Mutlu olmak için ayrı bir neden. Çok Gezenler Kulübünde herkes seyahat öncesi hazırladığı notlar doğrultusunda şehre dağılıyoruz. Aslında sonra göreceğiz ki pek çok ortak noktada buluşacağız. Küçük olduğu için göreceğimiz yerler de ortak oluyor. Bu daha fazla birlikte zaman geçirmek ve eğlence de maksimum olacak demek. Knez Mihailova caddesi üzerinden cafeleri, insanları inceleyerek kendimi Kale Meydan’da buluyorum. Pek çok kelime Osmanlı zamanından kalma olduğu için yazımı farklı olsa da söyleniş olarak bizlere yabancı gelmiyor.
Kale Meydan harika bir park, içinde gençler, çocuklar, yaşlılar, kitap okuyanlar, banka uzanmışlar. Bir şişe içki ile akşam üstünün tadını çıkaranlar. Yeni flörtler, bol kahkahaları ile etrafa neşe saçan genç gruplar. Gelmeden önce demişlerdi, İrem gözlerini dört aç, çok güzel kadınlar ve erkekler göreceksin diye. Aynen bu lafın doğruluğuna şahit oluyorum. Bir banka oturup 5 dakika dinlenip etrafımı sessizce izlemek biraz da fotoğraf çekmek istiyorum. Sava nehrine yukarıdan bakan bir noktada akşamüzeri güzel fotoğraflar yakalamak mümkün. Dinlenmemi bitirdikten sonra kendimi ara sokaklara atıyorum. Elimde harita, şu var ki Kiril alfabesinde yazılmış olan tabelaları okumak çok güç. Hatta bir süre sonra çözmeye uğraşmak yerine bırakıyorum akışına.
Republike Meydanından Hotel Moskova’ya doğru uzanan bulvara giriyorum. Şehir bulvarlarla parsellenmiş gibi. Hotel Moskova’nın cadde tarafında kahvelerini, içkilerini yudumlayan insanlara bakıp İrem biraz daha yürü diyorum. St. Sava Temple’a kadar yürümeyi hedefliyorum. Bu arada binaları ve insanları mağazaları incelemekten de kendimi alamıyorum. O kadar çok spor malzemesi satan mağaza var şaşırtıcı geliyor ancak bunu sebebini ertesi gün anlayacağım. Şimdi bir bağlantı kurmam güç. Kralja Milana bulvarının sonuna kadar vardıktan sonra bir parkta dinlenip Knez Mihailova’ya dönüşümü otobüsle gerçekleştiriyorum. Zaten 5 durak kadar bir mesafe var arada.
Ekiple buluşup akşam yemeği için nereye gideceğimize karar veriyoruz. Trafiğe kapatılmış, sağlı sollu restoranların olduğu, keyifli Skadarlija Sokağındaki geleneksel Sırp yemeklerini tadacağımız Tri Sesira’ya gidiyoruz. İçeride hem lokal halk hem de turist var. Anlaşılan o ki oldukça popüler bir yer. Yemekler müthiş, şarap müthiş, kaymak ile servis edilen mantar müthiş. Evde yapmaya çalışacağım bakalım ben de.
Yemeğimizi bitirdikten sonra sokaklara dalıp nerede, ne yapsak diye diye spontane şekilde dolaşırken Visnijiceva caddesini kesen Simina sokağından canlı müzik sesi gelen Passengers isimli bara giriyoruz. Oldukça güzel çalan bir grup var biraz dans edip gece yarısına doğru otelimize geri dönüyoruz. Ertesi gün için planımız Çingene adası olarak adlandırılan Ada Ciganlija ve Zemun bölgesini keşif etmek olacak. Ada Ciganlija’ya yeni Belgrad olarak adlandırılan semtten geçerek taksi ile 10 dakika bile süremeyen bir yolculukla ulaşıyoruz. Yeni Belgrad halkın deyişi ile Sleeping room, büyük, yüksek toplu konutlardan oluşuyor.
Ada’ya vardığımızda spor yapan, bisikleti ile dolaşan, paten kayanlar, golf, futbol oynayanlar, kürek çekenleri görünce dünkü spor mağazası neden çokmuş soruma yanıtı kendiliğimden bulmuş oluyorum. Bu vizyondaki insanlara hayran olmamak elde değil, hemen ortama ayak uydurup, günlüğü 10 TL’ye denk gelen bisikletlerimizi kiralayıp biz de bisiklet yolunda dolaşmaya başlıyoruz. Yazın bu bölgeyi düşünemiyorum. Bu mevsimde, bahar 2 gündür kendini göstermişken böyle ise yazın nasıldır? Nehir kenarında güneşlenmek için konmuş şezlonglar, kafeler, bungee jumping yapılacak alan aklınıza gelebilecek her şey burada. İmrenmemek elde değil. Birkaç saat geçirdikten sonra tekrar taksiye atlayıp Zemun merkeze varıyoruz ve saat 2’de kulede buluşmak üzere sözleşip sokaklara dağılıyoruz. Aklıma Viyana’nın Grinzing bölgesi geliyor. Zemun da eski bir mahalle ve balıkçılık ile geçimlerini sağlayan bir topluluktan oluştuğu için bolca balık restoranı da var. Sokaklarda dolaşırken bir kafede oturanların fotoğrafını çekmek için izin istediğimde masalarına buyur ediyorlar beni. Sonra sohbet başlıyor. Savaş zamanlarına gidiyor, herkesin yüzü düşüyor. Sonra eee sen anlat diyorlar…Sohbetin ardından Sibinjanin Janka ya da Macarca söylemi ile Gardoş kulesine çıkıyorum. Hava oldukça sıcak, Kulenin orada Belgrad’a bakmak, fotoğraflamak güzel ama karnımız acıkmadı mı hala? Yaklaşık 40 dakika masa boşalmasını bekleyerek yazılışı Saran okunuşu Şaran olan balık restoranına oturuyoruz. Yediğimiz her şey enfes, ton balığı, nehir balığı, somon, midye hepsi tadına doyulmaz lezzette. Yine güzel bir şarap ve yine Türkiye’ye göre çok ucuz Belgrad’a göre biraz pahalı kalan bir hesap ödüyoruz. Kişi başı 40 tl. Şaşırtıcı değil mi?
Nehir boyunca Splavovi üzerinde yürüyerek, bu hizada bulunan barları kulüpleri, restoranları inceleyerek şehre biraz yaklaşıyoruz. Hedefte Beton Hala var. Beton Hala’da da tavsiye edilen Cantina De Frida var. Adından da anlaşılacağı gibi dekorasyon Frida üzerine kurulu. Akşam üstü keyfi yapmak için ideal bir yer. Ayrıca prosecco kadehi de 7 TL. Yine güzel insanlar, yine keyifli bir Belgrad.
Daha keşif edilecek çok yer var. Harekete devam, sokaklar içinde kaybolarak Super Market Concept Store’u arıyoruz. Şehirdeki değişik mekanlardan biri belki de en önemlisi. Tasarım, marka kıyafetler, değişik objeler, ekolojik ürünlerin satıldığı bir bir alan ve restoran. Zaman zaman da sergiler yapılıyormuş. Yarın sabah kahvaltı yerimiz belli oldu diyerek sokakları arşınlamaya devam. Küçük Belgrad bir türlü bitmiyor, her sokağından muhakkak geçmek istercesine yürüyoruz.
Strahinjica Bana caddesindeki kafeleri inceleyerek bir günü daha bitiriyoruz.
Sabah erkenden kalkıp biraz fotoğraf çekmek, Supermarket Concept Store’da kahvaltımızı etmek için yola çıkıyoruz. Gelmeden önce Insomnia kafeye muhakkak git önerilerini hatırlayıp biraz zorlanarak kafeyi buluyorum. Neden zorlandığımı anlatayım. Şu ana kadar 5 kez önünden geçmişimdir, ancak benim hayalimde o kadar başka bir şey vardı ki, girip oturunca diğer kafelerden bir farkı olmadığını anlıyorum. Beklentim yüksek olunca ya dekorasyonu, ya da başka bir şeyi ile aradan sıyrılacak ve hemen fark edeceğim diye düşünmeme neden oluyor. Ancak öyle değil, herhangi bir kafeden çok bir farkı yok. Kahve 2 tl. İçip kalkıyorum, tek hoşuma giden logosu ve peçeteleri, defterimin arasında bir tanesi hatıra olarak duruyor şu an.
Kahvaltı sonrası biraz alışveriş, hediye alındıktan sonra Belgrad’dan ayrılma vakti geliyor. Sırada Saraybosna var ama ben Sarajevo demek istiyorum izninizle.
Belgrad ile ilgili daha fazla fotoğraf ve bilgi için Çok Gezenler Kulübü‘ne uğramayı da unutmayın.
Bu yazının bir bölümü Temmuz 2013 Pegasus Havayolları’nın uçak içinde dağıtılan dergisinde yer almıştır.
Çocukluğumda dimdikti. Çatısı, görkemli kapısı, kapalıydı ama içine bir şekilde girmek için can atardık. Şimdi 2013 sonunu beklemek zorundayız. Yahudi cemaatinin desteği ile Edirne’deki büyük havra onarılıyor.
1905 Edirne büyük yangınında İspanya ve Portekiz’den Edirne’ye göç etmiş olan farklı gruplara ait toplam 14 sinagog yanmış. Hemen 1906’da Fransız Mimar France Depre’ye Viyana Sinagog’unun aynısı yaptırılmış ve 1907’de Kal Kadoş Ha Gadol (Kutsal Büyük Havra) ismi ile ibadete açılmış. Tabi aradan yıllar yıllar geçince ve Yahudi Cemaati İsrail ve İstanbul’a göç edince harabeye dönen bu özel yapı şimdi 2013 sonundan itibaren ibadete, düğünlere açılacak. Şükürler olsun ki Edirne’nin en güzel yapısı Selimiye Cami’nden sonra en özel yapısı yenilenecek Edirne’li Yahudiler ile dünyanın her yerinden gelecek olan Yahudiler ibadetlerini gerçekleştirebilecekler.
Fotoğrafları çektiğim gün Kaleiçi’nde dolandık, dolandık. Eski harabeye dönmüş konakları gezdik. Clara’nın evine girdik büyülendik. Edirne’nin en değerli evlerinden biriymiş Clara’nın evi. Yarısı yıkılmış vaziyette, herhangi bir koruma yok, içine isteyen istediği gibi girebiliyor, çok yakında yandı haberini alırsak şaşırmayalım. Duvarlarındaki, tavandaki, merdivendeki resimler büyülüyor insanı. Restore edecek bir cengaver aranıyor. Restorasyonu elbette zorlu ve masraflı olacaktır ancak kaybolan bir tarih belki de uzun yıllar daha zorla da olsa yaşatılacak. Sevap gibi bir şey bu! Keşke param olsa, o evi restore ettirsem, sonra sergilemeye açsam…
Okuyana not, Edirne’ye geldiğinize Cumhuriyet Caddesi, bu caddeyi kesen Maarif Caddesini gezmeyi unutmayın. Eski Osmanlı, Yahudi konaklarının hepsi bu bölgede. Görülmeye değerler.
Bu yazı tamamen subjektif görüşleri içermektedir. O nedenle “yahu ne alaka?” gibi cümleleri içinizden kurduğunuzda başa sarmanızı rica edeceğim.
Evet bana göre ülkelerin, şehirlerin kendine has kimyaları olduğu gibi kendilerine has kokuları da var. Aynı bizler gibi.
Çocukluğumuzda aldığımız ve hafızamıza yerleşmiş bir kokuyu duyduğumuzda geçmişe, geçmişteki o anı saklayan detaylara gidebiliyoruz. Bu nedenle de koku alma ve bu kokunun hissettirdikleri insanda kalıcı etkiler bırakabiliyor. Şirketlerin kurumsal koku peşinde bu kadar koşmalarının sebeplerini de daha iyi anlıyoruz değil mi? Point Hotel’e her girişte ve otelin katlarında hep aynı kokuyu alırsınız ya da Vakko’larda. Girdiğiniz anda yerleşir o koku burnunuza.
Şehirler de böyle bana göre…Şu ana kadar gezip gördüğüm yerleri kendimce sıralamak istediğimde aşağıdaki liste oluşuyor.
Dubai, akşam saatlerinde Hintli nüfusunun yoğunluğu sebebi ile yemekler pişerken tüm kent köri kokar. Buram buram hem de. Herhangi bir alışveriş merkezine giderseniz de orada dolar ve petrol kokan Arapları görebilirsiniz.
Amsterdam, ot kokar. Çayır, çimen otu değil bu bildiğin esrar. Ha daha evvel sanki biliyordum ben bu kokuyu. Geçtiğimiz sene ve bu seneki ziyaretlerimde iyice pekişti burnumda Amsterdam’ın kokusu. Coffee Shoplardan yoğun bir şekilde yayılan o koku, genellikle benim midemi bulandırır ve ağır gelir.
Paris, sanmayın ki parfüm kokuyor. Metroları merkezden uzaklaştıkça pisleşir, ağır kokar, hatta metro duraklarının sidik koktuğuna bile çok kez denk gelebilirsiniz. Ama Saint German bölgesinde dolaşırken evet o mis kokulu kadınların peşine takılabilirsiniz.
Londra, alın size Hint baharatları ile kokan bir şehir daha. Bazen de Thames nehri kokar, sanki çamur gibi akar bu nehir.
Almanya, temiz kokar. Otobandaki herhangi bir benzinliğe bile girdiğinizde elinizi herhangi bir yere dokundurmak için çekinmezsiniz. Çünkü Alman disiplini ile kusursuzca temizlenmiştir.
Parma, Aqua Di Parma’nın kenti. Dünyanın en güzel kokularından biridir. Oraya kadar gitmişken ve yerinde o parfümü almamış olmanın pişmanlığı hala üzerimde.
Floransa, işte bu şehir mermer kokar, tarih kokar. Açık hava müzesi başka ne kokabilir ki?
Atina nedense aklıma hep kahve geliyor. Frappe’den olsa gerek. Keza Selanik, Kavala da öyle.
Yunan adaları, bunların hepsi keyif kokar, likör, şarap, karides, balık kokar. Ha bir de çenesi düşük yaşlı teyzelerin kokularını da alabilirsiniz.
Sofya sabun kokar. O kadar çok kozmetik, sabun, gül suyu gibi ürünleri satan dükkan görürsünüz ki o kokular hep o dükkanlardan gelir.
Brüksel, herkes bilir, midye kokar. Elinde beyaz şarap ile alelacele midyesini yiyenler… Belki size göre bira kokar, çikolata kokar Brüksel.
Kıbrıs, Girne, merkezini sevemedim gitti. Arap kokusu, Akdeniz kokusu karma karışık yine. Sıcak, nem, yapış yapış olursun. Ter kokarsın.
Viyana, aniden bastıran yağmur kokar. Nem, ıslaklık. At pisliğini de unutmayayım.
Ve İstanbul, tarif edilemez şehir. Büyülü mü, boğucu mu belli değil. Köşe başlarında döner kokar, boğazda iyot. Eminönü’nde balık ekmek. Her yeri ayrı güzel, her yeri ayrı korkutucu. Karman çorman eder insanı.
Unuttuğum şehirler ya da hafızama belki yerleşmeyenler var arada. ve daha çok koklanacak şehir var önümde…
Alman ekolünü temsil eden genel müdürüm öyle diyor, Almanya’da çok meşhurdur Wienerwald. Türkçe meali ile Viyana ormanı anlamına gelen bu restoran zinciri Türkiye’de şubelerini açmaya başladı. Biz de haberi alır almaz koşar adımlarla gittik, minik ve kendi halinde bir gurme grubu olarak. Öğle yemeğinde sürekli düşünüyoruz nereye gitsek, hem uzak olmasın, hem pahalı olmasın, ticket geçsin, hem de her gün sıkılmadan farklı bir şey yiyebilelim. E hepsi aynı anda gerçekten zor. Ya iyi lezzet uzakta, ya pahalı, ya da güneş almıyor gibi benim takıntılarımla çatışıyor. Levent’te ara sokakta açılan Wienerwald fastfood ile restoran karışımı havası ile bize yeni bir heves oldu. Hoş ilk başta şaşırdık, fast food’çu görünümüyle self servis mi, yoksa garson mu gelecek, ne yapmalıyız telaşını yaşadık. Ancak oturur oturmaz garsonun gelmesi ile soru işaretimiz yok oldu.
Mönü çok kalabalık değil zaten kasanın olduğu yerin arkasında çıtır çıtır kızaran tavukların döndüğü çevirme mekanizmasını görebiliyorsunuz. İsteyeceğimiz şey belli tavuuuuk! Üzerine sos seçebilirsiniz, sade, pilavlı veya farklı bir garnitür ile alabilirsiniz. Gruptaki en cesur benim, fesleğenli, karışık otlu ve sarımsaklı soslu olanı seçiyorum. Öğle arasında soğan, sarımsak yenmez kuralına inat. Ofise gidince fırçalarım dişlerimi olur biter. Soğan, sarımsaktan güzeli var mı Allah aşkına! Sevmeyenler dünya nimetlerinden uzak yaşıyorlar bence.
Jet hızıyla tavuklarımız geliyor. Benimkisi muhteşem minik gurme grubumun üyelerinin hepsi tadına bakmak istiyor. Tavuk kocaman, istiyorum ki birisi benden önce üzerinde çalışsın, didiklesin tavuğumu, lime lime etsin ve ben kolaylıkla yiyebileyim. İrem yavaş diyorum sevgili annem her zaman yanımda olamayacak. Üşenme ve kendi tavuğunu kendin parçala…
Lezzet muazzam, oldum olası severim kızarmış tavuğu. Özellikle benimki sarımsaklı ve karışık otlu sosu ile. Masada herkes hayatından memnun, hafta güzel geçmiş, havalar fena gitmiyor, henüz kışın geliyorum sakının benden rüzgarları esmemiş. Herkesin dilinde bir aşı konusu, hangi aşıdan olacağız, grip, domuz gribi, zatürree aşısı, ama hangisi?, Kriz bitecek mi?, Nedir bu ülkenin son hali?, Başbakan ile ana muhalefet lideri acaba msn’de mi görüşsün, 3G ile mi, Facebook’a videolarını mı yüklesinler geyiği devam ederken ben bu güzel tavuğun üzerine tatlı ne yesek diye düşünüyorum. Aslında keyfi daha da uzatıp, kahvemi, tatlımı yavaştan mideme indirip, hatta sonrasında da işe gitmesem biraz da boğazda dolansam diye gündüz rüyası görüyorum 2 saniyelik. Ama nafile, tavuk sonrası 4 kişinin paylaşacağı şekilde elmalı tatlımızı söylüyoruz. Lezzet mu-az-zam! Tam bana göre, hafif, yormayan, genzimi şekeri ile yakmayan. Üzerine 1 koca bardak su içmeme gerek kalmayan cinsten. Uzun lafın kısası Wienerwald bizim piliç çevirmeden çok farklı olmayan, sosuyla sunumu ile biraz öne geçen, mönü alternatifi ile köşe başındaki diğer yerlerden ayrıştırılan bir zincir. İstanbul’da tutar mı tutar. Özellikle öğle aralarında şipşak lezzet. Ofislere, evlere servis de var. Fiyatları da çok uygun, kişi başı maksimum 15 TL’ye çıkarsınız, tavuk ve içecek ile. Tavsiye olunur…